Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (8): Belediyelerin ve devletin farklı yardım kampanyalarının anlamı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Kemal Can’la birlikte “Haftaya Bakış”ta bu hafta yine karşınızdayız. Tabii ki koronavirüs gündemini ve Türkiye’de yaşananları konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba.

Çakır: Bu haftanın en önemli olayı, CHP’li 11 büyükşehir belediyesinin ilk defa ciddi bir biçimde inisiyatif almaları ve koronavirüs salgınıyla mücadele için bağış kampanyası başlatmaları oldu. Kampanya çok da büyük ilgi gördü. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, yine bir gece vakti televizyon kanallarına çıkarak, kendisinden sokağa çıkma yasağı ilan etmesi beklenirken, “Biz bize yeteriz” kampanyasını duyurdu. Sonra şunu gördük ve şaşırmadık tabii: Belediyelerin yaptığı kampanyalar engellenmek istendi ve büyük ölçüde de engellendi. Önce bankalardaki bağış hesaplarının bir kısmı, özellikle Vakıfbank’taki hesaplar bloke edildi. Sonra birtakım genelgelerden bahsedildi; ne olduğu tam net olarak anlaşılmadı, ama daha sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu –ki biliyorsun o hükümetin “kötü polis”ini oynuyor; şu an Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın tam zıttı bir konumda– belediyelerin başlattığı kampanyayla ilgili olarak, “İçişleri bakanıyım, birileri bu süreçten başka bir anlam mı çıkartıyor diye işkilleniyorum” açıklamasını yaptı. 

Gündemde çok önemli konular var, bunları konuşacağız zaten. Ama bence en önemli konulardan biri, CHP’li belediyeler bu kampanyaları başlatmasaydı ve bu kadar kısa zamanda bu kadar etkili olmasaydı; belki Cumhurbaşkanı’nın devlet adına başlattığı kampanya olmayabilirdi ya da gecikebilirdi. Bence en önemlisi bu. Senin de yazında belirttiğin, hükümet –hükümet demeyelim, iktidar; hükümet diye bir şey yok zaten– iktidar, bu kriz olayını, krizi çözmekten ziyade kendi krizi üzerinden okuyor. İlginçtir; bu kriz tam da 31 Mart günü oldu. Yani 1 yıl önce yapılan yerel seçimlerin yıldönümünde. 1 yıl önceki yenilgiyi hâlâ hazmedememek, bununla hâlâ baş edememek, iktidara esas siyasî tehdidin belediyelerden geleceği duygusunu yaşamaktan kaynaklanan bir olay olduğu kanısındayım. Ben burada bırakayım, devam edelim. Bence bu, çok önemli ve verimli bir tartışma.

Can: Evet, söylediklerin doğru. Dediğin gibi geçen yıl yaşanan seçim hâdisesinin tam yıldönümüne denk geldi. O zaman da bu seçim yenilemeyle birlikte, bu gerilim bir biçimde Türkiye’nin gündemi olmuştu. Şimdi çok başka bir konjonktürde, yeniden aynı tür bir gerilimin, “Biz ve onlar” tartışmasının tekrar siyasetin ana meselesi haline geldiğini görüyoruz. Bu çok açık. Aslında bütün dünyada iktidarlar şu anda aynı durumda; iktidarlar, güç odakları, yönetimler, herkes aynı sorunla yüz yüze. Büyük ölçüde, kontrol edilemeyen çok güçlü krize karşı, kendi cevap verme kapasiteleri üzerine kafa yoruyorlar. Öncelikle bu krizi yatıştırmak, durdurmak, kontrol edebilmek için büyük bir enerji harcandı. Ama artık bütün dünyada, yavaş yavaş bu işe cevap üretebilme kapasitesini tartışmaya başlayan ve buna göre pozisyon alan siyasî bir biçimlenme olduğu görülüyor. Bir sürü tartışma da devamında geliyor. Ama Türkiye’de biz buna dünyadan daha fazla alışığız. Her türlü meselenin, son derece teknik gerekleri olan sorunların bile, daima iktidar tarafından siyasî bir mesele olarak önümüze konmasına çok alışığız. Türkiye’deki gündem, Türkiye kamuoyu uzunca bir süredir her sorunu böyle yaşıyor. Daha doğrusu iktidar böyle sunuyor. Ekonomik kriz olduğunda, bu, dışarıdan gelmiş, hatta iktidara zarar vermek için getirilmiş bir sorun oluyor. 

