Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (1): Çöl çadırında Erbakan-Kaddafi görüşmesi

35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitler aktaracağım bu podcast dizisine 6 Ekim 1996 günü, akşam saatlerinde Libya’da bir çöl çadırında dönemin başbakanı Necmettin Erbakan ile Libya lideri Muammer Kaddafi arasındaki, cumhuriyet tarihimizin en büyük skandallarından biri olan görüşmeyle başlıyorum.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

  • 35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında, Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da; ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle, 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim. Yani: “Hatırlıyorum” 

Merhaba. İyi günler. “Gomaşinen”in ilk bölümünde, 1996 yılının Ekim ayının başlarına ve Kuzey Afrika’ya doğru yola çıkıyoruz. Necmettin Erbakan, Refahyol hükümetinin başbakanı ve ikinci yurtdışı gezisini yapıyor. Gezisinin birisi, ilki Mısır, ardından Libya ve en sonunda da daha aşağıya inip Nijerya’ya gidecek ve Türkiye’de Refahyol hükümetinden rahatsız olan çok güçlü bir devlet var. “Derin devlet” dediğimiz ve onun işbirliği içerisinde olduğu büyük medya var, iş çevreleri var, bazı meslek kuruluşları var, yüksek yargı var, asker var vs. vs.. Böyle bir ortamda Erbakan, çok iddialı bir geziye çıkıyor. Mısır, Hüsnü Mübarek’in lideri olduğu bir Mısır ve Hüsnü Mübarek Erbakan’dan hoşlanmıyor. Çünkü kendi ülkesinde en büyük rakibi “Müslüman Kardeşler” ya da Arapçasıyla “İhvânü’l-Müslimîn” ve bu hareketin de Erbakan’la arasının çok iyi olduğunu biliyor. Birazcık zoraki bir ziyâret olacak. Ardından Libya’ya geçilecek ve Muammer Kaddafi var. Muammer Kaddafi, değişik bir lider. İslâmcı desek değil; solcu desek değil. Erbakan’la eskiden beri bir tanışıklıkları var ve burada çok ciddi bir gündem var. O da Türk müteahhitlerinin Libya’dan alacağı paralar, sürekli ertelenen paralar ve Erbakan’ın Kaddafi ile dostluğuna istinâden bu paraları tahsil etme beklentisi… Nijerya, bambaşka bir ülke. Neden bu geziye eklendiği bilinmeyen bir ülke. Çok büyük bir ülke, ama Türkiye’yle çok fazla ilişkisi olmayan bir ülke. Zaten o, Erbakan’ın Afrika gezisinin turistik ayağı olarak görülüyor. 

Böyle bir geziye, ben gazeteci olarak katıldım. Normalde hiçbir yerde çalışmıyordum. Milliyet gazetesindeydim, ayrılmıştım. Serbest gazetecilik yapıyordum – ki Türkiye’de çok kolay olabilen bir şey değildir. O tarihte, Türkiye’de televizyonlarda gazetecilik denince, ilk akla gelen yerlerden birisi ATV idi. Ali Kırca’nın başında olduğu haber merkeziydi. ATV’nin haber bülteni ve Ali Kırca’nın yönettiği “Siyaset Meydanı” yayınları idi. Böyle bir tarihte Ali Kırca beni “Siyaset Meydanı”na değişik kerelerde konuk olarak çağırmıştı. Kürt sorunu, İslâmî hareket vs. konularında ve ben, serbest çalışan bir gazeteci olarak, kendilerinden telif istedim. Bildiğim kadarıyla, “Siyaset Meydanı”na çıkıp para alan ilk yorumcuydum. Daha sonra Ali Kırca, benim serbest çalıştığım dönemde –Ali Kırca ve ekibi diyelim, orada çok arkadaşlarım vardı– benimle daha düzenli bir ilişki kurmak istediler ve yaklaşan bir, Refah Partisi’nin Genel Kurul’u vardı. Kongresi vardı, 13 Ekim 1996’da yapılacaktı, 4. kongre. Benimle yorumcu olarak anlaştılar. Ben, kongre öncesinde, kongre sırasında ve sonrasında ATV adına yorum yapacaktım. Canlı yayınlarda konuşacaktım. Bu arada Erbakan’ın Afrika gezisi belli oldu. Ben kendilerine, “Bâri buraya da gideyim” dedim. Düşündüler. O dönemde ATV’nin imkânları da çok genişti. “Tamam” dediler ve beni ATV’nin ekibine eklediler. ATV’nin ekibi, iki kişilik bir ekipti. Muhabir olarak Murat Çelik, kameraman olarak –soyadını hatırlayamıyorum– Ateş. Ben de onlarla birlikte, o uçakta gittim. Büyük bir THY uçağıyla gittik. 

