Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (1): Siyaset nedir, nasıl yapılır

Medyascope’un yeni programı “Siyasetname“nin ilk bölümünde, programın sürekli konuğu, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, siyasetin ne demek olduğunu, nasıl yapıldığını, Türkiye’de siyasete ilgiyi değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Bugün Medyascope’ta yeni bir programa başlıyoruz. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname. Hocam, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk.

Pişirici: Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile programı ayda bir yapacağız. Ersin Kalaycıoğlu hocamı Medyascope izleyicileri elbette tanıyorlar. Çeşitli kereler Ersin Hoca ile siyaset üzerine konuştuk, seçimlerde programlar yaptık. Ama dediğim gibi bundan böyle her ay, ayda bir kere siyaseti olabildiğince her yönüyle konuşmaya çalışacağız. Programın şiarı Atinalı devlet adamı, asker Perikles’in 2.500 yıl önce ettiği bir laf: “Siyasetle uğraşmayan yurttaşı zararsız değil, olsa olsa yararsız sayarız” demiş Perikles. Biz de, yurttaşa siyaseti anlatmaya, temsili demokrasi içinde siyaset yapmanın sadece oy vermekle sınırlı olmadığını, siyaset yapmak gerektiğini, bunun çeşitli yolları olduğunu yurttaş-seçmene anlatmaya çalışan bir program yapmaya uğraşacağız. Hocam, bu ilk program, bir tür siyaset bilimine giriş dersi gibi olsun. Ama daha çok bizim tarzımızda olsun. İlk sorum da şu olsun: Siyaset denince ne anlamamız gerekiyor?

Kalaycıoğlu: Toplumda bir çırpıda sayabileceğiniz çeşitli değerler var. İnsanların sahip olmaktan büyük ölçüde haz duyduğu ve değer verdiği temel birtakım özellikler var. Örneğin, bunlardan bir tanesi servet. Herkes serveti olsun istiyor, arzu ediyor. Yine arzu edilen bir başka şey, güç, iktidar, prestij, saygı. Başkalarından saygı görmek istiyor insanlar. Esenlik; sağlıklı ve sıhhatli olmak istiyor insanlar. Bu da insanların başlı başına sahip olmaya çalıştığı bir değer. Aynı zamanda aydınlanmak istiyor. Bunu bugünlerde eğitimle temin edebiliyoruz. Güvenlik de çok temel değerlerden bir tanesi. Bunların yetki sahibi kimseler veya kurumlar aracılığıyla dağıtılması veya -eski tabirle- tahsisini anlıyoruz. Yani siyaset dediğimizde, değerlerin, otoriteye dayalı olarak tahsisini anlıyoruz. Burada bahsetmiş olduğumuz, bu yetki ve otoriteyle anlatmaya çalıştığımız şey, bir güçtür esasında. Bu gücü de bağlayıcı kararlar alabilme kapasitesi, yeteneği olarak tanımlamaktayız. Bağlayıcı karardan kastımız, yaptırımla desteklenmiş karardır. Yani bir karar aldınız ve “Herkes yolun sağından gidecek. Yaya da yolun sağından yürüyecek, araçlar da yolun sağından yürüyecek. Solundan giden olursa bunun için şöyle bir ceza uygulayacağım. Sağından gidenlere de birtakım imkânlar sağlayacağım. Bu şekilde davrananlara ödül vereceğim, davranmayanlara da ceza vereceğim” dediniz. Yaptırımdan kastımız budur. Ödül ve ceza ile desteklenmiş karar. Bu kararı üretme ve uygulama yeteneği bulunanlar, otoritelerdir. Tabii bunların meşru olması tercih olunur ama illa meşru olması da gerekmez. Çünkü siyasetin sadece meşru kanallar ve hukuk içerisinde olduğunu varsaymıyoruz. Çok farklı türleri var.

Pişirici: Siyaseti nasıl yapıyoruz? Siyaset yapmanın yolu, yordamı, yöntemi nedir?

Kalaycıoğlu: Bu tanımlamış olduğumuz şeyin içinde birkaç tane temel unsur var. Bir tanesi, burada bu ‘’otorite, yetkili’’ dediğimiz veya Türkçe “yetke” dediğimiz şey nasıl oluşuyor, siyaset bununla ilgili. Bu kararların üretilebilmesi için, böyle bir mevkide bulunan, böyle bir gücü kullanabilecek olan yetkililere ihtiyacınız var. Bunlar o mevkie nasıl geliyorlar? Yani bunun da çok farklı yolları var. Bunlar için birkaç tane genel sınıflandırma yapılmış bugüne kadar. Bir tanesini Max Weber yapmıştı, o da çok uzun zaman kullanılmıştır.  Bir geliş biçimi “her zaman alışılmış ve belli bir şekilde uygulanmakta olan bir yöntemle, o mevkie gelmek suretiyle, otorite olmak ve yetkiyi kullanacak yetke haline gelmek mümkündür” diyor. Buna “geleneksel otorite” diyor. Yani kimsenin ne zaman, nasıl üretildiğini hatırlamadığı kadar eski bir kökenden beri, yerleşik bir teamül olarak alışılmış bir biçimde oraya gelmek. ‘’Bizi hep bir sülale yönetiyordu’’ veya ‘’Bizi hep şu aileden olan birisi yönetiyordu. Bizi hep şu nitelikte bir kişi yönetiyordu’’ diye varsaydığınız zaman, bu bir yetke oluşturma yöntemi. Bunun en ilkel türü, -patriarkal diyor buna Weber- bir aile içerisinde güçlü bir erkek üyenin bu şekilde yetki kullanabilecek bir pozisyona gelmiş olmasıyla tanımlanıyor. 

