Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (1): Bahçeli’nin savaş çağrısı & FETÖ’nün siyasi ayağı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Medyascope’ta yeni bir programla, “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bugünden itibaren her hafta cuma günü saat 16.00’da, Kemal Can ile birlikte, bitmekte olan haftaya beraber bir bakacağız. Özellikle siyasette yaşananları, yaşanabilecekleri değerlendireceğiz. Bazen konuk da alabileceğiz. Değil mi Kemal?

Kemal Can: Tabii.

R.Ç.: Evet. Ama esas olarak Kemal ile beraber yürüteceğiz. Programımız hayırlı olsun diyelim, Kemal.

K.C.: Evet, inşallah faydalı oluruz.

R.Ç.: Faydalı olur, merak etme. Ben salı günü Ankara’ya grup toplantılarını izlemeye gittim biliyorsun. Gittiğimde Meclis gündeminde Bahçeli’nin grubu yoktu. Zaten AK Parti de grup toplantısı yapmıyordu. Üç parti vardı, MHP yoktu. Ama sonra meslektaşlar, “Devlet Bey son anda grup toplantısı yapmaya karar verdi” dediler. Zira İdlib’den yine şehit haberi geldi. Bir önceki hafta da şehit haberi gelmişti. Devlet Bey’in de konuşmasında ağırlıklı husus tabii ki İdlib’di. Ayrıca FETÖ’nün siyasî ayağı meselesiyle CHP’ye yönelik suçlamalar vardı. Sen de ben de Bahçeli’yi bayağı yakından tanıyoruz. Hatta seninle beraber Milliyet için bir röportaj yapmıştık kendisiyle.

K.C.: Evet.

R.Ç.: O zaman sigara da içerdi sümen altından çıkartıp…

K.C.: Evet.

R.Ç.: Sağlığı konusunda toparlamış diyorlar. Ama biraz yorgun gördüm ben, hastalık bayağı etkili oluyor herhalde.

K.C.: Zaten birkaç haftadır “Görülen lüzum üzerine” diye erteleniyordu; onların da sağlık nedeniyle olduğu söyleniyordu. Çıkıp grup konuşmasını yapabilecek ölçüde bir toparlanma yaşadığı görülüyor. Ama demek ki geçirdiği rahatsızlıktan biraz sarsıldığı anlaşılıyor. Zaten bir tür gündem kurmak ve önemli bir gündem açılışı yapmak için özellikle gelmek istediğini tahmin ediyorum. Ama o birkaç hafta üst üste gelmemesinin yarattığı rivayetler ve söylentileri de ortadan kaldırmak için bu grup toplantısına gelmek istediğini düşünüyorum. Belki sen de tanık olmuşsundur, anladığım kadarıyla Ankara kulislerinde sağlık durumu üzerine spekülasyon yapmaya yatkın bir kulis kaynıyor.

R.Ç.: Evet, orada bir basın toplantısı yaptı, bir sorun çıkmadı. Artık prompter’dan okuyor biliyorsun. Ama ona rağmen özellikle gazeteciler arasında yine spekülasyonlar vardı. Konuşmasının bir bölümü İdlib üzerineydi ve çok çarpıcıydı. Hatta şöyle bir şey oldu: Grup toplantısının çıkışında MHP’den tanıdık bir milletvekili “Boşuna gelmediğiniz belli oluyor” dedi. Çünkü hakikaten Devlet Bey, –gazetecilik tabiriyle– manşeti verdi: “Türk milleti gerekirse, başka seçenek görülmezse, Şam’a girmeyi planlamalı ve zalimleri yerle yeksan etmelidir” diyerek bir anlamda savaş çağrısı yaptı. Konuşmasında,“başka bir seçenek görülmezse” ve “gerekirse”diyerek buraya bir şart koştu, ama yine de bunun dile getirilmesi çok çarpıcı. Konuşmasının bir başka bölümünde de Rusya’yı suçlayarak, “Bunu aslında Suriye yapmıyor, bunu Rusya yapıyor” diyerek, hükümeti Rusya ile ilişkileri gözden geçirmeye çağırıyor. Çok dikkat ettim; hükümete yönelik uyarılarını, itirazlarını çok kibar bir şekilde yapıyor. Yani “Hükümet Rusya ile ilişkileri kesmeli!” demiyor, “Gözden geçirmeli” diyor. Ama Rusya’ya karşı çok sert bir tavır. Nitekim Devlet Bahçeli’nin açıklamaları üzerine Rusya’dan da ciddi bir uyarı geldi. Bahçeli’nin daha önce “Suriye’ye, Şam’a da gitmeli” dediğini pek hatırlamıyorum doğrusu. Konuşmasını okumuşsundur ya da izlemişsindir; Suriye krizinin başından itibaren, bu kadar net bir Esad karşıtlığı var mıydı? “Esad şöyle kötü, böyle kötü, zalim, savaş suçlusu” diye haddini bildirdiği oldu mu? İdlib’de Türk Silahlı Kuvvetleri’ne peş peşe gelen saldırılarla alakalı olabilir mi bu? Açıkçası tam olarak emin olamadım.  