Çok geniş bir kafileydi. Çok sayıda gazeteci vardı. Gazetecilerin ezici bir çoğunluğu Ankara’dandı. Ankaralı temsilciler, Milliyet’in, Hürriyet’in, Sabah gazetesinin temsilcileri, muhâbirler, kameramanlar, foto muhâbirleri… Çok sayıda iş insanı vardı. Ezici bir çoğunluğu erkekti. MÜSİAD’cılar vardı meselâ, ama MÜSİAD’cıların dışında da kişiler vardı. Bakanlar vardı, Abdullah Gül vardı meselâ. Refah Partisi’nden epey sayıda milletvekili de vardı. Bir uçak dolusu heyetle biz, Afrika’ya gittik ve burada tabii ki Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinin en büyük diplomatik skandallarından birisinin yaşanacağını bilmiyorduk. Bu, Libya’da bir çölde, bir çadırda yaşandı. Kaddafi’nin yol açtığı çok büyük bir diplomatik skandaldı ve ben de onu orada bizzat, o çadırda izleyen, tanık olan, çok yakından tanık olan kişilerden birisiydim. Ama o skandala gelmeden önce, Mısır’la ilgili bir şeyler anlatmak istiyorum. Çünkü Mısır’da, gazetecilik hayatımın –ki 10. yılı filan olsa gerek, 11. yılı, 1996 olduğuna göre– ilk büyük atlatma haberini yaptım diyebilirim. Çünkü ben çok sayıda gazetecinin birlikte gittiği olaylara katılan bir gazeteci değildim. Katıldığım ilk ciddi siyâsetçi gezisi buydu. Yani rakipleri pek yoktu. Benim yaptığım işler de kendi başıma yaptığım işlerdi. 

İlk defa çok sayıda gazeteciyle birlikte bir olayı izlemeye gidiyordum ve burada, Mısır’da ilk büyük atlatma haberimi yaptım. Olay şuydu: Herkes başından îtibâren, Erbakan’ın Mısır’a gittiğinde Müslüman Kardeşler’le görüşüp görüşmeyeceğini merak ediyordu. Erbakan’a gazeteci olarak ulaşmak çok zordu. Sorduğunuz sorulara cevap almak ayrıca zordu. Erbakan’ın yakın çevresindeki kişiler de gazetecilerin bu tür sorularına pek cevap vermezlerdi. Dolayısıyla sürekli spekülasyonu yapılan husus, Erbakan’ın Müslüman Kardeşler’le görüşüp görüşmeyeceği idi. Böyle bir ortamda, Kahire’ye bir akşam vakti vardık. Orada, Türk bayrağının inik olup olmadığı yolunda birtakım spekülasyonlar yapıldı ve çok sayıda gazeteci, bunu böyle haber yaptı. İlk günden bir skandal haberi yaptılar. Ne derece doğruydu? Emin değilim. Ardından ertesi gün Erbakan, sarayında Hüsnü Mübarek ile görüşmeye gitti. Biz de bir grup gazeteci, sarayın dışındaki bir otobüsün içerisinde beklemeye başladık. Neyi beklediğimizi de bilmiyorduk. İçeri almadılar. Çok sıcaktı, onu hatırlıyorum ve ben sonunda bıktım. Yani zaten ATV’den arkadaşlar oradaydılar. Otele döndüm. Otele döndüm ve birden aklıma bir şey geldi. O da şu: Bu olaydan bir müddet önce meslektaşım Banu Güven, benden Müslüman Kardeşler’le ilgili bir bağlantı istemişti. Bir telefon numarası bulup bulamayacağımı sormuştu. Ben de tanıdığım birtakım yabancı arkadaşlarım üzerinden, Mısır’da çalışan Fransız bir-iki arkadaşım vardı; onlara sordum ve onlar üzerinden bir telefon numarası bulmuştum. Onu da Banu’ya vermiştim. İşine yaradı mı inanın bilmiyorum. Daha sonra bu aklıma geldi ve otelden Banu’yu aradım. Dedim ki: “Ya, ben sana bir numara vermiştim, şunu bana versene”. “Niye, ne yapacaksın?” dedi. “Ben Mısır’dayım, Erbakan’la beraber” dedim. Aldım numarayı, aradım. 

