Muhalefetin CB adayının kim olacağı ile ilgili tartışmaların iyice kızıştığı bugünlerde, hem seçim sürecini hem de seçimlerden sonrasını etkilediğini düşündüğüm bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Konu, Türkiye siyâsetine, kamusal tartışmalara hâkim olan dilin barındırdığı “totaliterlik” unsurları. Konunun önemini şöyle açıklayabilirim. Bugün, demokrasiden çok bir tür otoriter rejim ile yönetildiği kabûl edilen Türkiye’de, hem iktidar, hem de muhalefetin bir kanadı, birbirine çok benzer bir siyâsî dil kullanıyor. Anti-demokratik uygulamaları meşrulaştırmak amacında olan iktidar için belki normal veya anlaşılabilir olan bu dilin, Altılı Masa’yı meydana getiren muhalefet tarafından da neredeyse olduğu gibi benimsenmesi, kanımca içinde bulunduğumuz açmazın “otoriterlik” değil de “post-faşizm” olarak nitelenmesini haklı çıkaran ölçüde ciddî bir sorun yaratıyor. Bu sorun, öyle sanıyorum ki, seçimlerin kazanılması ve hem de seçim sonrasında demokratik bir geleceğin inşâ edilebilmesi bakımından da önemli ve alt edilmesi gereken bir handikap.
İktidar, sık sık ve en üst perdeden, Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra, uzun bir süre Avrupa ve hattâ dünyâ siyâsetine derin acılar, büyük insanî dramlar yaşatmış olan totaliterliğin en ünlü sloganını çağrıştıran bir dil kullanıyor: Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak! (AYM’nin de buna eşdeğer bir sloganı tekrarladığı kararları var!) Bir slogan gibi görünen bu dil, aslında “tek” sıfatı üzerine. Türkiye siyâsetini eleştirel bir gözle incelemeye çalışanların öteden beri aşılması gerektiğini vurgulamaya çalıştıkları “monolitik” (tekçi) ve “homojen” (türdeş) toplum oluşturma ideolojisinin zirvesi. Bu zirve, aynı zamanda, otoriterlik geçmişi yüzyıl öncesindeki köklere dayanan Cumhuriyet’in bugün vardığı “post-faşizm” evresini de işaretliyor. Değişmek, değiştirmek için, biraz “idealist” gibi görünse de, bu dilden başlamak gerektiği ortada. Çünkü, herkes biliyor ki “tek” olmak bir gerçekliğe tekâbül etmediği, bu anlamda doğru olmadığı gibi, arzulanan bir ideal de olamaz. Bunun yerine, “birlik”ten, “birleşmişlik”ten söz etmek, hiç değilse toplumsal farklılıkların kabûlünü içerdiği için daha doğru.
Toplumu farklılıkların birlikteliği olarak değil de, yekpâre bir bütün (totalité) olarak görmenin siyâset dilindeki en önemli yansımalarından biri de, kuşkusuz, “millî irâde” ve buna bitişik olarak kullanılan “millî egemenlik”. Dikkât ederseniz, “tek millet” ise, o zaman onun irâdesini ifâde eden millî irâde de “tek”tir ve bu “tek” olma durumu, çoğulculuğu kabûl etmeyecek, çoğulculukla çatışacak, çoğulculuğu bastırmaya yönelecektir. Kaynağında Rousseau’nun en yaygın kabûl gören yorumuyla söylersek, “genel irâde” kavramının yattığı bu tekçi anlayış, totaliter rejimlerin de dayanağını oluşturmuş olan bir kavramdır. Buna bir de “kayıtsız, şartsız” nitelemelerinin eklendiği “egemenlik” de eklendiği zaman, çoğulcu bir demokratik düzeni tasavvur etmek, savunmak ve inşâ etmek bütünüyle imkânsızlaşır. Ülkemizin değerli kamu hukukçularından merhum Münci Kapani, neredeyse yarım asır önce yazdığı Politika Bilimine Giriş eserinde, millî irâde yerine seçmen çoğunluğunun irâdesi, egemenlik yerine de anayasa yapan iktidar anlamında “kurucu iktidar” kavramlarının kullanıldığını, kullanılması gerektiğini net olarak ortaya koymuştu. Ondan önce ve ondan sonra da bu gerçekliği işâret etmiş pek çok isim zikredilebilir. Bunların bilinmesine rağmen hâlâ aynı “tekçi” “totaliter” dilde ısrar edilmesini anlamak gerçekten zor. İktidarı anlamak belki mümkün, çünkü “tek millet=tek irâde=tek egemenlik=tek adam” denklemi, zâten post-faşizmin ifâdesi. Buna karşılık, “resmî muhalefet”in “millî irâde” söylemini bu denli benimseyerek muhalefet yapması, basit bir retorik olma, halk kitlelerine daha yakın durma gibi kaygılarla açıklanabilir mi?