K.C.: Genel olarak, MHP’nin iç politikadaki bir tür tavır değişikliğinin, dış politikada da karşılığı var dediğin gibi. 2011’de Suriye Krizi ilk ortaya çıktığında, AK Parti iktidarının, Amerika’yı da davet ederek, Esad’ı yıkma, Esad’ı ortadan kaldırma perspektifinin, hatta gidip “Şam’da namaz kılma” iddialarının olduğu dönemde, Bahçeli’nin tam tersi, o tür çıkışlara son derece mesafeli olduğunu biliyoruz. Zaten böyle konuşmaları da var. Hatta biraz muhalefet tarafından konuşuyordu — ki zaten onların yaşandığı süreçte hâlâ bir muhalefet partisi hüviyetindeydi. Dolayısıyla Suriye politikasında da, AK Parti politikalarının, özellikle Davutoğlu politikalarının arkasında duran bir isim değildi. Hatta hatırla, Davutoğlu başbakanlıktan alındıktan ve ittifak oluştuktan sonra, Bahçeli’nin Davutoğlu’na yönelik eleştirilerinin önemli bir kısmında Suriye politikasının yanlışlığına vurgular vardı.

R.Ç.: Geçen hafta biz burada Davutoğlu’nu konuk ettik biliyorsun. O da “Demirtaş ve Bahçeli hep bana yükleniyorlar” dedi. Demirtaş’ı anlarım, çok somut; haziranla kasım arasındaki süreçte yaşananlar, tek başına bile yeterli. Bahçeli’nin bu Davutoğlu alerjisi –en kibar laf olarak bunu buldum– çok bariz. Öteden beri her fırsatta Davutoğlu’na çakıyor.

K.C.: Çünkü şöyle bir şey var: Davutoğlu döneminde, tersinden biçimde, MHP’nin de bir muhalefet partisi olarak karşıya alındığı, hatta koalisyon görüşmeleri sırasında, 7 Haziran’dan sonra Davutoğlu’nun CHP ile koalisyona daha sıcak baktığı yolunda bir genel kanı var. Yani MHP alerjisinin, aynı şekilde Davutoğlu’nda da yüksek olduğu konusunda bir fikri var. Ama daha önemlisi, MHP’nin bu tavır değişikliğinin içerisinde şu var: Bu, cemaat meselesini konuşurken de önümüze gelecek. MHP, kendi pozisyonunu açıklayabilmek için Erdoğan’ı, bir tür problemlerin dışına taşımanın ihtiyacı içerisinde. Daha önce, beka davası nedeni olarak söylediği bir liderle ortaklığını açıklayabilmesi için, daha önce öyle düşünmesine neden olanlara bir suçlu bulması lazım.

R.Ç.: Yani kendisi fena değil, çevresi kötü.

K.C.: Tabii, tabii. Cemaatle ilişki konusunda bir günah keçisine ihtiyacı var ki günah onun olsun, Erdoğan’a desteği makûl hale gelsin. Suriye politikasındaki tavır değişikliğine bir günah keçisi bulmalı ki açıklayıcı olsun — ki bunların çoğunda tabanını bile çok ikna edebildiği söylenemez. Yani Erdoğan’ı kollama girişimini referandumda da cumhurbaşkanlığı seçiminde de gördük. Senin o “kibarlık” diye söylediğin şeylerde de böyle bir doz var. MHP’nin dilinde bir tür, Erdoğan’da ya da AK Parti’de olandan daha fazla, sorunlardan Erdoğan’ı kurtarma gayreti, kaçınılmaz olarak var. Kendi politikası için buna ihtiyacı var.

R.Ç.: İdlib’e dönecek olursak; Bahçeli’nin bu çıkışının ardından, sıcağı sıcağına Ankara’daki büromuzda bir değerlendirme yaptım. Bu bir savaş çağrısı. Ama kendisi de buna “gerekirse” diyerek bir şart koyuyor. Erdoğan’ın buna uymayacağını kendisi de biliyor. Ama bunu söyleme ihtiyacını hissediyor. 

Bir de şöyle bir şey var tabii, o çok çarpıcı: Mesela Erdoğan, Rusya’ya karşı Amerika ya da NATO kozu gibi bir şeyleri en azından gösterir gibi yapıyor. Bahçeli’de o da yok. Bahçeli konuşmasında ne dedi? “Rusya’ya sırtımızı döneceğiz, Şam’a gideceğiz.” Nasıl yapacağız? Orada üç şeyi peş peşe söyledi. “Bir Türk cihana bedeldir”, “Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur”, bir de, “Ne mutlu Türküm diyene” dedi galiba…

K.C.: Hayır, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”.

R.Ç.: Tamam, evet, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”. Sonuçta ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Türkiye, Rusya’yı da karşısına alarak tek başına… Bunun hiç rasyonalitesi yok.