Bir şey çıkacağını açıkçası sanmıyordum. Ama çıktı. Karşıma önce yabancı dil bilmeyen birileri çıktı. Sonra yabancı dil bilen birisini buldular ve ben kendilerine anlattım. “Ben Türkiye’den, ATV’den Ruşen Çakır. Müslüman Kardeşler yetkilileriyle konuşmak istiyorum. Tercihen, 1 numara olan, mürşit olan Mustafa Meşhur ile konuşmak istiyorum. Acaba böyle bir şey yapar mı? Bize röportaj verir mi televizyon için?” diye, ya tutarsa diye bir şey söyledim. Telefonda beklettiler beni ve sonra “Tamam” dediler. Çok şaşırdım açıkçası. Böyle çok da mutlu oldum. “Tamam,” dediler. Sonra ayarlandı. Bir saat verildi. Adres verildi. Adres, Mustafa Meşhur’un evi. Ama bana dediler ki: “Orada Mustafa Meşhur kendisi olacak. Ama kendisi yabancı dil bilmiyor. Yani dil meselenizi kendiniz çözeceksiniz.” Bunun üzerine yine tanıdığım Fransız arkadaşlar üzerinden, İngilizce ve Fransızca konuşan bir kadın gazeteci buldular bana. O geldi otele. Tabii ki belli bir ücret karşılığı. Ondan sonra biz gideceğiz ve röportajı yapacağız. Bu arada Erbakan toplantıyı bitirmiş, otelde bir basın toplantısı yapıyordu. Tabii doğru dürüst bir şey anlatmadı. Ne olduğunu tam aksettirmedi. Çok protokol cümlelerle… Ben, kameraman Ateş’i orada bekledim. O çekimini yaptı ve biz hemen, o mihmandar kadın gazeteciyle birlikte bir taksiye atlayıp, Mustafa Meşhur’un evine gittik. 

Çok kötü bir trafik vardı. Hâlâ öyledir herhalde Kahire’de trafik. Ondan sonra evine vardık. Bizi çok iyi karşıladı. Bize kendi eliyle kola sundu. Çok da güzel, her sorduğumuza cevap verdi. Ateş de çok güzel görüntüler aldı ve soru şuydu tabii, çok basit: “Erbakan’la görüştünüz mü?” İlk soru buydu. O da “Görüşmedik, ama kendisi bizim çok yakın dostumuzdur, arkadaşımızdır… biz zaten sürekli temastayız, ama onu zor durumda bırakmak istemediğimiz için, böyle bir talebimiz de olmadı” dedi ve bol miktarda Türkiye üzerine, Erbakan üzerine bir röportaj yaptık. Ondan sonra da apar topar, biter bitmez tekrar o trafiğin içerisinde otele döndük. Koşa koşa döndük, çünkü ana haber bültenine bunu yetiştirmek istiyorduk. Görüntü yetiştirmemiz o günün koşullarında mümkün değildi. 1996 yılından bahsediyorum. Otelde, Murat Çelik telefonda Mısır gezisini anlatıyordu ve bu arada tabii bizim Müslüman Kardeşler’le görüşeceğimizi duyurmuş Ali Kırca. Sürekli onu anons etmişler ve biz ucu ucuna yetiştik. Ben de telefonla bağlanıp, orada Mustafa Meşhur’la görüşmemizi özet olarak anlattım. Daha sonra o görüntüler, yani çekilen görüntüler uçağa iletildi bir şekilde. Türkiye’ye giden uçağa ve ertesi gün, bir gün sonraki ana haber bülteninde de o röportaj yayınlanmıştı. Tabii biz uzakta olduğumuz için bilmiyoruz. 

