Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ile “5 Soru 10 Cevap” (22): Gerçek değersiz, yalan cezasız

Kemal Can, 5 Soru 10 Cevap programının yeni yayınında siyasetteki popüler anlatıyı, yalanların gerçeklerden daha fazla yayılma olgusunu tartıştı.

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya         

Merhaba iyi haftalar.

Bu hafta başlıkta göreceğiniz üzere gerçeğin değersiz yalanın cezasız olması gibi biraz soyut gelebilecek bir başlığı konuşacağız. Özellikle siyasi alanda ve tarih referanslı tartışmalarda yalanlar, olguların çarpıtılması çok sık karşılaştığımız ve artık gündelik olarak hayatımıza dahil olmuş bir mesele. Aslında soyut ve genel bir mesele değil bayağı hayatımızı biçimlendiren mesele olarak konuşmak gerekiyor. İşin tabi ki bir önemli tarafı, son yıllarda siyasi alanın büyük ölçüde tarihi referanslarla biçimleniyor olması. Biraz oradan başlayarak konuşursak;

Popüler tarih ve diziler sonrasında resmi tarihin yerini ne aldı?

Bu ülkede belgelere dayalı kuvvetli bir tarih bilincinin olmadığı, büyük ölçüde hissiyatlar üzerine kurulu bir tarih algısının olduğunu biliyoruz. Geçmişte, fikri hayatını, siyaseti, toplumu biçimlendiren resmi tarih anlatısı diye tarif edilen, kimi açılardan haklı kimi açılardan haksız eleştirilen resmi ya da öğretilen bir tarih vardı. Epeyce uzun bir süredir tarih, nesnelliğin de hafif hafif kaybedildiği bir popüler alana dönüştü. TV’lerde popüler tarih programları, dramalar ve sinema yapımları ile önümüze gelen başka bir tarih anlatısı var. Bir tür tarihi popülerleştirme. Tarihle kurulan bu ilişki, yazılı kültürle yakın olmayan Türkiye’de önemli karşılık buldu. Bu popülerleşme geniş kesimlere yayıldı ve tabi ki siyasette bunu çok yoğun biçimde kullanmaya başladı.

Bugün geldiğimiz noktada, Osmanlı hanedanının mensubu bir insan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını, İsmet İnönü’yü mallarına el koymakla suçlanabiliyor. Bu bir politik mesele olarak dolaşıma giriyor. Akademik unvanları olan insanlar “beyan söz konusu ise Osmanlı’nın beyanını dikkate alırız” gibi karşılık verebiliyor. Bütün bunlar bir politik karşılık üretiyor. Hatta yine geçtiğimiz hafta haber konusu olmuştu, Abdülhamit’in yıldönümü etkinliklerindeki bir panelin konuşmaları akademisyenler ya da tarihçiler değil dizi oyuncuları olarak karşımıza gelebiliyor. Çünkü oluşan yeni tarih, resmi tarihi parçalamak için ileriye sürülen yeni tarih anlatısı, kendisini hiçbir belgeyle, gerçekle bağlı hissetmeden bildiği hikayeyi gönül rahatlığıyla anlatabileceğini, politik olarak bunu kullanabileceğini düşünüyor.

Tarihsel gerçekleri değiştirmek bu kadar kolay mı?

Buna daha yakın dönem siyasi tarihimiz açısından bakabiliriz. Biliyorsunuz şu anda bir seçim sürecindeyiz -aslında Türkiye sürekli bir seçim sürecinde- seçim süreçlerinde Türkiye’nin son yüzyılına dair bir takım temel kabuller, yaklaşımlar, tepkiler çok belirleyici. Aslında bu yüzyılda neler olduğu üzerine kuruluyor bugün olup bitenler. Enflasyonu konuşurken, “50 yıl önce kuyruklar vardı” cümlesiyle karşılaşabiliyorsunuz. “Biz yaptık, onlar yaptı” meselesi üzerinden çok açık tarihi ve olgusal bilgiler çarpıtılabiliyor. Geçen hafta çokça konuşuldu: Erdoğan’ın Sivas’ta yaptığı konuşmada üniversiteyi AKP’nin açtığını söylemesi gibi. Oysa AKP’den on yıllar önce açılmış. Daha önce havaalanları başka üniversiteler için de benzer şeyler söylenmişti.

Bu tür doğrudan somut bilgileri değiştiren şeylerde şöyle bir akıl yürütme kullanılıyor sanki: Zaman diye bir mefhum yok, herkes aynı zamanda çakılı, şu an itibarıyla tartıya çıkıyormuş gibi. Yani 50 yıl önceki bir yöneticinin cep telefonunu Türkiye’ye getirmemesi gibi bir suçlamanın olabilmesi, zaman boyutunun ortadan kaldırılması demek. Tarihsel gerçekleri değiştirmek, zaman algısını değiştirmekle başlıyor. Türkiye’nin sorunlarını 80 yıl önceki yönetime bağlayabilmek, oradan başlatabilmek falan. Bu, bir tür tuhaf zaman bükme faaliyeti. Zaman boyutu ve gerçeklik algısı bozulduğu için, bunlar çok kolaylıkla söylenebiliyor. Peki, bunlar konuşma metinlerini hazırlayanların hatalarından mı kaynaklanıyor? Çok öyle gibi değil. Öyle olsa, hataların hesabının sorulduğunu, birilerinin bunun mesuliyetini üstlendiğini görmemiz lazım. Süreklilik kazanan olgu bozma faaliyeti, bisiklete binmek gibi bir şey. Eğer hızınızı keserseniz düşebilirsiniz. Onun için sürekli devam ettirmek ve asla düzeltmemek zorundasınız. Ve en önemli şey hiçbir bedelle karşılaşmıyor olması.

