Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ankara medya savaşını neden ve nasıl kaybetti?

Barış Pınarı Harekatı başladığından itibaren Ankara tezlerini uluslararası kamuoyuna anlatmakta ve dolayısıyla kendi lehine kamuoyu oluşturmakta zorlanıyor. Neden?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Öncelikle şu çiçeğin hikayesini bir anlatayım. Bugün değerli yazar, edebiyatçı İnci Aral, iki saat önce burada Müge İplikçi’nin yani eşimin Zeytin Dalı yayınına konuktu. Kendisi aynı zamanda Medyascope’un da sıkı bir takipçisiymiş. Öğrendik, çok mutlu olduk. Ve benim yayımlarındaki çiçekleri de seviyormuş. Bugün onun getirdiği çiçeklerle yayın yapıyoruz. Daha önce Müge’nin yayını da bu çiçekle yapıldı. Bugün de ben yapıyorum. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve bu çiçekler solana kadar benim meşhur saksıyı biraz kenara almış olacağız.

Evet, bugün medyayı, dünya medyasını ele almak istiyorum. Aslında Barış Pınarı Harekâtı başladıktan sonra yaptığım yayınlarda bu konuya değinmiştim. Şimdi daha geniş çaplı bir şekilde ele almak istiyorum. Bunu da Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun CNBC kanalına verdiği röportajın CNBC tarafından yansıtılmasından hareketle düşündüm bu yayını yapmayı. Şöyle ki; ilk başta dün Türkiye saatiyle geceyarısı, CNBC bu röportajın haberini “Dışişleri Bakanı, ‘Gerekirse Türkiye’ye karşı askeri müdahalede bulunuruz’ dedi” şeklinde bir başlıkla verdi. Ama daha sonra başlık düzeltildi ve şöyle yapıldı: “Kendisine Suriye ve Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi sorulunca Mike Pompeo’nun cevabı şu oldu: Biz aslında barış yanlısıyız ama savaştan da kaçmayız.” Gerçekten ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Kendisine Türkiye soruluyor. Ve Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi, özellikle Fırat’ın doğusuna müdahalesi yani Barış Pınarı soruluyor. O doğrudan Türkiye’nin adını vermeden, Başkan Trump’ın aslında barış yanlısı olduğu ama gerektiğinde savaştan da çekinmeyeceği cevabını veriyor. Gazetecilikte, doğrudan bunun Türkiye ile ilgili olduğunu söyleyen bir başlık yapmak yanlış. Ama Türkiye ile ilgili soruya adını vermeden de olsa böyle bir savaş cevabıyla, savaş seçeneğini öne çıkartarak cevap vermesi de tabii ki manidar. Burada beni en çok ilgilendiren husus, bu yayını yapmama da neden olan husus, artık Batı’da, Batı medyasında –Amerika medyası böyle, Avrupa medyası da büyük ölçüde böyle, hatta Arap dünyasında da böyle olduğunu görüyoruz son olayda– Türkiye’ye karşı, Ankara’ya, Türkiye’yi yönetenlere karşı tamamen bir güvensizlik ve sevmeme hali var, antipati hali var. Hata yapılırsa da, başka ülkeler söz konusu olduğu zaman gösterilen özenin burada gösterilmediğini görüyoruz. Aslında bu harekâtın başından itibaren Batı’da medyanın olayı el alış şekli genellikle Ankara’nın aleyhine oldu. Ve bunu bir teröre karşı mücadele olarak gören hiç kimse yok, hiçbir medya kuruluşu yok. Batı medya kuruluşlarında yorum yapanların ezici bir çoğunluğu da aynı şekilde buna bir terörle mücadele olarak bakmıyor. Tek tük birkaç ses çıkınca onlar da bütün bu diğerlerinin arasında boğuluyor. Onlar da Türkiye’de iktidar yanlısı medya tarafından “Gerçeği söyledi” diye, ya da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tarafından “Gerçeği söyledi” diye öne çıkarılmaya çalışılıyor. Ama diyelim ki 100 kişi yorum yapıyorsa, en fazla iki kişi Türkiye’nin tezlerine sempatik ya da empatik yaklaşıyor. Onun dışında büyük bir çoğunluğu antipatik yaklaşıyor. 