Yaptığımızın bir atlatma olduğunu biliyorduk; ama bunun etkisinin nasıl olduğunu anlamak için ertesi günü beklemek gerekti. Ertesi gün Libya’ya uçuyoruz. Uçaktayız. Uçağa binmişiz ve Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Müdürlüğü herhalde, o günün gazetelerini ve bir akşam öncesinin haber bültenlerini tarayıp, bir metin yapmışlar. Birkaç sayfalık bir şey. Onu herkese, tabii öncelikle Erbakan’ın kendisine, ama bizlere de dağıttılar. İlk başta gazetelerin birinci sayfaları vs. diye gidiyor; sonra televizyonların haber bültenleri ve orada tabii ki ATV’de bizim Müslüman Kardeşler lideri Mustafa Meşhur’la yaptığımız röportaj. Onu gören herkes… tabii ki Ankara gazetecileri… zaten Ankara gazetecileri İstanbullu gazetecileri pek sevmezler, orada daha ilk günden hepsini atlattığımı ve bu atlatmanın benim için iyi, ama sonuçta aldığım tepkiler nedeniyle çok da kolay bir şey olmadığını bana göstermişti ve daha sonra benim Libya’da ne “haltlar” karıştıracağımı merak eden birtakım meslektaşlarım da olmuştu. 

Ama Libya’da bir halt karıştırmamız gerekmedi. Çünkü Libya’da, bütün hepimizin önünde bir olay oldu. O da işte meşhur, çadırdaki “aşağılama” diyelim, Kaddafi’nin aşağılaması. Olay şöyle: 6 Ekim, bekliyoruz; bir otele yerleştik ve Kaddafi’yle buluşacağız. Nerede, nasıl buluşacağımız bilinmiyor. Çünkü Kaddafi, sürekli tehdit altında olduğu için, nerede olduğunu gizleyen bir siyâsetçi. Batı’dan, ABD’den ve diğer yerlerden gelebilecek saldırılardan korunmak için diyelim. 6 Ekim 1996 günü, öğleden sonra yola çıktık. Önce bir uçağa bindik. Uçakla gittik. Ardından farları söndürülmüş otobüslerle çölde yol aldık. Gazetecilerin dışında, çok sayıda iş insanı da vardı. Büyük bir merakla ve heyecanla, bu olaya tanıklık etmek istiyorlardı. Çünkü Kaddafi başlı başına önemli bir şahsiyetti ve gittik. Kocaman, dev bir çadırda önce bir akşam yemeği. Yemekten önce Kaddafi, biz gazetecileri çağırdı. Yani yanına kadar gidebildim Kaddafi’nin. Suratı bir acayipti. Böyle hani, tablolarda yapılan yaşlı insan suratı gibi, çizgi çizgi… Çok etkileyici birisiydi tabii ve onun yanında bir tercümanı vardı. Türkçe tercümanı. O bize kısa, ayaküstü, Erbakan’la beraber bize “hoşgeldiniz” dedi. Çok iyi, güzel sözler söyledi. Sonra büyük bir çadırda akşam yemeği yendi ve yemeğin ardından Erbakan’la Kaddafi görüşmeye çekilecekler. 

Normal şartlarda bu olay, yani protokol şöyle oluyor: Görüşüyorlar, görüşme sonrası çıkıyorlar ve birlikte basına açıklama yapıyorlar. Ama burada ilginç bir şey oldu. Kaddafi, görüşmenin öncesinde biz gazetecileri çağırdı. Biz şaşırdık. Özellikle daha tecrübeli olan meslektaşlarım, “Allah Allah” filan dediler ve hiç unutmuyorum, o sırada Ankara Milletvekili ve Erbakan’a en yakın isimlerden birisi olan Hasan Hüseyin Ceylan’a sorduk, “Hasan Hüseyin Bey, ne oluyor?” dedik. O da dedi ki: “Bakın, Kaddafi, Hoca’mızı ne kadar seviyor. Hemen daha buluşmadan önce, kendisi sizleri çağırıp onu sevdiğini, nasıl saygı gösterdiğini gösterecek.” Ve Kaddafi o lâfları etti: “Oldum olası merak etmişimdir. Şu gökkubbenin altında, neden bir Kürt Devleti bulunmuyor?” diye bir başladı; Osmanlı Devleti’ne, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik çok sert eleştiriler, suçlamalar… ve bir diplomatik skandala tanıklık ettik. Hiç unutmuyorum, Abdullah Gül o sırada Devlet Bakanı’ydı. Sessiz bir şekilde çadırı terk etti. Sonra o girizgâhın ardından, çadıra baş başa görüşmeye gittiler ve biz dışarıda, neye uğradığımızı şaşırmış bir halde kaldık. Bazıları dedi ki: “Çevirmen yanlış yapmış olabilir mi?” filan. Tabii bu kaydedildi. Kaydedilmişti Kaddafi’nin sözleri. Orada, ayaküstü, Arapça bilen insanlar dinlediler ve çeviride hiçbir hata olmadığını söylediler. Neye uğradığımızı şaşırdık. 