Pişirici: Osmanlı ailesinin içinden çıkan…

Kalaycıoğlu: Osmanlı’dan daha öncesi bu yani.

Pişirici: Yok, yok örnek olarak söylüyorum.

Mesela, bir aşirette filan gibi düşünün bunu. Veya bir klanda, kabilede, herhangi bir Kızılderili kabilesinde gibi düşünün. Daha basit ve ilkel bir yapıda. O ailenin içerisinden bir kişiye böyle bir yetki veriliyor. Bu yetki nasıl alınmış, neden böyle olmuş filan, bazı iddialar, yorumlar, teoriler var. Örneğin, makro sosyolojide bir iddia, paleontolojiden elde edilen bulgulara göre, çok eski zamanlarda topluluk dediğiniz, şimdi milyonlarla ölçtüğünüz kitle, ortalama 29-30 kişi. Bu kadar küçük olduğu vakit bunu nasıl yöneteceksiniz? İçinden birini seçeceksiniz. Bu seçtiğiniz kişi, sözünü dinletebilmesi için sizin üzerinizde bir etkiye sahip olabilmesi lazım. Bu etkiyi yaratabilecek unsur nedir? 29 kişilik bir toplum, herkes bir şekilde avcılık, toplayıcılıkla uğraşıyor. Olabildiğince benzer kuvvete sahip. Pazu gücüyle 28’ini de size itaat ettirebilecek bir pozisyonda olamazsınız. Dolayısıyla bunu daha çok, bazı metafizik güçlere sahip olduğunu ispatlamak suretiyle yaparsınız. Mesela birini lanetliyor, adam iki gün sonra bacağını kırıyor, bacak kırıldığı zaman ölüyor. Bundan korkmaya başlıyorlar. “Bu son derece önemli ve güçleri olan bir kişi. Biz bunun dediğini dinlemeye başlayalım” diyorlar. Ondan sonra onun soyundan gelenler, bir şekilde yönetmeye devam ediyor. Bu 29 kişi zamanla yerleşiyor, yerleşik tarıma başlıyor. Birkaç bin yıl sonra toplum büyüyor. Çünkü tarımla birlikte artık ihtiyacınızdan fazla üretmeye başlıyorsunuz, bir artı değer üretiyorsunuz. Bununla, tarımda çalışmayanları da besleyebiliyorsunuz, bunlar da kılıç erbabı, asker yahut ruhban sınıfı oluyor. Zaten onlar bu metafiziksel güçleri bir şekilde kullanabilen dini ulema oluyor. Bir şekilde din etkin hale gelmeye başlıyor. 

Bu bahsettiğimiz mesela, M.Ö 6.000-7.000 yılı gibi. Dolayısıyla onlar yönetme hakkının kendi ellerinde olduğunu iddia etmeye başlıyorlar? Neye göre? Geleneklere göre. Bu geliştiği zaman ancak Osmanlı’ya gelebilirsiniz. Yine bir hanedan oluyor. Bu sefer aile hanedanlaşıyor, çok daha geniş bir kitle haline dönüşüyor ve bu zümre yönetme hakkını gelenekler dolayısıyla elde etmiş oluyor. Ama bunun yönetiminde artık çok daha karmaşık, kurumsal roller ortaya çıkmış durumda. Yani sadece bir asker sınıfı değil, yeniçerisi, sipahisi, topçusu, lağımcısı, istihkâmı var. Daha karmaşık bir toplumsal yapı içerisinde örgütlenmeye başlıyor. Bu hale döndüğü vakit, artık eski, yüz yüze, birebir ve ailenin en saygın erkek üyesine -veya matriarkal ise kadın üyesine- bağlı bir yönetim biçiminden çıkıyor, daha kurumsal bir hal alıyor. Ona da ‘’patrimonyal’’ diyor. Bu son derece merkezi bir yapı ve bir merkezde, bir kişinin ağrılığında çalışıyor. Ama tabii onun yanında birtakım meşveret ettiği kimseler var; bir divânı var, onlarla birlikte konuşuyor, görüşüyor, fikrini oluştururken onların düşüncelerini bir şekilde öğrenmek istiyor, belki onlardan etkileniyor da. İnsanların patrimonyal yapıda kimden etkilendiği de ilginç. Ortadoğu çalışmaları üzerinde yapılan araştırmalarda -ki bugünlerde de özellikle Ortadoğu’da bu tür yapılar var- en fazla etkilenilen kişilerin, doğal olarak gün içinde en yakın olanlar olduğunu söylüyorlar. Zaman zaman belli meslek gruplarıyla, mesela şoförle bir hayli zaman geçiriyor. Yahut kuaför, berber; geliyor, her gün tıraş ediyor, onunla konuşuyor, onlardan birtakım etkilenmeler söz konusu oluyor. Bunların bu kurumsal yapı içerisinde herhangi resmi bir rolü yok. Ama son derece etkili. Veya padişahın halısını, seccadesini seren, perdelerini açan, her gün ona çay kahve getiren hizmetkârlar…

Pişirici: Influencer diyorlar ya, öyle.

