Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kürt sorunu mu? Türk sorunu mu?

Bu yayında sözü edilen Mücahit Bilici’nin yazısını okumak için tıklayınız.

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Ne zamandır cumartesi günü yayın yapmamıştım, ama birkaç gündür Amerika Birleşik Devletleri’nde Washington’daydım, ara verdim ve arayı telafi etmek için bugün stüdyoda karşınızdayım. Yayının başlığını, konusunu kafamda şekillendirirken –birazdan açıklayacağım zaten– Mücahit Bilici’nin bir yazısıyla beraber şekillendi kafamda. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul’da partisinin il örgütü toplantısında yaptığı konuşmada İstanbul Şehir Üniversitesi üzerine söylediklerini gördüm, onu artık pazartesi günü değerlendiririz. Orada Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nun adını vermiyor ama tarif ediyor; Ali Babacan’ın, Mehmet Şimşek’in adını veriyor ve yine adını vermeden ama tarif ederek Abdullah Gül’ü bir şekilde karşısına almış durumda — özellikle Davutoğlu’nu tabii ki, üniversite olduğu için. Önümüzdeki hafta Davutoğlu’nun partisinin hafta bitmeden kurulması bekleniyor, şimdiden savaşın kızışmakta olduğunun işareti olarak görmek lâzım, ama dediğim gibi onu pazartesiye saklayalım. 

Bugün, “Türk sorunu mu? Kürt sorunu mu?” başlıklı bir yayın yapmak istiyorum. Buna da ilham veren, bugün okuduğum Mücahit Bilici’nin Gazete Duvar’daki “Türk sorunu değil, Kürt sorunu yazısı. Öncelikle şunu vurgulayayım: Mücahit ABD’de hocalık yapıyor uzun bir süredir. Ben ilk tanıdığım zaman daha çok İslamcı kimliğiyle öne çıkan birisiydi; ama süreç içerisinde Kürt kimliğini de birlikte vurgulamaya başladı. Şu anda bence kimlikler üstü bir yolda giderek, adım adım bir âkil insan –hani bir yandan bir zamanlar kötü anlamda kullanıyordu, daha doğrusu çözüm sürecinin bitmesiyle beraber; ama gerçek anlamda iyi bir laf– olarak tanımlanabilecek bir durumda — çok iyi bir yazı. Bu yazının temelinde şöyle bir soru var — ki benim de sık sık başıma gelen bir olaydır: “Kürt sorunu” dendiği zaman bazı Kürtler, bu sorunun aslında Kürt sorunu değil Türk sorunu olduğunu söylerler ve sorunu çıkaranın kendileri olmadığını, dolayısıyla Kürt sorunu olarak anılmasının yanlış olduğunu söylerler. İlk bakışta ikna edici gibi gözüküyor, ancak Mücahit’in yazısına baktığınızda, çok sıkı argümanlarla bunun hiç de isabetli olmadığını söylüyor. Birkaçını aktarmak istiyorum:

“İyi niyetli olduğunda bile böyle bir hamlenin yol açtığı temel kayıp Kürtlerin hep resmi söylemde yapılageldiği gibi bir kez daha karambole getirilmesidir. Bilardo kökenli bir futbol terimi olan ‘karambol’un eğer futbolcadan Kürtçe’ye tercümesini yaparsak bu aşağı yukarı ‘kim vurduya getirmek’ veya ‘kalabalıkta anonimleştirmek’ olurdu.”

Şunu görüyoruz — ki bence doğru, katılıyorum: Kürt ismini, sıfatını ya da isim olarak Kürdün kullanılması sorunun çözümü için önemli bir şey. Onun anılmaması sorunun çözümünü zorlaştırıyor — böyle anlıyorum, ben de böyle düşünüyorum. Bir de bahsettiği çok önemli bir husus var: Kürtlerden bahsetmek istedikleri zaman birileri yanına başka etnisiteleri de ekleme ihtiyacını hissediyor ve özellikle “Kürt sorunu yoktur” ya da “abartılıyor” diyenlerin söylediği, Türkiye’de Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Boşnak diye kurulan –başka gruplar da eklenebilir– bir yaklaşım var; bunun yanlış olduğunu söylüyor. Bir Laz olarak ben de yanlış olduğu kanısındayım. 