Çok büyük bir skandaldı. Tabii bu skandal, Erbakan’dan rahatsız olan ve Refahyol hükümetinden rahatsız olan kesimlerin arayıp da bulamadığı bir şeydi. Yani “Erbakan bizi Bedevî çadırında rezil etti” gibi bir perspektifle… Birçok insan, neye uğradığımızı şaşırdık, ama çok insan da bundan aslında memnuniyet duydu. O insanların bir kısmının şu anda AKP iktidarına bayağı destek veriyor olduklarını görüyorum. Bazı gazeteciler var. Ama çok mutlu oldular bundan. Ondan sonra ertesi günü var. Ertesi gün çok acayip geçti. Çünkü heyetler arası görüşmeler var ve ortak bildiri hazırlanacak. Hazırlanamadı, saatler sürdü. Çok büyük tartışmalar dönüyordu belli ki. O yaşanan büyük skandalın ardından… Ama bir de işin tabii bambaşka, gazetecilikle ilgili ve yine atlatma habercilikle ilgili bir yönü var. O da şu: Bütün bunlar çölde, akşam geç bir saatte oluyor ve o büyük şokun ardından, tabii gazeteciler bunu haberleştirmek istiyorlar. Hepimiz istiyoruz, ama nasıl yapacağız? İnternet imkânı yok. Telefonlar çekmiyor vs.. Sonunda dendi ki: “Otele gidelim, orada başımızın çaresine bakalım”. Otele varıldı, çok geç bir saatti. Geceyarısını geçmişti ve sonuçta şöyle bir mutâbakata varıldı: “Sabah herkes otursun, haberini yazsın, geçsin. Böylece hiç kimse kimseyi atlatmasın” dendi. Tamam, oldu. Benim zaten olayla çok alâkam yok; çünkü ATV’nin dışarıdan katılmış bir elemanıyım. Daha çok bu, gazeteleri ilgilendiren bir husustu. Televizyonların o saatte yayın yapması filan olabilecek bir şey değildi. Ama sonra, o yorgunluğun ardından sabah kalktığımızda, tüm Türkiye’nin bu skandalla çalkalandığını öğrendik. Sonra işin aslı çıktı ortaya. Milliyet gazetesi İstanbul’da yıldırım baskı yapmış sabaha karşı. Birkaç bin adet gazete basmışlar. Ama bu basılan gazeteler –o tarihlerde çok yaygındı; hâlâ var, ama o tarihlerde çok daha yaygındı– radyolarda, bütün radyolarda bu okunmuş. Tabii ki çok büyük olay, büyük skandal ve tüm Türkiye Milliyet gazetesi üzerinden bu olaydan haberdar oluyor. Tabii Milliyet gazetesi herkesi atlatmış oluyor. Milliyet gazetesinde, o sırada orada Fikret Bila var, Ankara temsilcisi. O yapmış. Genel Yayın Yönetmeni de Derya Sazak’tı. Tabii bu, çok şeyleri karıştırdı orada. Diğer Hürriyet ve Sabah –Sedat Ergin ve Fatih Çekirge diye hatırlıyorum–, onlar çok bozuldular. “Anlaşmıştık, nasıl böyle bir şey olur?” diye ve Fikret Bila’yı orada “aforoz” ettiler bu yüzden. Ama ben Fikret Bila’ya sordum. Dedim: “Nasıl oluyor? Gerçekten sen anlaşmayı mı bozdun?” diye. “Abi” diye sordum; “abi” diye hitap ederim kendisine. O da bana dedi ki: “Aslında öyle değil o olay, herkes bir şey denedi, yapamadı; ben yaptım. Diğerleri de denemiş bildiğim kadarıyla” dedi. Mesela Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkök’e ulaşılamamış, ama nöbetçi birisine ulaşılmış. O da, “Savaş dışında biz yıldırım baskı yapmayız” demiş. Ne derece doğru bilmiyorum ve orada, gezinin geri kalan bölümünde de Fikret Bila, diğer meslektaşları ve özellikle Ankara temsilcileri tarafından aforoz edildi. Hiç o toplu halde olunan yerlere katılamadı. Evet, bu benim tanık olduğum, gazetecilik hayatımda tanık olduğum en büyük diplomatik skandaldı. Bundan böyle, daha çok insânî dramlara vs. tanık oldum, ama bu, yaşadığım en çarpıcı olaylardan birisidir ve bu podcast dizisine başlamak için de herhalde en mâkul örneklerden birisidir.