Kalaycıoğlu: Aynen. Bu tür yapılarda özellikle haber alma son derece önemli. Haber dediğiniz şey de dedikoduyla başlıyor. Dolayısıyla bunlar dedikodu taşıyorlar; “Efendim, sizin hakkınızda şu paşa şöyle düşünüyormuş” gibi.  Dolayısıyla bir şekilde haber taşıyorlar. Bazısı doğru, bazısı eğri, bazısı yanlış, bazısı bugün dezenformasyon ya da misenformasyon dediğimiz türden haberler. Ama onlar da etkili olabiliyor. Dolayısıyla yönetim biçimi, bu merkezdeki yapının en üst noktasındaki kişi etrafında toplanıyor. Weber bu yapıya ‘’patrimonyal’’ diyor. Bunun tersi de söz konusu. Yani ‘’âdem-i merkeziyet’’ dediğimiz yerinden yönetim veya çeşitli güçlü kişilerin toplandığı bir ortamda, bunların bir araya gelerek verdikleri katkıyla, bu sefer sadece basit bir danışma veya meşveretle sınırlı değil. Mesela, belirli toprak parçasının sahibi olan bir lord da geliyor kralın yanına. Kralın ordusuna onun askerleri de katılıyor, savaşa gidiliyor. Veya onun verdiği vergiyle, kısmen ordu veya donanma donatılıyor. Dolayısıyla bu kişiler yönetimde kritik hale geliyorlar ve artık onlarla birlikte yönetim söz konusu oluyor. Kral, bu lordlar içerisinde en önemli lord, birinci lord haline geliyor. Patrimonyalde bütün yetki ve güç, resmi olarak bir kişide, kral, padişah veya şahta toplanmışken, burada, güç birçok kişiye paylaşılmış durumda ve bunlar kendi aralarında uzlaşabildikleri vakit düzgün yönetiyorlar. Uzlaşamadıkları zaman da iç savaş çıkıyor veya yeni bir kral seçiliyor, o kralı alaşağı ediyor, başka birini getirebiliyorlar. Dolayısıyla bu yapıya da ‘’feodal’’ diyor Weber. Bu feodal yapı daha çok Avrupa’da görülüyor. Ama mesela Hindistan veya Çin gibi büyük coğrafyalar da uzun süre birtakım lordlar tarafından yönetilmiş. Bunların bir kısmının ciddi askeri kuvvetleri var. Bunlar mesela, İngilizcede “warlord” (savaş lordu) diye tabir edilen iyi savaşçılar.

Pişirici: Japonya’da Şogunlar gibi.

Kalaycıoğlu: Evet. Bu kişiler şövalye özelliklerini taşıyor. Bir kısmı zaten savaşçılık kökeninden geliyor. İyi kılıç kullanabildiği için etrafına birilerini toplayarak oradaki bir toprağı çevirip, onun üzerinde egemenlik kurmaya başlıyorlar. Yani onun üzerinde yetke haline geliyor ve dolayısıyla son kararı o verdiği zaman da egemen oluyor. Egemen tanımı da odur. Yani bir konudaki en son kararı, daha doğrusu en son yaptırımla desteklenmiş kararı verebilen otorite kimse, egemen odur. O bölgenin egemeni haline geliyor ve bu kişiler de birleşerek bir krallık şeklinde âdem-i merkeziyet yöntemiyle yönetiliyor. 

Weber’in sınıflamasına göre bir de üçüncü yöntem var. Daha yakın çağlarda, özellikle sanayi devriminden sonra ortaya çıkıyor. O da, akla dayalı, yasalara uygun şekilde ve akıl yürütme ile yapılan yönetim biçimi. Buna da ‘’modern yönetim biçimi’’ diyor. Bu yönetim biçiminde, bireyin yönetimi yok. Bu sefer, yetke dedikleriniz kurumlar oluyor. Kurumlar eliyle yönetiliyorsunuz. Kurumların çıkarttığı yasalar eliyle yönetiliyorsunuz. Bir anayasa var. Çeşitli yasalar var. O yasaları, o yasalarda yazan kuralları, o kuralların makul şekilde yorumlanmasıyla, akla dayalı, ussal yorumlama, usa vurma suretiyle yönetmeye başlıyorsunuz. Bu da başka bir yetke üretimi biçimi. Mesela siyasetin bir veçhesi bu. Tabii bu bir hayli farklı tepki üretiyor. Bu kararlardan etkilenenler var. O etkilenenler bu kararlara uyuyorlar veya uymuyorlar, direniyorlar.  Dolayısıyla direnç, ortaya bir tepkime çıkartıyor. Bunun sonucunda ortada bir mücadele veya bir çatışma ortamı oluşmaya başlıyor. Bu, siyasetin en kolay gözüken kısmı. Arkadaki kısmını görmeniz daha zor. Ama bunu çok kolay algılayabiliyorsunuz ve dolayısıyla siyaset, iktidarı ele geçirmek için yapılan bir boğuşma gibi algılandığından, genellikle popüler olarak algısı, güç mücadelesi. Yani bu yaptırımla desteklenen bağlayıcı kararları üretmek için yapılan bir güç mücadelesi olarak yorumlanıyor ve bu şekilde tanımlanmaya başlanıyor bir dönem için. 

Pişirici: Bu mücadele yanlış bir şey mi?