Anlatılanlara söylenenlere nasıl bu kadar kolay inanılıyor?

Bunun dinleyicisi, bir alıcısı var tabi. Onlar bu kadar nasıl kolay kabulleniyorlar? Sivas örneğinde olduğu gibi; muhtemelen Sivaslılar o üniversitenin kuruluş tarihini de biliyorlar ama alkışlarla karşılık verebiliyorlar. Sorun bilginin doğruluğu ile ilgili değil, söylenin duymak istenenle ne kadar alakalı olduğu. Çok uzun süredir Türkiye’de kutuplaştırma, kimlik siyaseti, çeşitli isimlerle andığımız bir siyasi-toplumsal anomali yaşıyoruz. Belirleyici olan siyasi parametre, bütün hayatla, olgularla kurduğumuz ilişkiler, kimlik dünyasının öncelikleriyle belirleniyor. Bu ne demek? Aslında hepimiz ve büyük kalabalıklar duymak istediklerine inanıyormuş gibi davranıyor. Onun gerçekte olup olmadığı, doğru olup olmadığı çok önemli değil. Duymak istediklerinin, kendilerinin bulunduğu hale ve tutundukları tavra uygun olup olmaması önemli. Büyük ölçüde siyasi söylem de, bu kimlik kalabalıklarını memnun etmek ya da onların kolay alabileceği bilgiler üretmekle oluşuyor.

Geçtiğimiz hafta sosyal medyada bir video dolaşıma girdi: Bir yerel siyasetçinin söylediği, “hırsız ise bizim hırsızımız” cümlesi. Bu kimlik algısının uzantısı. Bunun devamı, “yalancıysa bizim yalancımız.” Her kanaat öbeği için -dozu değişse de- geçerli ve ne yazık ki bu, gerçeğin değerli, yalanın cezalandırılacak bir kusur olmasını ortadan kaldıracak bir zemin yaratıyor. Bunu dengeleyecek olan nedir? Asıl olarak soru soran alanların, yani medya ve kamuoyunun başka türlü bir tutum sergilemesi. Bunun, yanlışların düzeltilmesi anlamında güçlü sorularla karşılanması ve tartışmaya açılması gerekiyor. Daha nesnel bir tartışma alanı kurulamadığı için -hatta buna akademiyi de dahil edebiliriz artık- bu durum devam ediyor. Aslında inanılan şey söylenen değil söylenenin yarattığı duygu.

Yalanlar gerçeklerden neden daha hızlı yayılıyor, tekrar ediliyor?

Çok açık biçimde, yalan daha hafif bir şey. Yalan kuruluşu itibariyle, kolay taşınması için bir prosesten geçmiş, müdahaleye uğramış bir bilgi. Gerçek ise, çıplak, bazen taşınması aktarılması ağır bir şey. Yalan şeker kaplanmış ilaç gibi, içimi kolay, başkasına aktarılması kolay bir şey olduğu için çok daha hızlı dolaşıma giriyor. Bugün sosyal medya, iletişim teknolojilerindeki gelişme sayesinde her türlü bilgi daha da çok hızlı dolaşıyor, yalan da.

Yalanın dolaşım kabiliyeti ve etkileme gücü daha fazla, çünkü gerçekler daha fazla mücadeleyi -aktarmak için de, kabul ettirmek için de- gerektiriyor. Bu noktada, sistematik yalan faaliyetini sorgulama, ifşa çabalarına dikkat çekmek lazım. (Teyit.org gibi) Ama ifşa, yalan için tek başına sonuç üretebilen bir şey değil. İfşa bir süre sonra belki eğlenceli bir şeye dönüşüyor ama kendi başına bedel üretmiyor.

Hakikatin değersiz yalanın cezasız olması değişmez kader mi?

Açıkçası yalanın cezası kaldığı doğru ama bedelsiz olmadığını biliyoruz. Çünkü söylenmiş büyük yalanların bedelleri ödeniyor ama genellikle o yalanı söyleyenler değil başkaları ödüyor. Bunun çok çarpıcı örneklerinden biri, eski Amerikan Genelkurmay Başkanı Powel’in BM’de bütün Ortadoğu sorununu başlatan meşhur konuşması. Bugünlerde vizyonda ya da vizyona girecek Oscar adayı bir film var; “Vice”. Orada mesele tekrar gündeme geliyor. Bütün düşmanlaştırmalar, bir kesimi hedef gösteren her türlü yalan veya çarpıtma çok ciddi sonuçlar doğuruyor. Ama şu açık, bu süreklilik kazanan ve beklemekle hallolacak bir durum değil.

Bütün dinsel, ahlaki, siyasi öğretilerde olduğu gibi, hakikat aslında mücadele edilecek ve kazanılacak bir şey. Dolayısıyla, hakikatin kendiliğinden zaferinden bahsedilemeyeceğine göre, gerçeğin sürekli savaşından bahsetmek gerekiyor. Bu anlamda, üç alanın; akademinin medyanın ve siyasetin -bunlar soru sorulan alanlar, sorumlulara soru sorulduğu alanlar- aktive olması, bu alanda bulunan insanların bu sorumlulukta davranmasıyla başlayacak. Tekrar sözün, hakikatin değerli olduğu, yalanın da cezasız kalmadığı bir şey ancak mutlak olarak gerçekleşmese bile bir mücadele ile yaklaşılabilecek bir hedef olabilir. Aslında iletişimi ve birbirimize bir şey anlatmayı mümkün kılan en önemli siyasi mücadelenin bu olduğunu unutmamak lazım.

Tekrar iyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.