Bitirmeden bir şey anlatmak istiyorum. O da şu — bilmeyenler çoktur: Erbakan’la benim bir hısımlığım vardır. Erbakan’ın geçenlerde rahmetli olan kardeşi, diş doktoru Kemalettin Erbakan, benim halamla –halam derken, babamın kızkardeşi değil, ama babamın amcasının kızı, ama hala–, Güner Çakır ile evliydi ve ben bunu birtakım Refah Partisi’nden insanlara da söylemiştim. Bunlardan birisi de Abdullah Gül’dü. Her şey bitti. Nijerya’da bitti. Nijerya, zaten bir acayipti. Niçin gittiğimizi anlamadığımız bir şeydi. Uçakla Türkiye’ye dönüyoruz ve Erbakan nihâyet biz gazetecileri kabul etti. O âna kadar hiç kabul etmemişti, yani giderken. Seyahat boyunca da basın toplantıları dışında hiç sohbet etmemişti. En sonunda sohbet için bizi ön tarafa çağırdılar. Ben de ilk gidenlerden birisiydim. Hemen Erbakan Hoca’nın arkasında bir yerdeydim ve insanlar gelmeye başladı, diğer meslektaşlar. Orada Abdullah Gül dedi ki Erbakan’a: “Hocam, Ruşen Bey sürekli sizinle akraba olduğunu söylüyor. Bu doğru mu?” dedi. Ben de neye uğradığımı şaşırdım. Herkes bana baktı. Erbakan Hoca, kafasını böyle ağır bir şekilde çevirip, onun bir konuşma üslûbu vardır: “Öyle mi? Nasıl?” dedi. Ben tabii kıpkırmızı oldum hâliyle. Erbakan’la ben hısımım, ama o bilmiyor. Yani ben yalancı durumuna düşeceğim filan… Ben de “Güner Erbakan benim halamdır” dedim – ki Güner Erbakan, Erbakan İstanbul’a gittiğinde, Güner Halalar’ın evinde kalıyor, onu da biliyorum. Bunun üzerine Erbakan Hoca, Allah rahmet eylesin, “Hiç sanmam!” dedi. Hiç sanmam deyince, ben tabii ki iyice kıpkırmızı oldum. Herkes bana döndü tabii. Ben de neye uğradığımı şaşırdım. Sonra devam etti: “Eğer öyle olsaydı, sizi çoktan Millî Görüşçü yapmıştı” deyince güldük ve insanlar hakîkaten benim yalan söylemediğimi anladılar. Evet, Erbakan değişik birisiydi. Değişik bir siyâsetçiydi. Hakkında çok yazdım, ama kendisini birkaç kere gördüm. Bunlardan sonuncusu 7 Aralık 2010’da ölümünden kısa bir süre önce. Çünkü  2011’de Şubat ayında vefat etmişti. Yanılmıyorsam son söyleşisiydi. Mirgün Cabas ile birlikte biz, Ankara’da Saadet Partisi Genel Merkezi’nde, kendisiyle uzun bir röportaj yapmıştık. Orada da şöyle bir diyalog geçmişti aramızda, canlı yayında. Ben orada, o tarihte 25 yıllık gazeteciyim. Dedim ki: “Ben 25 yıldır ekmeğimi sizden kazanan biriyim” dedim. Çünkü İslâmî hareketler üzerine çalışan, Millî Görüş, Refah Partisi üzerine çalışan birisiyim. O da bana: “Estağfurullah! Afiyet olsun, şifâ olsun” cevabını vermişti ve Mirgün’le beni yayın sırasında epey güldürmüştü. Tekrar kendisine rahmet diliyorum. 

Evet, ilk “Gomaşinen”i burada noktalıyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.