Kalaycıoğlu: Hayır. Bu mücadele doğal, kendiliğinden olan bir şey. Çünkü temel itibariyle ortada çeşitli değerler var. Bu değerlerin daha fazlasını, kendisinin hak ettiğini düşünen insanlar var. Dolayısıyla ortaya bu değerlerin nasıl dağıtılacağı konusundaki çeşitli ilkeler çıkıyor. Yani bunu hangi esasa göre vereceksiniz? Daha fazlasını size kan bağıyla bağlı olan aile mensuplarına mı vereceksiniz? Size hizmet ettiğini düşündüklerinize mi vereceksiniz? Size sadakat gösterenlere mi vereceksiniz? Yoksa bir şekilde emekle belli bir yere gelmiş ve bunu hak etmiş olduğunu düşünen insanlara mı vereceksiniz? Dolayısıyla buradaki farklı uygulamalar başlı başına bir ilke çatışması ve ilkeler üzerinden bir boğuşmaya gidiyor. Tabii bunu daha genelleştirirseniz, daha gelişmiş toplumlarda, bu, hangi zümrenin, hangi sınıfın, hangi meslek grubunun ne şekilde bir hakka sahip olması gerektiği, onların ne kadar daha az ya da fazla alması gerektiği tartışmalarına dönüyor. Örneğin, zaman zaman işçi ücretleri veya memur maaşı dediğiniz zaman yahut herhangi bir şekildeki kâr veya faiz yahut sermayenin getirisi olarak faiz yahut kira geliri vs. dediğiniz zaman, bütün tartışma zaten bunun üzerinde dönüyor. Ne kadar hak ediliyor? Bu hakkı neye dayanarak oluşturacaksınız? Bu temelde ortaya çıkan farklı görüş ve tanımların hangisi daha üstün olacak, hatta başat hale gelecek? Bunun tartışması. Tabii bu bir mücadele gerektiriyor. Bu da bir çatışma ortamı doğuruyor. Onun için, siyasetin doğasında bu değerlerin dağılımı sırasında karşılaşılan çeşitli dirençler, çatışmalar ve bu çatışmaların bir şekilde çözümü yatıyor.

Pişirici: Bu dağıtım için en adil, en insani yöntem nedir? Demokrasi midir ya da demokrasi nedir?

Kalaycıoğlu: Bu tür bir tartışma çok uzun zamandır yapılıyor. Ama temelde, ‘’Hangi dönemin, hangi yönetim ilkesine göre’’ diye sormanız lazım. Bu görece bir şey. Yani ‘’her zaman için tek bir ilke geçerli’’ diye bunu ileri sürmenizin olanağı yok. Çeşitli yaklaşımlar var. Mesela, ideolojiler bunun üzerine odaklanmış.

Pişirici: Sosyalist demokrasi ya da kapitalist demokrasiden söz etmiyorum, çok temel olarak demokrasiden söz ediyorum.

Kalaycıoğlu: Ama hayır. Burada mesela liberal yaklaşımda temel olan, emektir. Değeri ne üretiyor? Değerin üretiminin esasında emek yattığını iddia ediyoruz. Emek-değer teorisi, hem liberal düşüncede, yani Thomas Hobbes’ta, John Locke’da, Jean-Jacques Rousseau gibi bütün bu klasiklerde ve daha modern düşünce türlerine göre (John Stuart Mill vs. gibi) temel tanım; bu değerlere kim ne kadar emek veriyorsa, o kadar prestije, o kadar saygıya, o kadar servete, o kadar güvenliğe sahip olması lazım. Yani değer, onunla ölçülen ve ona göre taksim edilmesi, bölüştürülmesi gereken bir unsurdur. Ama başkalarına göre, başka temellerde de bunu ileri sürebilmeniz mümkün. Dolayısıyla burada tek bir yöntem ve tek bir ilke yok. Bunlar ilkeler ve yöntemlerle çatışıyor. Bu çatışma aynı zamanda o düzlemde de var. Hangisinin daha önemli olduğunu vurgulamanız ve onun kabul edilmesini sağlamanız sonucunda, bu hesaplamalar değişiyor. Değiştiği için, farklı dönemlerde, farklı ideolojilere göre, farklı çıkar gruplarına göre, farklı toplum yapılarına göre bu dağıtım süreci farklı şekillerde tebellür ediyor, billurlaşıyor, kristalize oluyor. Onun için genel bir tek şey yok. 