K.C.: Ama zaten şimdi şöyle bakalım: Çok da uzun değil, yani böyle yıllara yayılan politik manevralardan bahsetmiyoruz. Topu topu bir yılın içerisinde, sadece Suriye düzleminde yaşadıklarımıza bakalım. Bayağı Avrasya hattına geçip, S-400’leri alıp, Amerikan emperyalizmine Avrasya cephesi ile posta koymaya kalkan bir yerden, şimdi NATO’yu desteğe çağırdığı “Moskof’un üzerine, Şam’a yürüyoruz”a gelen bir politik manevrayı 6 ay içerisinde yapabilmek ve neredeyse aynı hamaset ve argümanlarla bunu sağlayabilmek hiç kolay bir politik manevra değil.

R.Ç.: Ama sonuçta, Türkiye hiçbir şey yapamıyor şu anda.

K.C.: Tabii. Ama sonuçta, çok uzun bir süredir iç politikada da, dış politikada da aynı durum söz konusu. Bunu da bu FETÖ ve FETÖ’nün siyasî ayağı meselesi dolayısıyla konuşacağız herhalde. Yani yapamamayı, retoriği yükselterek telafi eden, dengelemeye çalışan bir politika. Ama Bahçeli’nin burada önemli bir özelliği var. Bazıları buna danışıklı dövüş yorumu yapıyor, bir tür “ona söyletiyorlar” deniyor. 

R.Ç.: Bence değil. 

K.C.: Öyle de olsa, öbür türlü de olsa, yapılsın ya da yapılmasın, çerçeveyi çizen, seçim stratejisi anlamında çerçeveyi çizen, rejim ya da anayasa değişikliğine giden süreci belirleyen, siyasî aritmetiğin ve ittifaklar düzeninin nasıl biçimleneceğini çizen, dış politikada da, aslında daha önceki süreçte de, Suriye’ye dönük diğer operasyonlarda da, çerçeveyi çizen ve bunun başlatıcı çıkışını yapan Bahçeli.

R.Ç.: Bahçeli’nin konuşmasından sonra kuliste gazetecilerle, meslektaşlarla sohbet ederken “Ya bu olmaz tabii ki” dediğimde, –şimdi ismi aklıma gelmedi kusura bakmasın– birisi, “Öyle diyorsun ama, Erdoğan genellikle hep Bahçeli’nin dediği noktaya geldi” dedi. Senin de saydığın şeyler. Ama bu öyle gelinebilecek bir nokta değil. Şu anda Türkiye’nin, Erdoğan’ın, şu ya da bu nedenle kendi iç krizini örtmek, şu, bu için… Şam’a gitmek… 

Mesela, Erdoğan çarşamba günü grup toplantısında, en son yaptığı açıklamada “Havadan, karadan misliyle cevap vereceğiz” dedi. Şimdi o “havadan” vurgusunu özellikle yaptı. Çünkü kırılma noktası. Türkiye oraya asker yolladı, ama hava desteği yok. Hava desteği olmadığı için de caydırıcılığı zayıf. Erdoğan “Havadan” diyor ama, bu işten anlayan, uzman olan insanlara sorduğun zaman, “Havadan” hikâyesi Rusya’ya rağmen olabilecek bir husus değil. Şimdi böyle bir durumda, Bahçeli’nin söylediği bu sözler, gelinebilecek bir nokta değil. Bu anlamda Bahçeli, herhalde biraz kendini sıyırıyor gibi. Yani: “Ben söyledim ama hükümet ölçtü, biçti, yapmadı” diyebilecek. Bir yandan da burada kendini bir nevi Rusya’ya karşı sert çıkışıyla –ki hemen Rusya’dan tepkiler geldi– dikkatleri kendi üzerine çekip, belki de Erdoğan’ı rahatlatıyor.

K.C.: Denebilir. Bu iki olasılık da mümkün. Evet, hatırlamadığın her kimse doğru söylemiş. Bahçeli’nin çizdiği çizgiler, genellikle biraz direnerek, biraz zaman kazanarak ama esneterek, hep sonunda gelinen noktalar oluyor. Aslında o bir tür, Bahçeli’nin, kendinden fazla temsil ettiği, kendinden ibaret olmayan temsil ettiği bir koalisyon ortaklığının iradesini gösteren tutumundan kaynaklı.

R.Ç.: Devlet iradesi.

K.C.: Evet, ismiyle müsemma bir vaziyet. Burada da bence, Bahçeli, gidilecek yeri değil, artık durulacak pozisyonu tarif etti. Yani bu Rusya-Amerika arasında git-gelli yürütülen bu “oynak denge” siyasetinin, alanda da, dış politikada da, iç politikada da artık sınırına gelindi. Bu devam ettirilebilir bir şey değil. Belki eşiği geçildi. Ben ihtiyatla “sınırına gelindi” diyorum. Ama bence eşiği geçildi. Dolayısıyla, buradaki pozisyonu tarif ederken bir yeni denklem oluşacak. Şu anda Bahçeli’nin işaret ettiği şey, tamamlanmış bir durumu söylemiyor olabilir. Ama tartışmanın nerede kurulacağının, nerede biçimleneceğinin çerçevesini çiziyor. Çünkü bu sıkıntılı bir pozisyondu. Yani Avrasya hattına girerek, fiili durum yaratarak ve içeride de dışarıda da Putin’in kontrolüne çok tâbi olduğu görüntüsü yaratan bir iktidar, siyaseten de sıkıntılı bir duruma doğru ilerliyor. Bu ikili, oynak denge pozisyonu sadece avantaj üretmiyor, sorun da üretiyor. Şimdi şunu anlıyoruz: Sorunlar, avantajların önüne geçmeye başladı.