Mücahit Bilici burada, “Kürt” sözcüğünün sıradanlaştırılması, isimsizleştirilmesi olduğunu söylüyor. “Sahte bir çoğulculuk altında Kürt, ses ve söz hakkını kaybediyor” diyor, yani kalabalığın arasında sanki Türkiye’de bir sorun varsa herkesin ayrı ayrı sorunu var — gerçekten de herkesin birtakım sorunları olabilir. Örneğin biz Lazlar için dilin yok olmaya yüz tutmuş olması başlı başına bir sorun; ama Lazların sorununun olması, Çerkezlerin ya da başkalarının farklı farklı sorunlarının olması, Türkiye’nin en temel meselesinin Kürt sorunu olduğunu örtemez ve zaten onların beraber anılmasıyla bu realitenin üstü örtülmek isteniyor. Mücahit’in cümlesiyle söyleyeyim: Kürtleri karambole getirip görünmezleştirmenin arkasında Kürt ve Türk kimlik ve kelimelerini birbirine denk kategoriler olarak karşı karşıya getirmeme motivasyonu yatmaktadır.” Yani siz bir “Kürt sorunu” dediğiniz zaman ve Kürt’le Türk’ü beraber andığını zaman bir denlik meselesi söz konusu olabilir, onu belirtiyor. Şu tespitini de aktarayım — aslında bu yazının tamamını okumayı tekrar herkese tavsiye ederim: “Durumdan şikâyetçi olan kim ise sorun onun sorunudur”. Evet en önemli husus bu; şikâyetçi olan Kürtler ve şikâyetlerinde sonuna kadar haklılar. Şikâyetin nedenleri konusunda birtakım tartışmalar yapılabilir, şikâyet konularının dozu hakkında birtakım tartışmalar yapılabilir; ama ne zaman “Kürt sorunu” dense –ki başıma çok sık geliyor– bu yüzden adım birçoklarının gözünde “Kürtçü”ye de çıkmış durumda; bu rahatsız edici bir şey değil, ben Kürtçü olduğumu falan sanmıyorum, zaten Kürt de değilim; ama Kürt olmamakla birlikte Kürt sorununu ciddiye alan birisi olmaktan hiçbir şekilde rahatsız değilim. Tam tersine rahatsız olanlar bu sorunun yokluğunu dile getirenlerdir. 

“Nedir Kürt sorunu?” sorusu hep soruluyor tabii. Çok basit bir örnek: Selahattin Demirtaş’ın ve arkadaşlarının, çok sayıda HDP’linin aylardır, yıllardır cezaevinde tutulmasıdır Kürt sorunu. Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde sağlığı konusunda sorunlar yaşıyor olmasıdır. Selahattin Demirtaş’ın anne ve babasının Diyarbakır’dan Edirne’ye gitmek için yollara düşmesi ve yollarda kaza görmesidir ya da bugün olduğu gibi yine üç Van, bir Batman, HDP’li belediyelerin olduğu toplam dört ilçe belediyesine daha kayyum atanmasıdır ve kayyum atanmasının artık kanıksanmasıdır, bunların artık birçoklarının gözünde haber değeri bile taşımıyor olmasıdır. Birilerinin haberleştirmemesi, birilerinin görmezden gelmesi, sorunun olmadığı anlamına gelmiyor. Dolayısıyla Kürt sorunu, birtakım Kürtlerin dediği gibi, “Aslında Türklerin sorunudur”; içerik olarak bakıldığında doğru, yani bu tür sayıca az olanların yaşadığı sorunların sorumlusu esas olarak sayıca çok olanlardır ve sayıca çok olmalarının kendilerini her türlü şeyi yapmakta meşrulaştırdığını düşünenlerdir. Yani çoğunluk oldukları için kendilerinden az olanlara karşı bir şeyleri dayatma hakkını, özgürlüğünü kendine görenlerdir. Evet, sorumlu onlardır, yani Kürt olmayanlardır, kendilerini sayıca çok görüp sayıca az olanların haddini bilmelerini bekleyenlerdir. Ama bundan hareketle siz eğer bunu bir “Türk sorunu” olarak tanımlarsınız, aslında kendi sorunlarınızdan uzaklaşmış oluyorsunuz.