Modern toplumlarda yasada bunu belirtmiş durumdasınız. Yasanın ussal olarak uygulanmasıyla ortaya çıkacak hesaplamalar neyse, hakça olan dağıtım o. Aynı şekilde, geleneksel toplumda geleneklere göre bu dağıtım nasıl yapılıyorsa, ona göre yapıldığı sürece insanlar bunu normal olarak kabul ediyorlar, doğal olarak kabul ediyorlar, ‘’uyulması gerekir’’ olarak kabul ediyorlar. Zaten siyaset sosyologlarının buna yaklaşımındaki temel varsayım, insanlar hangi temelde verilen bu kararlara uygun davranmayı kabul ediyorlar? İtaatin temeli ne? Weber, ‘’En kolay itaat, alınmış olan bir kararın, meşru olduğunu kabul etmek suretiyle olur’’ diyor. Buradaki meşruiyet tanımı şöyle bir ilginç bir tanım ve ölçülmesi de biraz zor: ‘’Uygulanacak olan kişi veya zümre, o kararı kendileri alsaymış, nasıl bir karar alacaksa, o kararın o şekilde alınmış olduğunu hissettikleri zaman olur’’ diyor. Bu, minimum maliyetle kararı uygulatmanızı sağlar. Dolayısıyla en etkili, en ucuz, en kapsamlı, en sürekli uygulama, meşru siyaset algısına dayanan kararların alınmasıyla yapılan uygulamadır. Ama meşru siyaset algısının da burada saydığımız gibi farklı türleri var. Buna ‘’karizmatik’’ de eklenmiştir Weber tarafından. Yani, bir kişinin çok özel yetenekleri olduğu düşünüldüğünden, onun, bizim sahip olmadığımız bir vizyona, bir dünya görüşüne, bizim çok ötemizde bir algıya ve zekâya sahip olduğunu düşünerek, onun verdiği kararların en doğru kararlar olduğunu kabul edip, onlara uymanın söz konusu olabileceği de ifade ediliyor. Bunun herhangi bir kurumsal yapısı da yok. Yine Weber’e göre, bunun aktarımı da söz konusu değil. Yani kolay değil. “Routinization” diyor buna.  Rutinleştirilmesi kolay bir nitelik taşımıyor.  Ama tabii çağdaş ortamda, sizin sorunuzda belki ima etmek istediğiniz türden bir genel kabul görme özelliği var. Ve bu kararların üretilmesinde, olabildiğince karar sürecinin içerisine katılma söz konusu. Onun için şimdi siyasetle yönetim, hükümet etmekten çok, yönetişimden bahsediyoruz. ‘’İyi yönetişim’’ kavramı 1980’lerde biraz ön plana geldi.  2010’lar gibi, Birleşmiş Milletler bir genel ‘’İyi Yönetişim Raporu’’ çıkarttı.  Genel sekreterin ayrıca bir raporu çıktı.  Bizim de üyesi olduğumuz Birleşmiş Milletlerin genel kurulunda bu kabul edildi. Buna göre, yönetişimin temel ilkeleri, çok daha kapsamlı bir katılma gerektiriyor. Bilginin temiz olması, karar alma sürecinin şeffaf bir şekilde işlemesi ve en önemlisi, bu kararın uygulanacağı kitlenin, bütün riskleriyle ve olumlu taraflarıyla, kendilerine olacak etkinin getireceği maliyet ve yararı bildirmek suretiyle, bu karardan haberdar edilmesi.  Ondan sonra bu sürecin içerisine bunların alınması ve rızalarının karar alınma aşamasında temin edilmesi suretiyle kararın oluşturulması ve bu şekilde bir yönetim biçiminin aynı zamanda hesap vermeyi de kolaylaştırdığını, bunun, bizi daha adil bir sonuca götürebileceğini ve dolayısıyla uyumu kolaylaştıracağını, paydaşların -başından itibaren rıza göstererek karar üretim sürecine katılmış olan kimselere ‘’paydaş’’ diyoruz- sürecin içerisinde bulunmaları suretiyle, hem süreçte fiilen etkili olmaktadırlar, hem aynı zamanda siyaseten etkili olmaktadırlar ve aynı zamanda ahlâken bağımlı hale gelmektedirler. Çünkü kararı kendileri almıştır. ‘’Ben caydım, buna uymuyorum’’ demek bu durumda biraz zorlaşmaktadır. Çünkü kendileri bu kararın alınmasında ‘’Şöyle alınsın’’ diye ısrarcı olmuşlar. Yönetici ‘’Sen aldırdın bu kararı. Bunun karşılığında sana gelecek yükümlülüğü biliyordun, o yükümlülüğü yerine getir’’ deme hakkına sahip oluyor demektir ve dolayısıyla yetkeyle, onun aldığı kararları uygulama durumunda bulunan birey arasındaki ilişki, böyle bir genel rıza ilişkisine ve bir paydaş-yönetici ilişkisine dönüşmek durumundadır. Onun getirdiği sonuç da 21. yüzyıl siyasal yönetişim biçimi olarak, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş bulunmaktadır.

Pişirici: Biz Türkiye’de nasıl siyaset yapıyoruz?

Kalaycıoğlu: Bu anlatmış olduğumuz her tür süreci yaşamak suretiyle. Sonuç itibariyle, burada saydığımız -ve başka- değerler de var tabii bunların nasıl üretileceği, nasıl pay edileceği ve bu paylaşma sırasında, otoritelerin, -meclis, yürütme, yargı, şimdi büyük ölçüde cumhurbaşkanlığı gibi- yani siyasi karar alan birimlerin aldığı kararların bize nasıl yansıyacağı, bu yansımalara verdiğimiz tepkiler ve bu tepkileri çeşitli araçlarla göstermek suretiyle yapıyoruz. Bunları ‘’Böyle karar olur mu’’ şeklinde sosyal medyadan mesaj atıyorsunuz. 

Pişirici: Kendimizi ifade etmek de bir siyaset biçimi mi?