R.Ç.: Açıkçası ben tam emin olamadım, ama Bahçeli’nin bu Rusya meselesindeki çıkışı, Türk milliyetçi sağının, sadece komünizmden kaynaklanmayan, daha köklü bir Moskof alerjisi yüzünden mi oluşuyor? Şöyle bir şey geldi aklıma: Bahçeli çizgisi, yönetimde kim olursa olsun, prensip olarak hiçbir zaman Rusya’ya, pek güvenerek bakmaz. Böyle bir payı olabilir mi sence?

K.C.: Şimdi ilk dönem milliyetçilikte, yani iyice erken dönem milliyetçilikte, Anti-Rus refleks ve Anti-komünist refleks, ama özünde de Anti-Rus… Çünkü Türkçülük hareketinin köklerinde Rus vatandaşlığından gelme entelektüellerin büyük etkisi vardır. Dolayısıyla onların biçimlediği, daha sonra İttihat Terakki döneminde, Enver Paşa, o meşhur Turan ülküsü etrafında böyle bir geçmiş planı var. Yani bir tarihi düşmanlık fikri üzerinden geliyor. Daha sonra da Soğuk Savaş döneminde, Anti-komünizmin en temel şeyidir Rus düşmanlığı. Ama yine de, temel sağın refleksleri açısından, kültürel olarak Batı düşmanlığı daha derin bir mevzudur her zaman. Yani Anti-Amerikancılık İslamcılık’la da çok ilişkili olduğu için, daha kolay reaksiyon alınan bir şey. Rusya’nın tehdit olarak algılanması, ortalama insan için çok yüksek bir şey değil. Çünkü kültürel kodları yok.

R.Ç.: Ben mesela o kadar, sağ, sağın değişik versiyonları üzerine çalıştım –sen de çalıştın, ben de çalıştım–, Türkiye sağcılarının, kim olursa olsun, Rusya’yla bir işbirliği, ortaklık vs. geliştirebilme fikri bana çok yabancı geliyor. Batı’yla olan, ABD ve Avrupa ile olan meselelerde, hep bir Batı-karşıtlığı olmakla beraber, Osmanlı’dan beri yaşanan batılılaşmanın da etkisiyle, belki bir aşk ve nefret ilişkisi var. Ama en azından, nefretin yanında bir de aşk da var.  Ama mesela Rusya’yı –belki aşk ve nefret denemez– tamamen öteki bir şey olarak görüyor. Böyle, partner olabilecek, işbirliği yapılabilecek bir ülke kapsamında bile değildi sanki. Bu son dönemde Suriye nedeniyle yaşanan bu yakınlaşmayı –tabii başka şeyler de olabilir işin içinde– tabanda ve eğitim seviyesi yüksek kesimlerde bu kadar kabullenebilmiş olmasını hâlâ yadırgıyorum açıkçası.  Yani bu pek gerçek, sahici bir şey gibi gelmiyor bana.

K.C.: Evet, ama orada da bunu sağlayan adaptör ya da uyumlayıcı şey, yine sağın çok yüksek pragmatizmi.

R.Ç.: Evet, tabii.

K.C.: Dış politika konuşulurken, böyle en sert, yüksek, ideolojik hamaset cümlelerinin hemen sonrasında çok olmadık bir yerde, “Ama çıkarlarımız bunu gerektiriyor” diye çok zıt bir şeyi kabul edebildiklerini görüyoruz.

R.Ç.: 91 seçimi öncesinde Hıdır Göktaş ile yaptığımız Türk Sağ İdeoloji ve Politika röportajının başlığı: Vatan, Millet, Pragmatizm.

K.C.: Evet.

R.Ç.: E o zaman ne oluyor? İçeride dış politika ile ilgili atıp tutuyorsun, ama dışarıda… Geçen gün Netanyahu’nun açıklamasını gördün mü?

K.C.: Evet.

R.Ç.: “Erdoğan bana ne kadar çok faşist, Nazi diyorsa, Türkiye-İsrail ekonomik işbirliği o kadar artıyor” dedi. Bu İdlib meselesini istersen bitirelim. Bunu daha çok konuşacağız belli ki. Bir de çok acı bir şey; her pazartesi bir şehit haberi geliyor. İki keredir oluyor. Umarım bir daha tekrarlanmaz. Hükümet ya da Erdoğan biraz yumuşatmaya çalışıyor, ama Erdoğan yumuşatmaya çalıştıkça da bu sefer Ruslar, Bahçeli’nin açıklamaları nedeniyle olduğu gibi, sürekli açıklama yapıyorlar. Mesela Büyükelçi Sputnik’e verdiği demeçte tehdit edildiğini söyledi. Şimdi “Ne olacak, Rus büyükelçisini kim tehdit eder?” demeye gerek yok çünkü bir öncekini vurdular. 