Çakır: Kemal, sözünü kestim, ama ilk grup toplantısında, Cumhurbaşkanı koronavirüs salgınından ilk bahsettiği zaman, bunu bir saldırı olarak tanımlamıştı. O konuşmada, “Dışarıdan gelen kur saldırısını aştık, şimdi bir virüs saldırısıyla karşı karşıyayız” demişti. Tabii kur saldırısı deyince, dış güçler gibi belirsiz bir özne olabiliyor. Ama virüs saldırısının öznesi yok. Orada gerçekten bir aşağı düşme hali var.

Can: Şimdi özne üretiliyor. 

Çakır: Keşke komplo teorisi olarak atfedilebilecek, iyi kötü ikna edici bir odağı olabilse… Hani, virüs Çin’de çıktı. Çin’e hiçbir şey olmadı ama dünyayı kavuruyor olsa, “Çin bir şey yarattı, dünyayı ele geçirmek istiyor” dersin. Ama burada kimse muaf olmadığı için kimse de suçlanamıyor. Dolayısıyla, öznesi belli olmayan bir saldırı olarak kaldı.

Can: Öznesi belirsiz olan meselelere özne imal etme işi, bu kampanya krizini üretiyor. Daha önce de, yaşadığımız ekonomik krizde “Bu dışarıdan gelmiş bir şey” denmişti. Bu konuda iktidarın yaptığı hatalar ya da kendisinin sorumluluk alanındaki kusurları dikkate getirildiğinde, bu, tartışmaya açıldığında, “Bu mesele siyasî değil. Bunu söyleyenler, bize bu saldırıyı yapanların içerideki ortaklarıdır, hainlerdir” lâfını duyduk. Suriye meselesinde de benzer bir şey duyduk. Yani sürekli, Türkiye, aslında Türkiye de değil, doğrudan iktidar saldırıya uğruyor. Yaşanan her mesele onun saldırıya uğraması. Bu saldırıya uğradığını iddia ettiği soruna ilişkin yanlış adımlar, eksik politikalar, sorunlu refleksler gösterildiğinde, bunu söyleyen herkes de bu saldırıyı yapanların içerideki ortakları ya da hainler oluyor. Hemen hemen her mesele politik bir alana taşınıyor ve bu belirsiz özne… Mesela ekonomik krizde de öyle; Hep, “Dışarıdan birileri” dendi. Ne doğrudan Amerika dendi ne Avrupa denebildi. Daha sonra yapılan görüşmelerde de bunun izlerini gördük. Suriye meselesinde de böyle. Asla, o asıl düşman öznesi belirginleşmiyor; ama onun içerideki uzantıları meselesi daima çok net bir hal alıyor. Ve hemen, kutuplaşmanın, ötekileştirmenin aracı haline geliyor. Bu mesele de, eğer bir dış düşman varsa –virüs gibi gayet net bir düşman var– o virüsün yarattığı krize siyaseten cevap verme kapasitesi eleştiri konusu olmaya başladığında, iktidarın bunu siyasîleştirme ihtiyacında olduğunu gördük.

 Zaten uzunca bir süre, meseleyi önemsiz gösterme ya da daha önceki krizlerde de olduğu gibi, çabuk atlatılacağı, teğet geçeceği, hatta bundan fırsat çıkacağı söylendi. Ama böyle iyimserlik pompalanması gerçeklerle pek uyuşmadı. Tablo öyle oluşmadı. Zaten öyle gitmediğini de görüyoruz ve gitmediği daha da belirginleşiyor. O zaman da durum değişti; bu iyimserlik havasıyla, “Bize bir şey olmaz” havasıyla, başka bir siyasî kampanyayla dengelenmek istendi. Ama bu, iktidarın krizden az etkilenmesine yetmedi. 