Bunun birçok nedeni var. İlkin, çok daha yapısal bir nedeni var. Türkiye’yi yönetenlerin zaten Batı’da kamu diplomasisi denilen hususta çok başarılı oldukları söylenemez. Uzun bir süre Türkiye’nin Batı’da, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sözcülüğünü, bir anlamda hâmiliğini Yahudi lobileri yapardı. AKP iktidarı ile beraber bu da devre dışı kalınca –ya da AKP iktidarının belli bir aşamasından sonra–, Türkiye özellikle ABD’de kamu diplomasisi açısından çok ciddi bir zayıflama dönemine girdi. Erdoğan’ın belli bir aşamadan sonra –daha ziyade Gezi’den sonra diyelim–, Türkiye’de adım adım bir tek adam rejimi, otoriter bir rejim inşa etmesi ile beraber, artık tam anlamıyla bir Erdoğan karşıtı ve dolayısıyla Türkiye aleyhtarı bir pozisyona doğru Batı dünyası, Batı medyası gitti. Eskiden Türkiye İslam dünyasına örnek ülke olarak, model ülke olarak gösteriliyordu. Bundan vazgeçileli bayağı bir yıl oldu. Bir kere böyle yapısal bir sorun var. Bunu 15 Temmuz darbe girişiminin ardından çok net bir şekilde gördük — çok acı bir şekilde gördük aslında. Koca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün imkânlarına rağmen, Fethullahçılar’la Batı’da 15 Temmuz konusunda çok etkili bir mücadele veremedi. Çok yenik düştü birçok yerde. Baktığımız zaman, yabancı gazeteciler, yabancı yayın kuruluşları ve hatta Batı ülkelerini yönetenler, bunların önemli kurumları, güvenlik birimleri, Fethullahçılar’ın tezlerine daha yakın duruyorlar. Burada da görüyoruz ki bütün o harcanan paralar, emekler vs. etkisiz oluyor. Çünkü çok daha temelli bir inandırıcılık sorunu var Erdoğan yönetiminin. Bu uzun bir süredir var. Ve Fethullahçılar gibi Batılılar’a duymak istediklerini söyleyen bir hareket söz konusu olduğu zaman, bu çok daha çıplak gözle ortaya çıkıyor. Değişik vesilelerle gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında karşılaştığım yabancı meslektaşlarımın büyük bir kısmının Fethullahçı tezlere daha yatkın olduğunu görüyorum. Tartışmak bir yerden sonra imkânsız bile olabiliyor. Çünkü o tezleri çok katı, ciddi bir şekilde içselleştirmiş olduklarını görüyoruz. Burada Fethullahçılar’ın ikna ediciliği kadar Erdoğan yönetimine karşı duyulan antipatinin de rolü çok fazla. 

İşte, Barış Pınar Harekâtı böyle bir zeminde oldu. Ama buna bir de çok ciddi başka hususlar eklendi. Bunlardan birisi tabii ki öncelikle Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye’de savaş açtığı güçler. PYD/YPG güçleri uzun bir süredir Batı’nın çok değer ve önem verdiği, IŞİD’e karşı mücadele eden, bu anlamda da IŞİD’in temsil ettiğinin tam tersi değerleri benimsediği düşünülen yapılardı. Özellikle burada YPG’de yer alan kadınların Batı medyası tarafından kahramanlaştırıldıklarını, hatta onlar üzerine filmler yapıldığını biliyoruz. Böyle bir ortamda IŞİD’e karşı mücadele eden, Batı’yı bir anlamda IŞİD’den koruyan –bir anlamda, çünkü IŞİD’in Suriye’deki başkenti Rakka’nın kendileriyle popülasyon olarak, nüfus olarak hiçbir ilgisi olmamasına rağmen Rakka’nın IŞİD’in elinden almasını da doğrudan sağladılar, Amerikan desteği ile tabii–, IŞİD de Batı’nın en büyük düşmanı olduğu için bu güçlere karşı bayağı bir sempati vardı. Zaten Kürt meselesine karşı da Batı’da öteden beri bir ilgi vardır. Özellikle Irak, Barzani ailesinin yıllardır sürdürdüğü mücadele, daha sonra