K.C.: Öldürdüler.

R.Ç.: Öldürdüler yani. Rus büyükelçisinin tehdidi bayağı sahici bir şey. FETÖ’nün siyasî ayağına geçelim. Şimdi oradaki husus da şu: Kılıçdaroğlu ne demişti? Bir önceki hafta için “FETÖ’nün siyasî ayağını açıklayacağım” dedi. Sonra İdlib meselesi oldu, bu haftaya erteledi. Biliyorsun, Meclis gruplarında sıralar var, o sıraya göre konuşuyorlar. Bahçeli hep Kılıçdaroğlu’ndan önce konuşuyor. Zaten birbirlerini izleyip konuşuyorlar. Bahçeli, bir anlamda, Kılıçdaroğlu’nun önünü kesmek için, onu doğrudan FETÖ’nün siyasî ayağı olmakla suçlayan bir konuşma yaptı. Ona gelmeden önce, çok ilginç bir detay var. Önce yanlış duyduğumu sandım, kontrol ettim konuşmaları. Bahçeli “Yurtta Sulh Konseyi’nin isimleri kimler, bir açıklansın” diyerek olayı CHP’ye taşıyor. “Bahçeli’nin elinde bir liste var, bir şeyler biliyor” diye düşünüyorsun. Sonra Kılıçdaroğlu çıkıp konuşma yaptı ve o da konuşmasında aynı şeyi söyledi: “Yurtta Sulh Konseyi’nin isimleri açıklanmıyor, açıklasanıza” dedi. İktidar şunu çok yapıyor — ki Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında da var: ByLock listelerinde diyelim 1000 kişinin adı var; 500 kişiyi gözaltına alıyor, diğer 500 kişiye dokunulmuyor, çünkü o 500 kişi şu ya da bu şekilde iktidar tarafından gözetilen kişiler. Şu anda bizim ya da Kılıçdaroğlu’nun elinde ayıklama yapma imkânı yok. Ama iktidar, geniş medya gücüyle de “İşte Yurtta Sulh Konseyi üyeleri” diye bir liste yayınlar. O liste, orijinal listenin belki yarısıdır. Ama yayınladığı listedeki isimler, tamamen CHP ile irtibatlandırılacak kişiler olabilir. Diğer yarısını gizleyebilir. Böyle bir imtiyazı var. Ama Kılıçdaroğlu’nun yok. Kılıçdaroğlu da böyle söylediğine göre, bu Yurtta Sulh Konseyi’nin içerisinde bir Türkiye koalisyonu mu oluştu? Ne dersin?

K.C.: Öyle bir tarafı olabilir tabii. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden seneler geçti, beşinci seneye doğru gidiyoruz. Dört sene bu yaz tamamlanacak. Bu kadar sürede bu kadar gözaltı, bu kadar duruşma, mahkeme, ifadeler var. Yurtta Sulh Konseyi ya da onu yürüten askerî merkez hâlâ ortaya çıkmış ve açıklanmış değil. Bu aslında şöyle bir şey: Bu, baştan itibaren, üstelik de iki tarafın da tercih ettiği bir durum; soyut iddiaları, soyut sorularla canlı tutabilme imkânı sağlıyor. 

R.Ç.: İşin somutlaşması kimsenin işine gelmiyor. 

K.C.: Senin dediğin gibi, ya ikisinin de işine yarayacak şeyler var. Ya da ikisi için de pek işe yarar bir şey yok. Ya da aslında çok dişe dokunur bir şey yok. Darbenin girişiminin kendisi var, ama oradan böyle bir iddiayı besleyebilecek bir malzeme çıkartmanın zemini yok. Ama bu herkesin işine yarayan bir durum. Aradan dört yıl geçmiş, bu kadar insan yargılanmış. Birtakım gazeteciler televizyon programlarına çıkıp “TSK’da hâlâ şu kadar FETÖ’cü subay var, şu kadar hâkim var” diye rakam vererek konuşuyorlar. Üstelik küsuratlı rakam vererek söylüyorlar. “500 tane vardır” demiyor, “468 kişi var” diyor. İster gazetecilik açısından bak, ister istihbarat açısından bak, neresinden bakarsan bak, yargı ortaya çıkartmış değil, istihbarat çıkartmış değil, gazeteci çıkartmış değil. Üzerinden dört yıl geçmiş, “Kim bunlar?” cevabı hâlâ boşlukta. 

R.Ç.: Cevabı tabii ki Fethullah Gülen’in kendisinde. 

K.C.: Tabii. Sonuçta senin dediğin gibi oluyor. Bahçeli çıkıyor, fiktif olarak bütün taraftarlarına “Evet, söylesin” dedirtecek biçimde, “Ortaya çıksın, o zaman görürsünüz” diyor. Yarım saat sonra Kılıçdaroğlu çıkıp “Çıkartın bakın, kimmiş göreceksiniz” diyor. Herkes memnun yani. Böyle bir durum var. 