Çakır: Bu söylediğin doğru, tamam. Ama seçimden bu yana ilk defa, belediyelerin bu kadar öne çıkan toplumsal desteği yanlarına almaları çok önemli. Belli ki belediyelerin yaptığı kampanyaların boyutları, toplanan paraların miktarı ânında Cumhurbaşkanı’na da gidiyor. Bir siyasîleştirme meselesi var, ama bir de reaksiyon var. Bu, kendisinin düşünerek yaptığı bir olaydan ziyade, sürüklendiği bir mecra gibi geliyor bana. Belediyelerin bu hamleyi yapmış olması, hakkını vermek lâzım, belki de bir yıl içerisinde ilk defa, çok da mütevazı, siyasî hiçbir yönü olmayan, tamamen teknik bir konu: “Ortada büyük bir sorun var. Yoksullar var. Yoksullara, işini kaybedenlere yardım götürmek lâzım. Biz ne yapabiliriz? O zaman, vatandaşların seçtiği bir birim olarak: Hadi hep birlikte güçlerimizi birleştirelim” düşüncesiyle, çok basit, siyasî anlamı derinde olan bir şey yaptılar. Ve iktidar bunun altında kaldı. Belediyelerin almış olduğu inisiyatif meselesinin çok önemli bir payı var bence.

Can: Kuşkusuz var. Hatta başta söylediğin gibi, bir yıl önceki alınamamış rövanşın da etkisi var. Evet, bu önemli bir tetikleyici oldu. Zaten iletişim stratejisi açısından son derece sorunlu, uyduruk bir gerekçe icat ederek, alelacele hesapları bloke etmek ve kampanyayı durdurmak, bunu gösteriyor. Ama burada önemli olan mesele, yerel yönetimlerin inisiyatif alarak, iktidarın eylemsizliğini daha görünür hale getirmesi iki probleme neden oldu.  Herkes, bütün bilim insanları, meslek örgütleri ve dünyadaki genel gelişme, daha aktif bir politika yürütülmesini gerektirirken, “Bizim önceliğimiz, çarkların dönmeye devam etmesidir” diyen bir iktidarın karşısında, sorunları çözmeye –çözebilir çözemez ayrı bir şey– hamle etmiş başka bir siyasî aktörün görünmesi çok rahatsız ediciydi. İşin bir bu tarafı var. Yani negatif bir zarardan kaçınmak, böyle bir olasılıktan kaçınmak için bu hamle yapıldı. Ama böyle olmasa bile, bu kriz büyümeye başladığı anda –ki önümüzdeki günlerde daha fazla göreceğiz–iktidarın bu tür bir kutuplaştırma, meseleyi siyasîleştirme ihtiyacı olacaktı. Biraz denk geldi. 

Söylediğin nedenle bir risk görüldü ve hızlı hareket edildi. Şimdi görüyoruz; sosyal medya gözaltıları ve bu konuda hükümete yönelen eleştirilere karşı daha aktif, daha militan tabanın ya da daha organize iktidar yandaşlarının cevap verme biçimlerinden anlıyoruz ki bu iş yine hızla “Bizler-Onlar” eksenine oturacak ve “Bütün dünya bunu çekiyor” meselesiyle kurgulanacak. Mesela iktidar medyasında “Avrupa çöktü, biz yardım ediyoruz” algısını çok fazla görüyoruz. Ama “Biz daha iyiyiz” iddiasının karşılığı hiçbir veriyle doğrulanamıyor. Yani hangi konuda daha iyiyiz? “Biz herkesten daha iyiyiz” iddiası var. Hangi göstergede biz daha iyiyiz? Salgın hızında daha iyi değiliz. Ölüm hızında daha iyi değiliz. Daha geriden başlamış olmak, daha iyi olmak anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bunların hiçbiri doğrulanmadığı için, iktidar destekçilerini tarafından, “Başkalarının da başında var. Niye (iktidarı kastederek) bizimkilere lâf söylüyorsunuz?”dan ibaret bir siyasî söylem kuruluyor. 