Bu olayın bir başka versiyonu da tabii ki –Mücahit yazıda ondan çok bahsetmemiş– demin sözünü ettiğim husus: Kürt olmayan bazı kişiler, Kürt sorununu dile getirdiğiniz zaman size aslında sorunun Kürtlerden kaynaklandığı ve dolayısıyla Kürtlerin bir sorunu olmadığı; tam tersine Kürtlerin çıkardığı sorunlar nedeniyle Kürt olmayanların sorun yaşadığı şeklinde tamamen abartılı, hiçbir gerçekle alâkası olmayan bir laf oyunu, kelime oyunu var. Yani Türkiye’de bir sorun varsa bu Kürtlerin sorunu değildir, Kürtler her istediklerini yapabilmektedirler; hatta bir şehir efsanesiyle beraber kaçak elektrik kullanıyorlar, mafya oluyorlar vs. gibi yaklaşımlarla sorundan asıl şikâyetçi olması gerekenlerin kendileri olduğunu söyleyenler var. Bu klasik ayrımcı yaklaşımın –dünyanın her yerinde böyle oldu ayrımcılık–, hatta ırkçılığın temel perspektiflerinden birisi, ülkenin yaşadığı sorunları sayıca az olanların sırtına yüklemek. Kimi zaman bu göçmen olabilir, mülteci olabilir, kimi zaman farklı renkte insanlar olabilir, kimi zaman farklı dinden insanlar olabilir ya da farklı mezhepten insanlar olabilir. Bu ayrımcıların temel özelliği, yaşanan sorunların –ki her ülkede bir şekilde sorunlar yaşanıyor; kimisinin dozu yüksek kimisinin dozu düşük– sorumluluğunu sayıca az olanlara atma gibi bir açıkgözlülük var. Bu anlamda da bir başka versiyonuyla bu olayı, Türkiye’de yaşananı Kürt sorunu değil Türk sorunu olarak tarif etmek gerçekten hiç iler tutar tarafı olmayan bir yaklaşım. 

Peki bu sorun nasıl çözülecek? Bu konuda söylenecek çok şey var, ama her şeyden önce söylenmesi gereken tek bir cümle yeterli: Kimse sayıca çok olduğundan hareketle, sayıca az olanlara hiçbir şey dayatmaya kalkmadığı zaman bu sorun da çözülmüş olacak. Bu anlamda Kürtlerin talepleriyle, ama aynı zamanda Kürt olmayanların hassasiyetlerinin bir arada ele alındığı bir ortak tartışma platformunda, yeni toplumsal sözleşmeyle –ki bir ara yapılır gibi oldu ve maalesef başarılı olamadı– tüm tarafların birlikte konuşarak, her türlü şeyi konuşarak, geçmişi de konuşarak ve geçmişte yapılan birtakım hatalarını da konuşarak –herkes hatalarda kendi payına düşen sorumlulukları üstlenerek– yapılabilecek bir süreçle çözülebilir. Şu anda bunun hayli uzağındayız; çünkü Türkiye’de devleti yönetenler bir süredir tam bir milliyetçi dili benimsemiş durumdalar ve Kürt sorununun sadece ülkede çözümsüzlüğünün dışında –Suriye örneğinde de gördüğümüz gibi– Suriye’de Kürtlerin elde ettikleri birtakım kazanımlara karşı mücadele etmeyi kendisine temel mesele olarak benimsemiş bir yönetimle karşı karşıyayız. Son bir şey daha söylemek istiyorum bu konuda — daha önce bu konuyla ilgili başlı başına bir yayın da yapmıştım: Kürt meselesi gündeme getirildiği zaman buna Türk milliyetçisi tepkiler verenlerin önemli bir kısmının, haklarını talep eden, sorunlarının çözülmesini talep eden Kürtleri milliyetçilikle ama daha da ötesi ırkçılıkla suçluyor olmaları da çok paradoksal bir durum. Kürtleri ırkçılıkla suçlamanın hiçbir şekilde Türkiye’nin hayrına olmadığını da özellikle vurgulamak istiyorum. 