Kalaycıoğlu: Tabii. Zaten katılma oradan başlıyor. Yani bir şekilde kendi fikirlerinizi yaymaya başladığınız andan itibaren siyasal süreci etkilemek için faaliyette bulunuyorsunuz. Katılma dediğimiz şey, bu alınmakta olan kararlara etki edebilmek için yapmakta olduğunuz her türlü etkinlik. İlk zamanlarda, daha çok, basın ortada olduğundan -şimdi basın geride kaldı biliyorsunuz, medya içinde sosyal medya daha önde, sonra kurumsal medya veya yerleşik kanallar, ondan sonra basın geliyor- dolayısıyla basına daha fazla atıfta bulunmuş durumdaydılar. Bu araştırmaların çoğu II. Dünya Savaşı sonrasında 1950’ler, 1960’lar, 1970’lerde yapılıyor. ‘’Gazeteyi alıp günlük haberleri okumaya başladığınız andan itibaren siyasete katılıyorsunuz’’ diye tanımlıyorlardı. Şimdi öyle bir şey yok. Televizyonda sabah haberlerini dinlerseniz veya sosyal medyayı izlerseniz veya onlara reaksiyon verirseniz, o zaman siyasete katılmaya başlamış oluyorsunuz demektir.

Pişirici: Siyasete katılmak, kendimizi ifade etmek, olan bitene ilişkin görüşlerimizi paylaşmak, siyaset yapmanın bir biçimi olmakla birlikte, temsili demokrasi içinde -bu ister parlamenter sistem olsun, ister parlamentolu bir cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olsun, ister bir başkanlık sistemi, ister parlamentolu bir yarı başkanlık sistemi olsun- seçmen-yurttaşın kendini ifade etmenin ötesinde siyasete katılmasının, yani oy kullanmanın veya aday olmanın dışında siyaset yapmanın kanalları var mıdır? Çünkü görünen iki şey o: Ya seçimde gidip oy kullanıyoruz, ya da o seçimde bir yere aday oluyoruz.

Kalaycıoğlu: Katılma dediğiniz süreç, sabahleyin haberi okuduğunuz zaman başlıyor, başladığı nokta o. Bittiği nokta o değil. Bizim 1970’lerden bugüne yapmış olduğumuz araştırmalarımız var. Bu araştırmalarda ortaya çıkan sonuç, Türkiye’de katılma, üç temel olgu etrafında yerleşik kanallar içinde akıyor. Ama sadece yerleşik kanallar içinde akmıyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Aynı zamanda, yerleşik kanallar dışında, yani konvansiyonel olmayan şekilde siyasal katılma da var. Bu protestoyla başlıyor, suikasta kadar gidiyor. Çeşitli türleri var. Bunun iktidarda bulunan karar alıcılara karşı olması söz konusu olduğu gibi, bu karar alıcıların, otoritelerin aldıkları kararların uygulanmasını desteklemek amacıyla da yapılabilmesi mümkün. O da ikiye ayrılıyor. Dolayısıyla bir yerleşik, konvansiyonel biçim var. Konvansiyonel olmayanı var. Konvansiyonel olmayan da ikiye ayrılıyor. Daha çok protesto ağırlıklı olanı ve daha çok baskıcı ağırlıklı olanı. Yani, hükümetin aldığı kararı yeterli görmeyip onu daha da ittirmek için birtakım baskı araçları kullanmak suretiyle yapılan faaliyetler. 

Bu üçlüde, yerleşik, hem yasal, hem meşru olarak kabul edilen, hukuka uygun, aynı zamanda da yerinde, hakça olarak kabul edilen uygulamaların içerisinde, çeşitli uygulamalar var. Bir, demin bahsetmiş olduğunuz gibi, oy verme. O başlı başına bir boyut. Sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da yapılmış olan araştırmalar var, yedi-sekiz ülkeyi kapsıyor. Aynı zamanda Latin Amerika’da, Afrika’da yapılan çalışmalar var. Asya’da, özellikle Hindistan’da yapılan araştırmalar var. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan araştırmalar var. Bunların hepsinde, oy verme, temel unsurlardan bir tanesi. Ama bunun yanı sıra, örneğin belirli bir kamusal sorunu çözmek için, o çözümü üretmek amacıyla toplantılarda bulunmak, konuşmak… Örneğin, çocuklarımız için oynayacakları güvenli bir park yok. Bunu belediyeden talep etmek istiyoruz. Mahallede bir kahvede ya da sokağın köşesinde toplanıyoruz.  Diyoruz ki, “Şurada bir arsa var, boş duruyor. Belediyeden bunun parka tahsis edilmesi için bir girişimde bulunalım. Bir mahalleli grubu kuralım. Bunun resmi olması da gerekmiyor. Bugünkü adıyla bir inisiyatif veya bir girişim grubu. Mahalleli girişim grubu kuruyorsunuz. Böyle girişim grupları İstanbul’un çeşitli yerlerinde, özellikle 1980-1990’larda çok çıktı. Ayaspaşa’da Park Otel’in inşaatı sırasında ‘’Ayaspaşa Girişim Grubu’’ vardı, onu hatırlıyorum. Aynı şekilde, Gayrettepe Girişim Grubu o bölgede son derece etkili olmuştu. Bu, katılmadır.

Pişirici: Siyasete katılmanın bir yolu bu.