Çakır: İki kampanyayı karşılaştırdığımız zaman, muhteva olarak çok farklı iki ayrı olay söz konusu. Birisi, halkın seçtiği belediyelerin doğrudan kaynak yaratmaya çalışması. Bir tarafta da, kaynakları kontrol eden bir devletin, kaynaklarının yetersiz olduğunu kabullenmeden ek kaynak yaratmaya çalışması. 

Bugün sosyal medyada da gördüm; biz, bu konuda yaptığımız haberleri paylaştığımızda, hemen birileri refleks gösteriyor. Mesela birisi diyor ki: “Tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi, devlet milleti yardıma çağırıyor”. Bir başkası, “Devletle milletin arasına giremezsiniz. Olur böyle şeyler” diyor. Ama burada şöyle önemli bir husus var: Dünyanın birçok yerinde, devletler para basarak ya da şunu bunu yaparak doğrudan millete ya da topluma yardım ediyor. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa gibi bir yığın ülkede bunun örnekleri var. Türkiye’de ise virüs salgınına karşı açıklanan ekonomik paket çok sınırlı. Bu haliyle kimseyi tatmin etmeyen bir açıklama oldu. Yoksullar, yoksunlar, işsizler, işini kaybedecekler neredeyse hiç yoktu bu paketin içinde. Dolayısıyla, iki paket arasındaki eşitsizlik de aslında iktidarı ve iktidar tabanını rahatsız ediyor. Çünkü devletin başlattığı bu kampanya, neresinden bakarsan bak şunu söylüyor: “Ben vatandaşıma yeterince kaynak aktaramayacağım. Gelin, bana yardım edin”. Yani bu, devletin topluma bir çağrısı. Hatta bu kampanyaya katılanlardan bir kısmı da kamu kuruluşları. Devletten gelen şeyleri, devlet doğrudan kendisi değil, kendi kurumları üzerinden verdirmeye çalışıyor. Biraz önce benim cep telefonuma geldiği gibi, herkesten 10’ar, 20’şer lira para istiyor. Bu aslında bir yönüyle de, iktidarın kabul etmek istemediği kendi zayıflığını gösteriyor. Bunun dile getirilmesinden de ayrı bir rahatsızlık var bence. Bu kampanya, devlet-toplum ya devlet-millet kaynaşmasını yapmak için yaratılmış bir buluş değil. Muhalefete cevap vermek, muhalefete cevap verirken tekrar kutuplaşmayı tırmandırarak oradan bir siyaset üretmek ve bu arada da kendi ekonomik eksikliklerini ikame etmek. İşin böyle bir boyutu da var. Onun için, o senin söylediğin, iktidar yanlılarının, trollerin çok fazla ortaya çıkmasının bir boyutu da, kutuplaştırmayı tırmandırmanın ötesinde, aslında siyasî iktidarın ekonomik olarak hiç de güçlü olmadığı gerçeğini kabullenmemek ya da örtmeye çalışmak var.

Can: Evet. Mesela bu kampanyaya para aktaran bazı kuruluşların, buraya para aktarmak yanında, kendi işçilerini ücretsiz izinlere çıkarttıklarını da görüyoruz. Dolayısıyla bir yerden alıp bir yere verirken, imkânı olanlardan toplayıp fakire fukaraya, garibana dağıtıldığı meselesi de tartışmalı. Çünkü maaş kesintileri söylentileri de çıktığına göre, aslında yine, garibanın garibana, ya da az garibanın, daha çok garibana yardım yapması gibi, işin toplum kısmı biraz öyle işliyor.