Burada bitirmeden önce konuyla çok alâkasız kişisel bir olayı anlatmak istiyorum. “Ne alâkası var?” diyebilirsiniz, hakikaten alâkası yok, ama ilginç bir olay olduğu için anlatmak istiyorum: “Mitomani” diye bir olay var, bilenler bilir, bu yalan hastalığıdır. Ben hayatımda mitoman tanıdım, hatta aynı anda cezaevinde yatarken –12 Eylül sonrasında– koğuşta aynı anda iki ayrı mitomanla birlikte yattık. Ama bu cezaevi koşullarında o arkadaşların –ki birisini, şu anda hayatta değil, kendisini rahmetle anıyorum– bu tutumları bir tür şaka konusu olabiliyordu, yani pek arıza çıkmıyordu. Geçenlerde başıma böyle bir olay geldi, onu anlatmak istiyorum — bunu hafta sonu eğlencesi olarak görebilirsiniz: Doğu Anadolu’da bir ilde bir televizyon programında –ki bir izleyen birisi beni haberdar etti, hatta videosunu yolladı videosunun ilgili bölümünü söyledi, kendisi inanamamış, bana izlememi ve doğru olup olmadığını sordu– şöyle bir olay oluyor: Bir sunucu, dört tane de erkek katılımcı olan bir programda siyaset tartışıyorlar. Ne oluyorsa –bilmiyorum, çünkü başını izlemedim– bir şekilde katılımcılardan birisi olumlu anlamda benim adımı anıyor, tanımıyorum kendisini. Bunun üzerine –ekranı dörde bölüyorlar– sağ alttaki kişi anıyor, sol üstteki kişi birden şöyle bir laf ediyor, “Bana Ruşen’i anlatmayın” diyor ve ben hayretle baktım, hayatta tanıdığımı hatırlamıyorum, ama artık yaşlandık tabii, benim yaşlarımda birisi. “Bana anlatmayın, ben onun ciğerini biliyorum, içini biliyorum, siz onu böyle söylediklerine bakıyor olabilirsiniz” vs. falan… O kişi kendisiyle 1982 yılında İstanbul’da aynı evde altı ay kaldığımızı söylüyor. Gülüyorum, ama gerçekten söylüyor. Burada komik olan şu: Ben 1982’nin ilk yarısında cezaevindeydim, cezaevinde böyle bir kişi yok, ikinci yarısında da Boğaziçi Üniversitesi’ndeydim, hazırlık sınıfında öğrenciydim, gazeteci bile değildim ve cezaevinden çıktıktan sonra ailemle birlikte aynı evde kalıyorduk, yani bu tamamen uydurma bir şey. Sonra da devam ediyor, “Kendisi cemaatlere yaranmak için atmadığı takla kalmadı” diyor. Bu arada olumlu bahseden kişi “Bir dakika, nereden çıkıyor?” falan diyor, o da diyor ki, “Ya uzatma kardeşim, fotoğraflarla gösteririm sana” diyor. Ben bir şekilde gazeteci olduğum için, bir şekilde kişinin telefonunu buldum, kendisini aradım ve dedim ki “Ya biz sizinle nereden tanışıyoruz?” ve ev falan tabii ki yok, yani altı ay evde kalmak tabii ki yok. Ondan sonra –düşündükçe gülmem geliyor–, “Tanışıyoruz tabii, sen defalarca İskenderpaşa Camii’ne geliyordun defalarca, işte orada bilmem ne” falan. Ben hayatımda İskenderpaşa Camii’ne bir

kere gittim, o da 86-87 yanılmıyorsam, Korkut Özal’ın oğlunun düğün yemeği vardı, ona gitmiştim Korkut Bey’in davetlisi olarak, onun dışında hiç gitmedim. “Yok kardeşim böyle bir şey, nereden çıkarıyorsunuz, benim hayatımı bana anlatıyorsunuz” dedim. O da, “Yok, ben söylediklerimin arkasındayım” dedi. Sonra avukatıma sordum, “Buradan bir şey çıkmaz, uğraşmayalım” dedi, zaten o kişi de avukatmış. Niye bunu anlattım? Öylesine anlattım aslında, çok fazla bir şey yok. İnsanlar şöyle de yapabiliyorlar; nasıl olsa Türkiye’nin bir köşesinde bir televizyon programında bunu söyleyebiliyorsunuz, ama bir izleyici –artık dünya küçüldü– bir e-mail atıyor, size linki yolluyor, sonra gazeteci olarak o kişinin telefonunu bir şekilde bir yerlerden buluyorsunuz, kendisiyle konuşuyorsunuz ve hâlâ size kendisinin haklı olduğunu söylüyor. O programın ismini, şehrin adını falan vermiyorum, ama izleyenler belki vardır; vallahi billahi öyle bir adamı tanımıyorum, hayatta tanımıyorum, yani tanışmış olabilirim öyle birileriyle ama altı ay aynı evde beraber kalacak bir insan değilim. Post-truth çağının yani gerçek ötesi, hakikat sonrası çağının bir versiyonu olarak bu da hayatımın içerisinde komik, ama aynı zamanda aslında rahatsız edici bir anekdot olarak geçti. 

Evet, çok alâkasız bir konuyla, öylesine geyik muhabbetiyle bir yayını –ilk defa oluyor bu– sonlandırıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.