Saddam’a karşı Batı ile işbirliği yapması ve orada oluşan federasyon, federatif devlet… bütün bunların da getirdiği bir kamu diplomasisi açısından baktığımız zaman Kürtler’in Batı’da bayağı bir itibarı olduğunu söyleyebiliriz. Buna IŞİD’e karşı mücadele de eklenince, Türkiye’nin en büyük kozu olan, Ankara’nın en büyük kozu olan “Bunlar PKK’nın uzantısı” önermesi pek itibar görmedi. İtibar görmemesinin nedeni ilginç bir şekilde inanmamaları değil ama inanmak istememeleri ya da bunu çok da önemli görmemeleri. YPG/PYD’nin Öcalan çizgisinde ve Kandil denetiminde bir yapı olduğunu herhalde birazcık konuya hâkim olanlar, özellikle de ülkeleri yönetenler, istihbarat servisleri herhalde çok kolaylıkla biliyorlardır, öğrenebilirler. Ama Türkiye’nin bu iddiasını, bu önermesini hep kulak arkası ettiler. Türkiye de bu konuda onları ikna edici, çok büyük bir çaba göstermedi ya da gösteremedi, ikna edemedi. Böyle de bir olay var. Bir diğer olay da, Türkiye’nin kendi içerisindeki Kürt sorununu çözme noktasından hayli uzaklaşmış olması. Bakıyorsunuz, yine seçilmiş kişiler görevden alınıyor, yerlerine kayyum atanıyor, gözaltına alınıyorlar. Bugün Selçuk Mızraklı’nın kelepçeli fotoğrafları tekrar önümüze düştü. Bugün mahkemeye çıkartıldı tutuklama istemi ile. Yüzde 60’ın üzerinde oy almış bir belediye başkanından bahsediyoruz. Diğerleri de, üç aşağı beş yukarı o kadar yüksek oranlarla seçilmiş belediye başkanları da görevden alınıyor, gözaltına alınıyor — belki tutuklanacaklar. Zaten içeride çok sayıda HDP milletvekili var, parti yöneticisi var. Bütün bunlara bakıldığı da zaman –tabii bütün bunları Türkiye terörle mücadele adı altında yapıyor–, Türkiye’nin terörle mücadele iddiasını, Suriye’deki iddiasını öncelikle gölgeleyen asıl Türkiye’de yaşananlar — Türkiye’de sivil siyasetçilere, belediye başkanlarına yapılanlar. Böyle bir günde Selçuk Mızraklı’nın, halkın yüzde 60’tan fazlasının oyuyla seçilmiş bir belediye başkanının görevden alındıktan sonra bir de bugün kelepçeli bir şekilde mahkemeye çıkarılması üzerine bunları gören Batı medyasının Türkiye’nin terörle mücadele iddiasına inanması pek söz konusu olamıyor. 

Geleneksel medyanın dışında bir de sosyal medya var. Sosyal medya konusunda da çok ciddi bir şekilde Türkiye, Ankara geride. Bir tarafta dünyayı Twitter üzerinden yönetmeye kalkan ve bir ölçüde de bunu yapan bir Amerikan Başkanı var. Bu Amerikan Başkanı bir sabah kalkıyor, Türkiye’ye övgüler düzüyor; bir sabah kalkıyor, Kürtler’e övgü düzüyor. Bir sabah kalkıyor, Türkiye’yi yönetenlere hakaretâmiz lâflar ediyor, tehdit ediyor, şantaj yapıyor; bir başka zamanda da onların suyuna gidecek şeyler söylüyor. Ortada mektup denen bir olay var. Burada bir hususun altını özellikle çizmek lâzım. Şöyle diyenler var: “Harekâta karşı çıkanların mektup olayından rahatsız olmalarını anlamak mümkün değil”. Ben açıkçası harekâtı başından beri eleştiren birisiyim. Bunun Türkiye’nin hayrına bir harekât olduğunu düşünmüyorum. Hâlâ düşünmüyorum. Bugün Putin görüşmesinden ne çıkarsa çıksın, Türkiye’nin Suriye’de Kürtler’le olan meselesini başka başkentler ile halletme çabalarının çok kalıcı sonuçlar vereceğini asla düşünmüyorum. Doğrudan görüşmelerin çok daha önemli olduğuna inanan birisiyim. Ama bunu bir kenara koyalım. Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Donald Trump’ın –kim ne derse desin Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı– Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazdığı mektup, oradaki kullandığı ifadeler –şu anda zaten dünya tarihine geçti bir mektup olarak– uzun bir süre herkesin hafızasında kalacak. Ve Türkiye buna herhangi bir cevap vermiş değil. Batı nezdinde de herhangi bir cevap vermiş değil. En ufak bir şeyde çok ciddi çıkışlar yapan ülkeyi yönetenler, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere çok yumuşak bir şekilde olayı geçiştirdiler. En azından bu aşamada olayı büyütmek istemediler. Bu da eğer Türkiye’nin “imaj” diye bir meselesi varsa, bunu çok ciddi bir şekilde yaralamış durumda. Zaten olmayan bir şey yararlanır mı diyebilirsiniz. Ama her şeyin, dibin de dibi olabiliyor. Şu anda Türkiye bir tarafta kendi iddiasını anlatamıyor, ikna edemiyor kimseyi; bir diğer tarafta da büyük güçlerin arasında sıkışmış bir ülke imajını aşamıyor — ve de bu güçlerden birinden gelen hakaretâmiz çıkışlara cevap veremiyor. Böyle bir durumda Türkiye’nin bu savaşı, medya savaşını kazanmasının zaten imkânı yoktu. Ve medyada savaşı kazanamayan bir Türkiye’nin sahada askerî olarak başarılı olsa bile bunu kalıcı kılabilmesinin çok da fazla imkânı yok. Çok ciddi bir şekilde, harekât başladığından beri bol miktarda dezenformasyon, yalan haber de dolaşıma girdi. Ankara’ya, Erdoğan’a yönelik zaten var olan tepkiler bu yalan haberlerle, dezenformasyonlarla ya da şişirilme, abartma haberlerle iyice aldı başını gitti. Ve buna karşı herhangi bir şey yapabilen bir Ankara, Türkiye yönetimi yok. Cumhurbaşkanı’nın uluslararası ilişkiler uzmanı bir danışmanı dışında Batı medyasında çıkıp orada tartışabilen pek kimse yok. O da zaten belli bir aşamadan sonra –kendisi bir danışman olduğu için– belli bir yerden öteye çok da fazla gidemiyor. Böyle bir durum söz konusu. Buradan çıkmanın imkânı olduğunu da açıkçası sanmıyorum. Erdoğan yönetimi Batı’da, Batı kamuoyu ve medyası nezdinde itibar anlamında çok alt seviyelerde bir yerde. Ve bu seviye ile, bu algıyla oluşan zeminde Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde ya da kuzeydoğusunda herhangi bir yerinde ya da bölgede herhangi bir şekilde kalıcı, köklü değişikliklere imza atmasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Kısa vadede bir şeyler olabilir. Bir şeyleri değiştirebilir. Ama bunu kalıcı kılması çok da mümkün olmayacaktır. Bugün şu anda belki de açıklama yapıyorlardır. Putin görüşmesinin ardından yapılacak açıklamalar ve bu ara verme, harekâtı askıya alma kararının akıbeti de bu konuda bize çok daha fazla şeyi göstermiş olacak. Ancak şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bir yıl içerisinde bir okuduğum kaynağa göre sekiz, bir başkasına göre on kere Putin’le 2019 yılı içerisinde görüşülmüş. En güvenilir kaynak Yörük Işık’ın sosyal medyadaki paylaşımlarından gördüm, 8 ayrı buluşma. Bunların bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Rusya’da, bir kısmı da üçüncü bir ülkede oluyor. Erdoğan’ın sekiz kere Putin ile görüşmüş olmasının, aslında Türkiye’nin durumunun iyiye değil kötüye gittiğinin işareti olarak yorumlanması gerekir. Türkiye’nin Rusya gibi bir ülkeye bu kadar bağlı ve bağımlı olmasının iyi bir şey olduğunu asla düşünmüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.