Ama şöyle bir taraf var: Bu tür kampanyalar bir tür toplumsal dayanışmayı güçlendirmek açısından önemli araçlar olabilir — ki bu başka ülkelerde de yapılıyor. Devlet, parası olsa bile böyle bir şeyi yapabilir. Bu anlaşılabilir bir şey. Yani bu tür kampanyaların toplumsal dayanışmayı güçlendiren tarafı var. Ama başlamış, yürüyen bir kampanyayı durdurarak, “Durun bakalım! Size bunu yaptırmam” diyerek, bütün kamu gücünü kullanarak böyle bir şeyi yapmak, bu birlik fikrine –Cumhurbaşkanı’nın söylediği gibi 83 milyon fikrine– uygun değil. Üstelik bunun uygun olmadığını gösteren başka verilere de sahibiz. Çünkü Ankara’da bu krizin ilk büyük toplantısı yapıldığında, ilk önlemlerin ve daha sonra paketin açıklandığı o toplantıya hiçbir muhalefet partisi çağrılmadı. Çağrılmayabilir. Bu bir “Devlet kriz toplantısı” denilerek partiler dışarıda tutulabilir. Ama AKP yöneticileri çağırıldı. Çoğu virüsle enfekte olarak, bir kısmı da hayatını kaybederek büyük bir mücadele yürüten sağlık çalışanlarının, tabiplerin, onların sendikalarının temsilcileri çağırılmadı. Tamam, “Odaları çağırmıyoruz” diyebilirler. Milli irade falan deniyor. Ama bunlar, yöneticileri bütün doktorların oylarıyla seçilmiş olan örgütler. Bunlar çağırılmadı. Hadi onları çağırmıyoruz diyelim. Ama şu anda pek çok baronun kendisini tanımamasına rağmen, Barolar Birliği Başkanı o toplantıdaydı. Niçin orada olduğu belirsiz. 

Dün, yerel yönetimlerin başlattığı kampanyayı “devlet içinde devlet” olmakla suçlayan, “83 milyonun kampanyasını dinamitlettirmem” diyen Cumhurbaşkanı, bu açıklamayı, kendi partisinin belediye başkanlarıyla yaptığı toplantısında söylüyor. Bu ülkenin 83 milyonunu temsil eden Cumhurbaşkanı, neden sadece kendi partisinin belediye başkanları ile toplantı yapıyor? 

Çakır: Ben ayrıca bu konuda yayın yapmayı düşünüyorum, belki bugün de yapabilirim, bilmiyorum. Dün, Cihangir İslam’la bir yayın yaptım. İslamî hareketten geldiği için –ki hâlâ öyle bir duruşu var–, ona dedim ki: Türkiye’de İslâmî hareketin en önemli iddialarından birisi adem-i merkeziyetçilikti. Ama bir bakıyoruz, Cumhurbaşkanı, video-konferansla valilerle toplanıyor, tamam. Bakanlarla toplanıyor, video-konferansla, ona da tamam. Sonra AK Parti İl Başkanları ile video-konferansla toplantı yapıyor. En sonra, AK Partili belediye başkanları ile toplanıyor, yine video-konferansla. Muhtemelen aynı yerde, aynı düzenekle yapıyor.  Biliyorsun, Türkiye’deki İslâmî anlatının ve Cumhurbaşkanı’nın da sık sık söylediği “CeHaPe zihniyeti” dediği olayın en temel özelliği de, bu “Parti devleti”ne yapılan vurgudur. Ve hep “İl başkanları ile valiler, aynı” dedi. Şimdi il başkanları ile valiler ayrı olabilir, ama bazı durumlarda bakıyorsun, kim il başkanı, kim vali, ayırt edemiyoruz, öyle değil mi?

Burada şöyle bir sorun var: “Tek parti” yönetimi yok. Çok parti var, ama tek parti yönetimi var. Böyle garip bir durum içerisindeyiz. O “Devlet içinde devlet yaptırmam” sözü, 1994’te AK Partili belediyeler Tayyip Erdoğan’la ilk geldiği zaman, müesses nizamın en önemli argümanlarından biriydi. Geçen gün bir arkadaşım –iznini almadığım için ismini söylemeyeyim– “Bu belediyelerin yardım kampanyalarının engellenmesi, kurban derisi yasaklarına benzemiyor mu?” diye sordu. Hatırla! 28 Şubat döneminde kurban derilerinin sadece Türk Hava Kurumu tarafından toplanması kararlaştırılmış, THK adeta bir tekel olmuştu. Bu ”aşırı devlet”, aslında “aşırı devlet” demek de artık yetmiyor belki. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın, devleti “Şahsım” olarak tanımladığı bir noktaya doğru geldik. Bu virüs süreci, bunun çok net olarak ortaya çıktığı bir süreç. 