R.Ç.: Cumhurbaşkanı ne yaptı? Çarşamba günkü partisinin grup toplantısında izlettiği videoda, “Ekrem İmamoğlu’nun danışmanı FETÖ’nün imamı çıktı” suçlamasında bulundu.

K.C.: Bu konuda şöyle düşünüyorum: Ben, kapalı, kimsenin bilmediği bilgiler üzerinden gazetecilik yapmaya yatkın olmadığım için böyle bakıyorum belki. Gizli bilgilerle “Kimdi o şeyin arakasındaki adam?” yerine, görünen üzerinden bakıldığında, “siyasî ayak” konusunda çok kafa karıştıracak bir şey yok aslında. 

R.Ç.: Yok tabii. Hepsi gözümüzün önünde oldu. 

K.C.: Sanki kapalı, gizli bilgilerle ancak bir şeyler ortaya çıkacakmış gibi yapılmasının tuhaflığı beni daha çok şaşırttı.

R.Ç.: Ama bu iktidarın eline şöyle bir güç veriyor: Gizli bilgiye ben sahibim.

K.C.: Mesela o grup toplantısındaki videoda da Kılıçdaroğlu’nun ya da İmamoğlu’nun danışmanlarının bir yerlerde söylediği laf, bir yerde görünmesi, bir yerde gözaltına alınması gibi şeyler. E peki diğerleri? Benim bildiğim, gördüğüm yüzlerce konuşma var. 

R.Ç.: Hem de nasıl. Bugün meşhur 7 Şubat MİT Krizi davasının iddianamesi açıklandı. O tarihte Vatan gazetesinde yazdığım yazılara da baktım; ben bunun yeni tip iktidar savaşları olduğunu yazmış ve darbe demeden darbe olarak tarif etmişim. Ama çok iyi hatırlıyorum, o zaman birçok AKP’li bana “Sen ne diyorsun? Bize fitne sokmaya çalışıyorsun” dediler.  Şimdi o milat tartışmasına geleceğim. Ahmet Davutoğlu’na sorduğumuzda, FETÖ’nün siyasî ayağının miladı’nı MİT krizi olarak verdi — ki bence çok makul bir tarih aslında. Ama 2012 MİT Krizi’nden darbe girişimine ya da 17- 25 Aralık’a kadar olan süreçte, Erdoğan’ın katıldığı kaç tane Türkçe Olimpiyatları var. Erdoğan’ın Türkçe Olimpiyatları’nda kaç kere “Hocam, artık dön” dediği cümle var. Türkçe Olimpiyatları Hatıra Parası’nın bastırılmış olması var. 

K.C.: Meydanlarda yapılmış barış konuşmaları, barış çağrıları var. 

R.Ç.: Evet. Gidip gelmeler var. Hatta son dakikaya kadar, 17-25 Aralık’ta bile, Fehmi Koru’nun ABD’ye gönderilmesi var.  Bir tarafta iktidar, şu ya da bu gerekçeyle –ki bence o gerekçe daha çok, eski iktidar sahiplerinin AKP‘yi, seçim sonrası hükümet olup iktidar yapmama olayıydı; özellikle de parti kapatma davası– orada Fethullahçılar’la, çok da gönüllü olmasalar bile bir stratejik işbirliğine girdiler. O stratejik işbirliğinde Fethullahçılar onlar adına bir mıntıka temizliği yaparken, aynı anda da kendilerine geniş bir alan açtılar. Korkunçtu. Mesela, bakanların hepsi, belediye başkanları, danışmanlarını Fethullahçı gazetelerden, haber ajanslarından devşiriyorlardı. Her yere gidiyorlardı. Her gittikleri yerde okul ziyaret ediyorlardı. Ve hakikaten de “Ne istediler de vermedik?” durumu yaşanıyordu. Arsalar verildi. O sonradan el konulan bütün okul binalarının arsalarının hepsinde bizim vergilerimiz var. Fethullahçılar bunun üzerine kondu. Her yerde güçlendiler. Tabii ki bunu yapabilmeleri için, önceden o gizli örgütlenmeleri vardı. Mesela yurtdışında yaşananlar korkunçtu. Eskiden yurtdışında Fethullahçı’ya selam veren diplomatın başına iş gelirken, sonradan, Fethullahçıların okullarına gereken ilgiyi göstermediği gibi gerekçelerle insanların ayakları kaydırıldı. Ama yollar ayrıldıktan sonra, MİT Krizi, 17-25 Aralık…

K.C.: Bir şey daha ekleyeyim; Cemaat, AKP ve diğer aktörlerin ilişkisi açısından, o dönemde başka ilginç bir şey daha oldu: Diğer siyasî aktörlerin Cemaat’le ilişkisini ya da siyaset dışı aktörlerin de Cemaat’le ilişkisini yaratan bir şey. O güçlü işbirliği sırasında Cemaat, AKP ile ilişki kurmakta zorlanan her kesimin ilişki köprüsü işlevini gördü.

R.Ç.: Evet, bu çok önemli. 

