Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan ile Yıldırım’ın söylemleri neden farklı?

Cumhur İttifakı’nın İstanbul adayı Binali Yıldırım, Erdoğan’dan farklı olarak “beka kaygısı” temelli bir kampanya yürütmüyor ve HDP seçmenlerinin oyunu istiyor. Aralarındaki söylem farkı “iyi polis-kötü polis” diyerek açıklanabilir mi?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Dün akşam Habertürk kanalında, Cumhur İttifakı’nın İstanbul için adayı olan Binali Yıldırım, katıldığı canlı yayında HDP’lilerin oylarına talip olduğunu söyledi. Söylediği şu: HDP’nin İstanbul’da adayı yok; dolayısıyla HDP’ye daha önce oy vermiş olan seçmenin bir adayı yok. Kendisi de bu oylara talip olduğunu dile getirdi. Çok normal bir şey söyledi aslında; ancak bu normal şey çok dikkat çekici. Çünkü şu âna kadar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin izlediği seçim kampanyası stratejisi normal bir şekilde seyretmiyor, anormal bir şekilde seyrediyor ve bunun temelinde, mâlum, bir beka sorunu var ve en önemli düşman olarak da HDP görünüyor; HDP’yle PKK eşitleniyor ve HDP hedef gösteriliyor. Ve özel olarak da CHP’nin ve İYİ Parti’nin, hatta bir ölçüde de Saadet Partisi’nin HDP’yle işbirliği yaptığı, bu işbirliğinin aynı zamanda PKK’yla işbirliği anlamına geldiği yolunda çok yoğun bir çaba sarf ediliyor. Bunu öncelikle yapan da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi. Ama bu şu âna kadar çok başarılı bir strateji olarak kendini göstermedi. Yani Türk milliyetçilerinin oylarını kendi etrafında toplama iddiasıyla girişilen bu kampanyada, bu oylar çok fazla alınmış gözükmekle birlikte, özellikle de kafası karışık olan, normalde HDP’ye oy vermeyi düşünen seçmenlerin tek bir yöne, AKP dışındaki adaylara yönelmesine vesile oluyor, şu âna kadar işaretler bu yönde. Ankara’da ve İstanbul’da –İzmir de kesinlikle böyle, anlaşılan Adana’da da böyle olacak, Mersin’de de muhtemelen böyle olacak– HDP bilinçli bir şekilde büyük şehirlerde batıda aday göstermedi, çok güçlü olduğu yerlerde, milletvekili çıkarabildiği yerlerde göstermedi. En aşağı yüzde 10 civarında oy aldığı yerler buralar. AKP dışındaki adayları işaret ettiler ve Erdoğan da bu stratejisiyle bu işi kolaylaştırdı. Mansur Yavaş’ın HDP konusunda yaptığı talihsiz ya da çok hatalı açıklamalara rağmen insanların –HDP seçmeni, HDP’ye sempati duyan insanların– ona oy verme ihtimalinin daha yüksek olduğu bile söyleniyor, böyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız.

Peki Binali Yıldırım niye böyle yapıyor? Çünkü Binali Yıldırım’ın HDP seçmeninin de oyuna ihtiyacı var; çünkü 31 Mart seçimleri iktidar ortakları için hiç de kolay geçeceğe benzemiyor. Ankara, Bursa, Adana gibi birçok yerde iktidar ortaklarının seçimleri kaybetme ihtimalinin yüksekliğinin altı çiziliyor birçok yerde. İstanbul’da da Ekrem İmamoğlu’nun beklenenden daha fazla oy alma ihtimalinin altı bir şekilde çiziliyor. En son dün burada da değerlendirdik; Ekrem İmamoğlu’nu hükümete yakın, iktidara yakın kanalda HDP üzerinden vurma çalışmalarının nasıl İmamoğlu’nun işine yaradığını –ilk izlenim bu yönde– ve HDP seçmeni içinde tereddütte olanların da ona daha fazla yönelmesine yol açmış olabileceğini ele almıştık. Normalde aslında Binali Yıldırım’ın çizgisi bana göre doğru olan; yani şöyle bir şey var: HDP seçimlere girmiyor, AKP ve MHP yani iktidar adayları dışındaki adaylara oy verilmesini tercih ediyor, tabanına bu yönde bir telkinde bulunuyor, ama politizasyonu çok yüksek olan HDP tabanının yine de kendilerine işaret edilen yere oy vereceklerinin garantisi yok. Eğer gerçekten AKP, HDP tabanına daha sempatik gelecek adaylar çıkartabilse ve söylemini de HDP seçmenini ürkütmeyecek bir şekilde inşa etmiş olsa, pekâlâ buradan HDP genel merkezinin işaretine rağmen belli oranlarda oy bile alabilirdi. Ama başından itibaren HDP düşmanlığı üzerine inşa edilmiş, HDP yöneticilerini hedef gösteren, HDP’liliği bir nevi teröristle eşleştiren yaklaşımlar bu kişilerin AKP ve onun desteklediği adaylara oy verme ihtimalini bayağı azaltıyor.