Kalaycıoğlu: Tabii. Sizin hayatınızı etkileyen ve sizin yaşam standardınızı etkileyen, niteliğini artırmak için de olabilir, daha kaliteli bir yaşam talebi için bir araya gelmek, bu sorunu tartışmak, bunu, yaptırım gücü olan kararları alabilecek olanlara anlatmak, onlardan talepte bulunmak veya ricada bulunmak, dilekte bulunmak… Bu süreç, demin bahsetmiş olduğunuz dışındaki önemli süreçlerden bir tanesidir. Bu, bürokrasiyle teması da içerebilir. Doğrudan doğruya seçilmiş kişilerle -belediye başkanı veya milletvekilleri seçilmiş kişilerdir- bu tür sorunları konuşabilirsiniz. Bu onları içeren bir sorundur. Bu tür tartışmalar ve bu tartışmalardan sonra yapılan düzenli temaslar, katılmanın en önemli yöntemlerinden bir tanesidir. Kaldı ki, bunu bireysel olarak yapabileceğiniz gibi, demin söylediğim gibi girişim grupları kurmak, çeşitli örgütlenme biçimlerine dönüştürmek, şirketleşmek, dernekleşmek, vakıflaşmak suretiyle daha düzenli olarak da yapabilirsiniz. Buradaki değerler o tür bir sürekliliği gerektirebilecek düzenlilikteyse, o zaman mesela bir okul kurmak için dernek kurarız, Okul Yaptırma Derneği gibi. O basit bir yapı ve çok kısa süreli olmayabilir. Dolayısıyla, buradan toplanıp, gidip bir okulun yapılması için Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, ildeki, ilçedeki onun teşkilatının temsilcilerinden birtakım isteklerde bulunmak vs. bu tür temaslar örgütlü veya örgütsüz siyasal katılmanın unsurlarıdır. Bu tür bir derneğin ya da vakfın içine girip de orada çalışmaya başladığınız andan itibaren siyasal hayata katılıyorsunuz demektir. Örneğin, Türkiye’de çok sayıda cami yaptırma dernekleri var, güzelleştirme dernekleri var. ‘’Nasıl siyaset yapılıyor’’ diye soruyorsunuz ya, bizde iki üç tane ilişki bağının etrafında bunların kurulduğunu görüyoruz. Bir tanesi, kan bağı, yani akrabalar. Bu aşirete kadar gidebiliyor. Geniş aile vs. içerisinde bir örgütlenme söz konusu olabiliyor. İkincisi, hemşeri bağları. Çok sayıda hemşeri derneği var. Hepsi çalışıyor mu, hepsi aynı derecede etkili mi onu bilebilmek mümkün değil. Ama şöyle bir İstanbul’da dolaşın, nereye baksanız bir hemşeri derneği görüyorsunuz. Diğer büyükşehirlerde de mevcut. Dolayısıyla bunlar örgütlenmiş durumdalar. Aynı zamanda din bazında örgütleniyorsunuz, tarikatlar… Özellikle doğuya doğru gittikçe bunlar daha etkili hale geliyor. Bu üç tür, bizde son derece güçlü sosyal etkileşim ağları. Bu tür etkileşimler içerisine girdiğiniz andan itibaren, sivil toplum olarak, devletin resmi yapısı dışında kendi rızanıza dayalı olarak ve bireysel girişimlerinizle kurduğunuz birtakım yapılar ve örgütlenmeler çıkıyor. Bunlar vasıtasıyla yapılan temaslar. Yani bir meseleyi çözmek için tartışma, herhangi bir tartışma değil, geyik muhabbetinden bahsetmiyorum, somut bir şeyi çözmek için…

Pişirici: Hedefi olan, amacı olan…

Kalaycıoğlu: Bir yere cami yaptırmak, park yaptırmak veya okul yaptırmak veya içme suyu getirtmek veyahut yol döşetmek. Bu daha çok yerel hayatta her gün yaşadığınız ortamı etkileyecek meselelerde ön plana çıkıyor. Onun için demokrasinin en ziyade etkili olduğu yer yereldir. Ve dolayısıyla yerelleşme ve desantralizasyon demokrasi için hayati. Çünkü insan bunun kendisine olan etkisini orada görebiliyor ve kendisinin de orada etkisini görebiliyor. Kendi yaşantısına nitelik olarak nasıl katkıda bulunabileceğini orada fark edebiliyor. Oysa Ankara hepimiz için çok uzak bir yer. 

Bu üç boyutun dışında, bir nokta daha var. Bunu daha resmi şekilde, dilekçe yazmak veya elektronik posta atmak, telefon edip telefonla görüşmek türünden bir ortama da dönüştürebiliyorsunuz. Bunun ötesinde, ‘’seçim’’ dediniz. Seçim için en önemli unsurlardan bir tanesi kampanya. Seçim kampanyalarına çeşitli işlevler görmek suretiyle de katılabiliyorsunuz. Herhangi bir partinin posterlerini hazırlıyorsunuz, mitinglerine katılıyorsunuz, mitinglerde çay dağıtıyorsunuz, kahve dağıtıyorsunuz yahut sandviç dağıtıyorsunuz, flama taşıyorsunuz. Yahut böyle toplantılar organize ediyorsunuz. Böyle organize edilmiş toplantılara katılıp onları dinliyor, soru soruyorsunuz. Fikir alışverişinde bulunuyorsunuz. Bu seçim kampanyası faaliyetine katılma, Türkiye’de yaygın yapılan faaliyetlerden biri. Ortalama altı seçmenden biri buna katılıyor gibi görünüyor. Dolayısıyla geniş bir çerçevede, bu yerleşik ve hukuken kabul edilmiş olan, aynı zamanda meşru olarak kabul edebileceğimiz, yani, adil veya hakça olarak kabul edebileceğimiz faaliyetler. 