Lâkin şöyle bir husus var: Biliyorsun, Cumhurbaşkanı bir müddet ortalıkta yoktu. Süreci ilk günlerde Sağlık Bakanı sakince yürüttü. Şimdi, tamamen devlet vurgusuyla, Süleyman Soylu’nun “Ben devletim, işkillenirim” sözünde olduğu gibi… Aslında belki de bu sözü klişe yapmak lâzım. “Ben devletim, işkillenirim ve işkillendiğim yerde de ânında yasak getiririm” duygusuyla, Türkiye, şu anda koronavirüs salgınıyla beraber, belki de Erdoğan’ın kafasındaki o mutlak başkanlık sistemine doğru dönüşüyor sanki.

Can: Evet, doğru söylüyorsun. Mesela CHP’li belediyelere “Devlet içinde devlet olmayın, ayrı işler yapmayın, kampanya, sosyal yardım sizin işiniz değil” diyor. Ama aynı eleştiriyi yaptığı o toplantıda, kendi belediye başkanlarına dönüp “Bulunduğunuz beldelerde kimin yardıma ihtiyacı varsa tek tek bulup ona yardım edin” diyor. Buradan şunu anlıyoruz: Senin de söylediğin gibi, “Eğer siyasî bir faaliyet ya da halkla temas edecek ve halkın birtakım sorunlarını çözebilecek işler yapılacaksa, bunları sadece bizim verdiğimiz biçimde ve bizim verdiğimiz insanlar yapabilir. Onun dışında kimsenin bu tür faaliyetlerine izin vermeyiz.” Yarın öbür gün, büyük ihtimalle birtakım sivil toplum kuruluşları için de benzer durumlar söz konusu olacak. Ama burada şu soru ortaya çıkıyor: Bu 83 milyonu nasıl sayıyorsunuz? 83 milyonun içinde, işkillendiğiniz kısım kaç kişi? O zaman, işkillendiğiniz, siyaseten, idarî olarak, toplumsal olarak sizden ayrı olduğunu düşündüğünüz ve hiçbir şey yapmasına izin vermemeye kararlı olduğunuz kesimi, niye 83 milyonun içerisinde sayıyorsunuz? Böyle bir açmazla karşı karşıya. 

Bir başka sorun daha var: Senin dediğin gibi, bu tür kriz anları, bütün dünyada da bu çok tartışılıyor: Otoriterliğin, merkezî güçlerin daha öne çıktığı doğru. Ama bunu bir tür fırsat olarak, yani bir tür, yerleşikleştiremediği başkanlık sisteminin işleyişini, mesela İtalya’ya gönderilen kolilerin üstüne Cumhurbaşkanlığı forsu basarak ya da şimdi evlere gidecek kolonyaların torbalarına Cumhurbaşkanlığı forsu basarak, “Başkanlık Rejimi”ni yerleşikleştirmek iddiası ortaya konuluyorsa, böyle temel bir mesele önüne geliyor demektir: “Her şeye ben karar veririm, her şeyin yetkilisi benim” diyen biri, ama “Hiçbir  şeyin sorumlusu ben değilim”i sonsuza kadar sürdüremez. 