Şöyle düşünelim: Olay sadece HDP meselesi değil; yine Binali Yıldırım geçenlerde bir gazeteciye şunu söyledi: Kendisi için bölgesinde bütün diğer partilerin seçim standlarını da ziyaret etmiş, jest yapmış. Bu sorulduğunda –İsmail Küçükaslan soruyor– “Sonuçta yerel bir seçime gidiyoruz, savaşa gitmiyoruz” demişti — bunu birkaç yerde söylediğini biliyorum. Özellikle de kendi tabanının okuduğu gazetelere bunu söylüyor; yani şöyle söyleyelim: Arada sırada bazı AKP adaylarının, biliyorsunuz, Sözcü gibi yerlere, hatta Halk TV’ye demeç verdikleri oluyor. Oradaki insanları etkilemek için birtakım böyle şeyler söylüyor olabilirler –belli bir yere kadar– ama Binali Yıldırım mesela Yeni Şafak’ın iki ayrı yazarına konuştuğunda benzer şeyleri açık açık söyledi. Yani savaşa gitmediğini, beka meselesinin bu seçimin gündeminde olmaması gerektiğini söyledi ve burada bir fark var. Bazıları bu farkı bir iyi polis-kötü polis oyunu olarak görüyor. AKP içerisindeki farklılıkların hemen hemen hepsine öteden beri böyle yaklaşıldı muhalefet cephesinde. Ama burada, “Erdoğan kötü polisken Binali Yıldırım iyi polisi oynuyor” demek bana gerçekçi gelmiyor. Özellikle kendi tabanının okuduğu gazetelere verdiği mesajların bu yönde olması, olayın renginin farklı olduğunu bana düşündürtüyor. O da şu: Binali Yıldırım açıkça söylemese de Erdoğan’ın bu MHP dalga boyunda giden seçim kampanyasını, stratejisini doğru bulmuyor ve hatta İstanbul’da da kendisine seçim kazandırmak değil; tam tersine kaybettireceğini herhalde düşünüyor ki kendisini birazcık farklılaştırmaya –birazcık değil, bayağı bir farklılaştırmaya– çalışıyor.

Şöyle düşünelim: 24 Haziran’da muhalefet cephesi çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Özellikle de gece, destekledikleri adayların ve parti temsilcilerinin karşılarına çıkmamasının şokuyla bayağı sarsıldı ve o geceden itibaren ve 25 Haziran sabahından itibaren genel eğilim şu yöndeydi: “Seçimle bir şey olacağı yok; bu partilerle, bu liderlerle bir şey olacağı yok. Bir daha sandığa da gitmem, sandığın başında da durmam, sandıklara sahip çıkmam” diyen çok sayıda insan vardı. Bunun ardından Türkiye bir ekonomik krizin içerisine girdi ve ekonomik kriz siyasî iktidarı çok ciddi bir şekilde zor durumda bıraktı, doğal olan da bu. Ve bunun paniğiyle Erdoğan, stratejisini ekonomi konuşmadan beka üzerine inşa etmek istedi ve böyle yaptı. Bahçeli’yle beraber söylemini sertleştirdi; yerel seçimi tamamen siyasî bir platforma taşıdı ve bence çok büyük bir yanlış yaptı, artık geri dönmesi mümkün olmayan çok büyük bir stratejik yanlış yaptı. Şöyle varsayalım: Tamam, ekonomik sorunlar iktidarı aşındırıcak, oylarında da azalmaya yol açacak; ama sakin bir seçim kampanyası yapsaydı, 24 Haziran’ı veri olarak alsaydı, 24 Haziran’da muhalefet seçmeninde yaşanan hayal kırıklığını ve umutsuzluğu veri olarak alsaydı ve onun son âna kadar 31 Mart’ta kadar sıcak durmasını sağlayacak bir seçim kampanyası yürütseydi, bence çok daha başarılı olabilirdi. Ama ne yaptı? Sertleştirdi. Mansur Yavaş olayında olduğu gibi işin içerisine yargıyı sokmaya çalıştı. Hırçın bir kampanya yürütüyor, her türlü sertlik var ve o zaman insanlarda –özellikle muhalefet cephesindeki insanlarda– şöyle bir duygu hasıl oluyor: “Bunlar bu kadar saldırıyorlarsa o zaman demek ki bir şey var; bizim de tekrar kendi partilerimize, ya da çok istemesek dahi muhalefete destek olmamız gerekir” duygusunu güçlendiriyor.

Diğer taraftan da kendi tabanında, kendisine oy vermiş kesimlerde de soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Çünkü “beka sorunu” diye tarif edilen şey şu anda Türkiye’nin gündeminde yok; Türkiye’nin gündeminde ekonomik sorunlar var. İnsanların tek tek yaşadıkları husus, alım güçlerinin düşmesi, hatta çok ciddi bir şekilde işsizliğin tırmanması ve insanların önlerini göremiyor olması. Bu noktada insanların kişisel olarak ekonomik anlamda bir beka meselesi var ve liderlerinin, siyasetçilerinin bu konuya cevap vermesini, bu konuda bir şeyler söylemesini beklerken, olayın başka bir yere sert bir şekilde bir beka meselesine, siyasî bir beka meselesine taşınması da bence AKP’den duyulan rahatsızlığı, kendi tabanında duyulan rahatsızlığı daha da artırmış durumda. Dolayısıyla Binali Yıldırım’ın bu çıkışlarını Erdoğan’a bir tür itiraz olarak görmek lazım, ben bu eğilimdeyim.