K.C.: Bir sürü iş adamı, bugün yanan, belki de hapiste olan, doğrudan Cemaatçi olmayıp, Cemaat’le ilişkisi yüzünden başı derde girmiş pek çok iş adamı, aslında iktidarla ilişki kurmak için Cemaat köprüsünü kullandı. Cemaat bunu iki taraf için de fonksiyonel kıldı. İlişki köprüsü oluşturarak, aslında pek çok siyasî ve siyaset dışı aktörün ilişkisini sağladı. Öyle köprülere yerleşti ki o bağlantı yollarının ve kavşakların hepsine yerleşerek dolaylı bir fonksiyonu da oluşturdu. Kendi edindiği gücün dışında, bir tür menajerlik müessesi gibi çalıştı. 

R.Ç.: Evet ve bunun da rantını çok iyi yedi. Hatırlıyor musun? Doğan Grubu’ydu sanırım, vergi cezasını halletmek için Pensilvanya’ya adam yolladılar. 

K.C.: Evet, çünkü oradan gidebileceğini düşündüler.

R.Ç.: Bir de, AKP’nin önde gelen isimlerinin çocukları bu okullarda okuyorlardı. Daha sonra, yollar ayrılmaya yüz tutunca, ana muhalefet başta olmak üzere, muhalefetin bunlarla ilişkilerini bir tür rehabilite ettiklerini… Mesela gazeteleri kapatıldığı zaman ya da müdahale edildiği zaman, CHP’liler, HDP’liler bile ses çıkarttı. Tabii bu şimdi Erdoğan’ın ya da AKP’lilerin işine geliyor. Miladı ne kadar geçe alırsan, sen artık savaşa durmuşsun onunla… Sen savaştığın için zaten onunla bir ilişkin yok. Ama sen savaşırken, onun yine de bir gücü olduğu için, hâlâ birileriyle bir ilişkisi var. Ama burada bir not düşmek lâzım: AKP savaşırken bile, içindeki birçok unsur Cemaat’le bağını hâlâ bir şekilde sürdürüyordu.  Unsur kelimesini Erdoğan çok kullandığı için kullanıyorum.  Hatta “Ya tutarsa” diye, darbe girişiminin ilk anlarında bile tereddütte olan AKP’lilerden bahsediliyor. Hatta Erdoğan’ın bunları kademe kademe elediği de söyleniyor. Cemaat!in gücünün, AKP ile savaşırken dahi… içindeki Fethullahçıları kastetmiyorum; bir şekilde AK Partili milletvekili, bürokrat olan birçok isim de, bu savaşta kimin kazanacağından emin olmadığı için tereddüt etti. Mesela, şimdi Emre Belözoğlu’na FETÖ’den takipsizlik kararı verildi, yırttı. Çünkü tercihini iktidardan yana yaptı. Arif Erdem yırtamadı. Pekâlâ yer değiştirebilirlerdi. Yani o ondan daha az Fethullahçı, bu ondan daha fazla Fethullahçı diye bir şey yok. İnsanlar “Bir savaş var, kim kazanacak?” hesabını yapıyor. Bir tercih yapıyor. Tercihi isabetli çıkan, kurtuluyor. Hatta önü açılıyor. Tercihi isabetsiz çıkan yok oluyor. 

K.C.: Siyasetin bütün alanlarında olduğu gibi, bu işte de nüanslar kayboluyor. Mesela biraz önce sen söyledin, Zaman gazetesinin kapatılması ya da benzeri şeylere HDP’nin ya da Kılıçdaroğlu’nun veya bilinen solcu veya daha liberal insanların tepki vermesi, “Şer cephesi” kanıtı olarak gösteriliyor. Ama şöyle bir nüans var: Mücadelede karşı tarafta olunup olunmamasından öte, herkesin mücadele yöntemlerine itiraz etme hakkı vardır. Bir savaşta kimyasal silah kullanıyorsan, kimyasal silah kullanılmasının kınanması, kimseyi karşı cepheye geçirmez. Hukuksuzluk uygulanan bir duruma hukuksuzluk çerçevesinde itiraz ettiğin, onların suçlu olup olmamasından bağımsız bir şeydir. Katillerin de savunulma hakkının olması, temel evrensel adalet kuralının olması bu yüzdendir. O zaman katil olduğunu bildiğimiz insanlara savunma hakkı vermemek gerekir. KHK ile gazete kapatmak, insanları işten çıkartmak, yargı kararı olmadan birtakım kurumları kapatmak, mallarına el koymak…

R.Ç.: Çocukları ya da hamileleri hapse atmak.

K.C.: Ve buna itiraz ettiğin anda, Cemaat’i destekler pozisyonda bırakılmak çok sorunlu bir durum. 

R.Ç.: Bu kapışmadan herhalde en çok Fethullah Gülen’in elemanları memnundur. Çünkü onlar bayağı bir darbe yemiş durumdalar. Ama hep geri dönmenin hesap kitabını yapıyorlar. Birileri “Sen FETÖ’cüsün”, “Hayır sen FETÖ’cüsün” diye birbirleriyle kavga ediyor. Aslında olay şu: “Sen daha çok ayaksın, ben daha az”. Sonuç olarak herkesin, değişik dönemlerde dozları farklı olmakla birlikte, bir şekilde dahil olduğu bir olay söz konusu.  