Örneğin, geçtiğimiz gün açıklanan asgarî ücrete yönelik tutumlara bakalım. Burada, “tek millet” vurgusunu pek göremiyoruz. Emekçilerin taleplerine sırtını dönen iktidarın “sırtımızda yumurta küfesi var” söylemi, bu söyleme destek veren ortodoks iktisat âlimlerinin “ücret artışı-enflâsyon sarmalı tezi”, “tek millet” söylemini zedelemiyor mu? Milletin içinde “işverenler” ve “emekçiler” farklı çıkarları olan gruplar ve aralarında çatışma var. Burada “tek” nitelemesi, devleti, o da devletin başkanını, yürütme yetkisini ifâde ediyor ve çatışmayı “tek kişi” çözüyor. Çözüm, yüzde 54 civârında bir artış oluyor ve emekçilerin yer almadığı, devletin ve işveren temsilcisinin bulunduğu bir oturumda açıklanıyor. Çözümün gizlediği iki önemli husustan biri,
işverene devlet desteğinin %150 artırılmış olması, ikincisi ise işletmelerin kârlılık oranları patlama yaparken, emeğin payının sabit bile kalmayıp azalmış olduğu gerçeği. Buna, ücret artışı- enflâsyon sarmalının gerçek olmadığını gösteren çalışmaları da ekleyebiliriz. Görülüyor ki, ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda -Marxist bir anlam taşımasa bile- sınıf farkları ve çatışması âyân beyân ortaya çıkıyor, “tek millet” söyleminin “post-faşizm”deki anlamı da böylece belirlenmiş oluyor: Gerçekte var olan sınıf ayrımlarının ve çatışmalarının üstünü örten bir ideolojik şal! Muhalefetin bu şalı kaldırması, aynı dil üzerinden ücret pazarlığı yapması nedeniyle, mümkün değil.
Tekçi görüşün siyâsî dili, sadece sınıf farklılıklarını gizlemeye çalışmıyor, başka farklılıkların ve çatışma alanlarının da üstünü örtmeyi, daha doğrusu bu çatışma alanlarına yönelik baskı politikalarını meşrûlaştırmayı da amaçlıyor. Kadınların ve farklı cinsel yönelimleri olan birey ve grupların hak ve eşitlik talepleri başta olmak üzere, çocukların, engellilerin, ezcümle toplumun tüm “dezavantajlı kesimleri”nin talepleri bu bağlamda dikkat çekiyor. Asgarî ücret belirleme sürecinde görünür hâle gelen çatışmayı örtmeye çalışan totaliter dil, bu gibi çatışma alanlarının üstünü de, “kültürümüz” ifâdesiyle gündeme getirilen “tek kültür” kavramıyla örtmeye çalışıyor. Kültürün içinde önemli bir unsurun “din” ve “inanç” olduğunu hatırlatarak, bu kavramın zaman
zaman “dinimiz”, “inancımız” biçiminde ifâde edildiğini de belirtmek gerek. Bu açıdan, örneğin İstanbul Sözleşmesi’nden, tek kişinin tek taraflı bir irâde beyânıyla çekilinmesine, Sözleşme’nin “kültürümüz/dinimiz/inancımız” ile çatışması gerekçe gösterilebiliyor. Çocuk istismarı ayyuka çıktığında, bunun “dinimizde yeri olmadığı” vurgusu yapılırken, Taliban’ın kadınları hayattan men eden uygulamalarının da “dinimizle bağdaşmadığı” vurgulanıyor. Nihâyet, dün Diyânet buyurmuş ki yılbaşı kutlamaları “inancımızla, değerlerimizle uyuşmayan bir yozlaşma” imiş. Buradaki ifâdelerin öznesi olan “biz”, dikkât edilecek olursa, gramerdeki ikinci “çoğul” şahıs zamiri, “85 milyon”u “tek”leştiren, totaliter bir tarzda kullanılıyor. Kullananlar da “iktidar” mensupları, yâni “devlet”i yönetenler. Post-faşizme uygun bir kullanım.
Muhalefet göstermeli ki, böyle bir “tek biz” yok, farklılıkların birlikteliğinden oluşan “çoğulcu biz” var. Buna karşılık ne yapılıyor? Aynı “millî irâde” içinde, aynı “85 milyon” retoriği içinde – İstanbul olunca bu “16 milyon İstanbullu”nun irâdesi oluyor!- mukabele ediliyor. Hattâ, bâzen daha da ileri gidilip, bir iktidar değişikliğinden sonra, asıl hedefin Türkiye’yi fabrika ayarlarına yeniden kavuşturmak olduğu da vurgulanıyor. O fabrika ayarlarının en temel unsurlarından biri, toplumun “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olduğu/olması gerektiği düşüncesiydi. Bugünkü post-faşizm o ayarların bir netîcesidir, belki de zirve noktasıdır. Aslolan, totaliterliğin siyâsî dilini terk etmektir.