Aslında bunu yaşayan çok kişi olduğunu biliyorum. AKP içerisinde, adaylar içerisinde, yönetiminde de çok kişi bu stratejinin doğru olmadığı görüşünde. Ancak seslerini çıkaramıyorlar; çünkü AKP’de iktidar Erdoğan’ın elinde tekelleşmiş durumda. İşte burada Binali Yıldırım belki de geri kalan son istisnalardan birisi. Bir zamanların Abdullah Gül’ü ya da Ahmet Davutoğlu’su ya da Bülent Arınç gibi parti içerisinde gücü o kadar yüksek olmasa da yine de partinin kuruluşundan beri var olan ve cumhurbaşkanlığı dışında gelinebilecek bütün yüksek yerlere gelmiş birisi olarak, Binali Yıldırım’ın bir kendi sözünü söyleme hakkının olduğunu varsayabiliriz ya da kendisi böyle düşünüyor. Hayli utangaç yaptığı muhakkak, yani bunları söylerken Erdoğan’ın adını vererek onu eleştirmiyor; ama bunun muhatabı, bu eleştirinin muhatabının Erdoğan olduğu da muhakkak. Yani bir tarafta sizin lideriniz seçim kampanyasını birilerinin gizli gizli HDP oyunlarını almak üzerine inşa ettiğini kanıtlamaya çalışırken, HDP oyu almayı bir tür suç gibi tarif ederken, siz açık açık televizyonda çıkıp “HDP oylarına talibim” diyorsanız, ya da beka meselesinin bugünün meselesi olmadığını söylüyorsanız, işin rengi değişiyor.

Geçen Kemal Öztürk daha önce Binali Yıldırım’la konuşmuştu, Menderes Tükel’le bir röportaj yapmış orada şöyle bir şey söylüyordu — Yeni Şafak’ta yine: “Menderes başarılı bir belediye başkanı, hatası yok –öyle diyor, onu aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum–, ama ülkede yaşanan kutuplaşmanın, bloklaşmanın kurbanı olabilir”. Olabilir, yani Menderes Tükel’in Antalya’da yeniden seçilme ihtimalinin bayağı bir zora girdiği yolunda çok yorumlar yapılıyor. Menderes Tükel Antalya’da seçimi kaybederse, seçimi kaybetmesinin birinci derecede sorumlusunun –öncelikli sorumlusunun– bu kamplaşma, kutuplaşma olduğu tespiti doğru da olabilir; ama tabii orada şöyle bir soru var: Bunu kim yapıyor? Bu kamplaşmayı, kutuplaşmayı kim yapıyor? Bu kimin ürünü? Bu muhalefetin ürünü değil; bu ülkedeki medyanın hemen hemen hepsini kontrol eden, Yeni Zelanda’daki terör saldırısından bile nefret söylemine yakın çıkışlar üretebilen birisinin meselesi. Eğer bugün AKP’li ya da MHP’li belediye başkanları tekrardan seçilemeyecek olurlarsa ve bu seçilememelerinin nedeni de esas olarak toplumdaki kutuplaşma, kamplaşma olursa, esas belirleyeni olabilir, ama bunu sorumlusunun bir İYİ Parti-CHP İttifakı –hatta Saadet’i de, hatta HDP’yi de katalım– olmayacağı; bunun esas sorumlusunun Türkiye’de kutuplaşmayı esas tırmandıranın AKP-MHP İttifakı, Cumhur İttifakı ve onu liderleri olduğu da muhakkak.

Buradaki sorun şu: İçeride, birtakım kalan son sesi çıkabilen insanların itirazları var, eleştirileri var; ama bu eleştirilerde, doğrudan muhatap olan Erdoğan’ı hedef alamadıkları için, bu eleştirilerin hepsi, itirazların hepsi zayıf kalıyor. Ama yarın öbür gün 1 Nisan itibariyle, 31 Mart gecesi itibariyle eğer Cumhur İttifakı yerel seçimlerde bir hayal kırıklığı yaşarsa, bu kişilere “Biz söylemiştik, ben söylemiştim, ben zaten uyarmıştım” deme gibi bir hak kısmen de olsa doğacak.

Evet; yanlış bir strateji var ve yanlış stratejiden şikâyetçi olanlar var. Bu şikâyetçi olanlar içerisinde seslerini kısık da olsa dile getirenler var ve benim gördüğüm kadarıyla Binali Yıldırım da bunlardan birisi. Ama onun yaklaşımının –geriye çok az bir süre kaldı– bu seçim kampanyasında egemen olma ihtimali, baskın olma ihtimali yok, artık zaten çok geç.

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.