K.C.: Bir de bu son tartışmada olay iyice uçlaştırıldığı için, iş şuna doğru gitti: İktidar bu meseleye verdiği tepkiyle, kendi dışındaki, yani diğer %50’nin tamamını, sanki Cemaat’i destekliyor durumuna getirdi. Dolayısıyla, asla alamayacağı bir destek atfetmiş oluyor ona.

R.Ç.: 12 Eylül Referandum döneminde NTV’de canlı yayındaydık. Erdoğan her seçim ve referandum öncesi son röportajı NTV’ye verirdi. 12 Eylül Referandumu’nda, 12 Eylül’ün de hesabı soruluyordu ya, orada da olayı darbe yanlısı/darbe karşıtı olma durumuna indirgedi. Fethullah Gülen “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lâzım” diyerek yanında yer almıştı. Erdoğan o sırada başbakandı. Ben kendisine “Siz referandumda ‘Hayır’ diyenlere darbeci mi diyorsunuz?” diye sormuştum. “Evet” cevabını vermişti. Yani “Hayır” oyu veren herkes birdenbire darbeci oldu. 31 Mart seçimlerinde de Cumhur İttifakı’na oy vermeyenler vatan haini ilan edildi. Kendi tabanını konsolide etmek için karşı tarafı o kadar şeytanîleştiriyor ki, karşı tarafta, kafası karışık olan, aslında karşı tarafta olmayı da tam sindirememiş insanları bile ürkütüp oy almaya çalışıyor. Ama “Bu bana ‘düşman’ diyor, ben buna oy vereyim” diye düşünen çok çok az bir kitle vardır. “Düşmanlıkla ne alâkası var?” deyip ona karşı oy veren kitle daha fazladır. Şimdi burada da, kendisiyle aynı tarafta olmadığı için insanları FETÖ’cülükle suçluyor. 

Ben bir yayınımda “Kim birisine gözü dönmüş bir şekilde ‘Sen Fethullahçısın’ suçlaması yöneltiyorsa, onu bir kurcalayın, mutlaka geçmişinde bir şey çıkmıştır” diye söylemiştim. Hatırlıyor musun? Anayasa değişikliği paketi görüşmelerinde HDP’li ve CHP’li kadın vekillere saldıran AKP Antalya milletvekili Gökçen Özdoğan Enç’in, Fethullahçılara yakınlığıyla bilinen derneklerle ilişkisi olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı şey medyada da var. O tarihte kimin neye ne dediğini, kimin nereden aldığı mallarla haberler yaptığını hepimiz biliyoruz. Şimdi bunların hepsi bir FETÖ avcısı oldu. Hüseyin Gülerce’nin, İlker Başbuğ’u FETÖ ile mücadele etmediği için suçladığı bir ülkede yaşıyoruz. 

İstersen yavaş yavaş toparlayalım. 

K.C.: Evet. O düşmanlaştırma konusunda sonuç alabilmesi için sürekli limit artırması gerekiyor. Mesela Kılıçdaroğlu meselesinde ya da muhalefetin genel tavrında, “şer odakları ile işbirliği” diye giderken, Bahçeli’nin “Doğrudan bir milli güvenlik sorunudur” demiş olması, anamuhalefet partisi liderini Meclis kürsüsünden “Milli güvenlik sorunudur” diye işaret ettiği nokta bayağı ileri bir noktadır.

R.Ç.: Suç duyurusunda bulunacağını söyledi. 

K.C.: Evet. Mesela o, DP’nin tahkikat komisyonlarını hatırlatan bir vaka. Bu doz artımının, çok kısa bir aralıkta, kendi kendini imha ederek ve aşarak ilerlediğini gösteriyor. Çığ gibi bir şey bu. 

R.Ç.: Evet, burada noktayı koyalım. Umarım, bu yeni program fikri iyi bir fikirdir. Bu ilk yayın, bayağı ipucu veriyordur. Beğenenler haftaya tekrar gelirlerse seviniriz. Programı bitirmeden, bir ortak dostumuza buradan selam yollayalım.  Çarşamba günü Beyoğlu’nda bir yere giderken, Hilmi Hacaloğlu ile karşılaştım; Voice of America için İdlib’le ilgili sokak röportajı yapıyordu.

K.C.: Çok çalışkandır Hilmi.

R.Ç.: Evet ve hepimizden daha genç duruyor. Bizden yaşça çok küçük değildir, değil mi?

K.C.: Küçük, ama önemli olan enerjisinin yüksek olması. Muhtemelen 10 yıl sonra, bizim yaşımıza gelince de öyle olacak.

R.Ç.: Doğru. Hilmi’ye de buradan bir selam yollayalım.

K.C.: Alanda gazetecilik yapma inadını sürdüren herkese de. 

R.Ç.: Evet, bu muhabirlik damarı çok önemli. Hilmi Hacaloğlu’na buradan bir selam çakalım ve programı şöyle bitirelim: Söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.