Çok temel bir şey var: Şu anda aslında “başkanlık sistemi” meselesinde ve diğer bütün sorunlarda da görüldüğü gibi, mesela çok yakın bir zaman önce “Ekonominin yetkilisi benim, ekonomiyi benden sormanız gerekir” deyip, ondan sonra, ekonomi ile ilgili her sorunu kendi üzerinden atan; Suriye meselesinde ölen askerleri, şehitleri Hatay Valisi’ne açıklatan bir merkezî süper yetki, bir süre kendini sürdürebilir. Çünkü aslında bu “Her şeyin kararını ben veriyorum, her şey bende bitiyor” iddiası, çıkacak bütün problemlerin de sorumlusu olmayı şimdilik üstüne almadan ve onun yakın çevresi tarafından gönüllü olarak bunu üstlenerek çözümleyebilir. Bugün dünyada da pek çok popülist liderin, mesela şu anda Trump’ın geçici olarak kriz içindeyken, görev onayının arttığına ilişkin birtakım duyumlar, birtakım destek artışları var. Çünkü insanlar şuna inandı: “Şu anda bir maceraya gerek yok, şu anda bizim güçlü devlete ihtiyacımız var” diye ona sarılıyorlar. Ama çözemediğinde ne olacak? İnsanlar, problemleri çözülsün diye kendi özgürlüklerinden vazgeçmeye gönüllü olabilirler. 

Çakır: Ama çözülmediği zaman?

Can: Ama çözülmediğinde ne olacak? Şimdi bu yürütülen, senin söylediğin gibi “Yerleştirilememiş başkanlık sistemini bu vesileyle, bu fırsatla daha kurumsallaştırırız, iyice herkesi de elimine ederiz” yaklaşımının büyük bir risk içerdiği, tam tersine, şu anda, bu tür yerel yönetimlerden bilmem neye kadar, kendi üzerine yönelmiş sorumluluğu, dağıtarak, hakikaten bunu toplumsallaştırarak… Önünde şu vardı iktidarın: Bu meseleyi toplumsallaştırarak çözme imkânı vardı. O, siyasallaştırarak idare etmeyi seçti.

Çakır: Bu söylediğin doğru, yani bütün ülkeyi seferber ederek, muhalefeti de belediyeleri de herkesi katarak, kutuplaşmaya en azından bir mola verdirerek bir şey yapabilirdi. Yapmadı. Buna şaşırmadık. Bir şekilde siyasallaştırmaya yöneliyor, onu da görüyoruz. Ama şu beni şaşırtıyor açıkçası: Sen de, ben de neredeyse başından beri yakından takip ediyoruz; Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasî kariyerinde, zor dönemlerde gerçekten çok etkili siyasetler üretebilmiş ve bunu yaparken de gerçekten aşağıdan destek almış bir profili vardı. Ama bir süredir bunun ciddi olarak aşındığını görüyorum. Bu olayda, bunu yeniden inşa edebilirdi. Yani o aşağıdan gelen, “Halkın, milletin adamı Erdoğan” profilini, ciddi bir şekilde aşınmış olan profilini, yeniden inşa edebilirdi. Bence şu âna kadar yaptıkları, şu âna kadarki duruşu, yaptığı açıklamaları çok zayıf buluyorum. Mesela, Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro bir şey söylüyor, tamam, yanlış şeyler söylüyor; ama iddialı bir şekilde söylüyor ve hep ortada görünüyor. “Trump” diyorsun, Trump’ın desteği nasıl arttı? Artık sürekli basının karşısına çıkıyor. Sürekli konuşuyor, doğru yanlış, sürekli bir şey söylüyor. İnsanlar onu görünce “Hah, bu hakikaten bir şeyler yapıyor” diye düşünüyor. Üstelik, doğrudan halka sesleniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemde yaptığı şeylerin hemen hemen hepsi –son “Ulusa sesleniş” konuşmasını saymazsak– hep “birilerine seslenmek”.  Mesela, şu anda Amerika’da en çok yıldızı parlayanlardan birisi, New York Eyaleti Valisi Cuomo. O da öyle; sürekli açık ve net. İyimserlik dozu yüksek olmayan, tam tersine, insanları kötü şeylere hazırlamaya yönelik bir şey yapıyor, konuşuyor ve popülaritesini artırıyor. Ama açıkçası, geçmişine kıyasla baktığım zaman Erdoğan’ın bu krizdeki performansını, özellikle topluma seslenme performansını çok zayıf görüyorum. Ve kendi açısından da büyük bir fırsatı kaçırdığı kanısındayım. 

Can: Evet, katılıyorum. Ama bu, senin de dediğin gibi, çok yeni değil. Bir süredir, dört-beş senedir, çok önemli krizler yaşadı Türkiye. Bu krizlerin hepsinde de benzeri problemleri gördük. İktidarın sorunlara çözüm üretme kabiliyetini önemli ölçüde kaybettiğine tanık olduk. Bu da, biraz önce konuştuğumuz, meseleyi siyasîleştirerek ve aslında kendi sorumluluğunu tartıştırmamak için bu meseleyle ilgili yeni suçlama odakları üretmek. Şimdi “yerel yönetimler”, daha önce “dış güçler” olduğu gibi. Ama, bu siyasî tutumun iletişim stratejisi de son derece sorunlu. Galiba senin işaret ettiğin noktalardan biri de bu. Yani bir tür “Erdoğan’ı sorunlardan âzâde, onlarla temas etmeyen bir yerde koruma” stratejisi yürütülüyor. Ama bu, aynı zamanda bütün ülkenin liderliğini yapabilme imkânını da onun elinden alıyor. Bu akıl, danışmanlarından mı çıkıyor, kendisi mi tercih ediyor, bilmiyorum. Ama söylediğin iddia açısından doğru bir strateji değil. Somut bir örnek söyleyeyim: “VIP Cuma namazı” ile ilgili Sabah gazetesinde bir yazar: “Cumhurbaşkanı’nın bundan haberi yoktu” diye yazdı. Bunu, güya onu korumak için yazıyor. Ama şu çok acayip değil mi? Bütün dünyada uçan sinekten haberi olan dünya lideri, sarayında cuma namazı kılınacağından haberi yok. Üstelik bu konu bütün medyada haber olmuşken, hem de Diyanet İşleri Başkanı’nın kıldırdığı bir namaz. Bunu söylerken, güya onu korumak istiyor; ama aslında şunu söylemiş oluyor: “Bir sürü şey olup bitiyor, haberi yok” dediğinin farkında değil. Yine mesela, “etiketler” ya da “Şahsım” meselesi… Bu, kurulmak istenen imaja da çok uymuyor. Ben açıkçası böyle bir şeyi, “kendime karşı komplo” diye değerlendirirdim.

Çakır: Kanal İstanbul ihalesini habersiz yaptı diye Ulaştırma Bakanı’nın görevden alınması. Burada “Kanal İstanbul ihalesini yapıp tepki çeken bakanı görevden alan etkili Cumhurbaşkanı” vurgusu var. Ama burada “Bakan, bu kadar güçlü bir Cumhurbaşkanı’na rağmen, bu kadar önemli bir ihaleyi habersiz nasıl yapıyor?” sorusu atlanıyor. Ben şu aşamada, Türkiye’de, bu kadar önemli bir ihaleyi –hatta çok önemli olması da şart değil, önemsiz bir ihale de olabilir– Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi dışında yapabilecek hiçbir bakan, bürokrat olduğunu sanmıyorum. 

Can: Kendimden örnek vereyim; haber alma kaynaklarım son derece sınırlı, evdeyim. Ben iki gün önceden, o ihaleden vazgeçilmediğini, yapılacağını biliyordum. Gizli kapaklı yapılmadı ki bu. Bir yerlerde birileri, gizlice bir ihale yapmadı ki. Bunun haberleri çıktı. Her şeyi geçtim, “Türkiye’nin bu durumunda Kanal İstanbul’un ihalesi yapılıyor” haberlerini okudum, ben oradan biliyordum. İhale yapılmadan önce yani. Dolayısıyla bu iddia her tarafından çöküyor.

Çakır: Kemal, burada noktayı koyalım. Haftaya, kaldığımız yerden yine koronavirüsü konuşmaya devam edeceğiz.

Can: Evet, öyle görünüyor.

Çakır: “Haftaya Bakış”ta, Kemal Can’la birlikte, koronavirüsü, belediyelerin yardım kampanyalarını ve devletin buna karşı başlattığı kampanyayı ele aldık. Haftaya tekrar buluşmak üzere, söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.