Bir de bunun dışına çıkanlar var. Onlar da yapılıyor. Mesela protesto faaliyeti. Barışçıl olarak yapılabilir, barışçıl olmayan şekilde yapılabilir. Siyaset bilimi açısından bunlar arasında hiçbir fark yoktur. Protesto davranışıdır ve bir siyasal katılma türüdür. Biz bunları hukuka uygun olup olmaması itibariyle sınıflandırmıyoruz. Siyasal kararları etkileme amacıyla yapılıp yapılmamasına göre sınıflandırıyoruz. Sizin tartıştığınız şeyi etkiliyor mu? Alınacak kararı etkiliyor mu? Kararın niteliğini değiştirmekte etkili mi? O zaman yapılan eylem siyasal katılmadır. Bu, toplu dilekçeden başlıyor, herhangi bir yerde miting yapmaya, yasal veya yasal olmayan yürüyüş yapmaya, yahut bir trafiği durdurmaya kadar gidiyor. Yani ilkokul çocukları bir şehirlerarası yolu geçip okullarına gidiyorlar, giderken eziliyorlar. Bir iki tanesi ezildikten sonra oradaki aileler toplanıp yolu durduruyor. Diyorlar ki ‘’Biz buraya bir üst geçit veya alt geçit istiyoruz, çocuklarımız ölüyor.’’ Bu bir katılmadır. Bu da bir siyasal etkinliktir ve siyasal katılma etkinliğidir. 

Bunun en uç tipi, linç grubudur. Birisini linç etmek için infial uyandıran bir haber oluşuyor, bir yaşlı çifti öldürmüşler, bilmem ne yapmışlar, oradaki halk galeyana geliyor, karakola gidip bunları alıp linç etmeye kalkıyor. Bu da en uç şekliyle siyasal katılmadır. Yerleşik türde, konvansiyonel olmayan biçimiyle bir siyasal katılma türüdür. Bunları eğer televizyonlarda duyuyorsanız, gazetelerde okuyorsanız bizde de yapılan faaliyetler olarak düşünebilirsiniz. Tabii bina işgal etmek vesaire,  bunlar da aynı tür bir siyasal katılmadır. Daha uç şekli, şiddet kullanılarak yapılanlarıdır. Şiddet kullanmak, baskıcı olanlarda yaygındır.  Mesela, bir binaya girilmiş, işgal edilmiş. O binadaki işgalcileri çıkarmak için oraya gidenler de siyasal katılımda bulunuyor.  Baskıcı katılmada bulunuyor. Muhtemelen şiddet uygulayacaklar, zora başvurarak çıkaracaklar demektir.  Mesela, 2015 seçimleri sırasında yaşadık; bir grup genç, CNNTürk’e gidip  ‘’Şu haberi yapmayın’’ diye kaba kuvvet gösterisinde bulundular.  Bir tane de milletvekili vardı başlarında hatırlarsınız. Bu, aynı tür bir baskıcı siyasal katılma hareketidir. Yine bizim yapmış olduğumuz araştırmalar, özellikle son senelerdeki ISSB çalışmaları, bunların sayısının ve etkinliğinin artmakta olduğunu gösteriyor. 

2000’lerin başına kadar bunlardan pek bir örnek göremiyorduk ama 2000’lerin başından itibaren bunların sayıları arttı. Mesela şu anda yüzde 3-4 civarı katılma var bunlara ki bu bayağı yüksek bir rakamdır. Dünyada da bu rakamın birkaç katına kadar çıkabildiği ülkeler var. Ama çok yaygınlaşmıyor. Onun için bizde olağan türler belli bir istikrarlı noktada durağanlaşmışken, bu türlerde ciddi bir artma potansiyeli varmış gibi gözüküyor.

Pişirici: Çeşitli değerlerin otoriteye dayalı olarak tahsisi sürecine, ‘’siyaset’’ diyoruz. Bu sürece katılmak, müdahale etmek, siyaset yapmak anlamına geliyor.

Kalaycıoğlu: Siyasal katılma.

Pişirici: Anlattığınızdan anladığım kadarıyla siyasal katılım da olsa, siyaset yapacak da olsak, bunu yapmak için daha çok, örgütlü olmak gerekiyor. Tek başına da yapılabilir ama…

Kalaycıoğlu: Örgütlü olmak etkinliği arttırıyor. Çarpan katsayısı bu.

Pişirici: İyi siyaset ve kötü siyaset de var, öyle değil mi? Onu nasıl ayırıyoruz?

Kalaycıoğlu: Biz bilimde bu kavramları kullanmıyoruz. Ölçebilecek şeylere ihtiyacımız var. “İyi” görece bir şey. Yani güzellik gibi bir şey bakanın gözünde. Dolayısıyla buradaki mesele, temel itibariyle bu tür siyasal etkinliklerin ne sıklıkla çıktığını hesaplamak. Neden çıktığını araştırmak. Bunları ne tahrik ediyor, ne şekilde tahrik ediyor? Genellikle bunları tahrik eden koşullar var. Bir tanesi, insanların belli kaynakları olması gerekiyor. Mesela, sizin enerjiniz olacak. Vaktiniz olacak. Bilginiz olacak. Siyasete herhangi bir şekilde tepki vermeniz söz konusuyken, oradan size bir şeyin dokunduğunu, sizi etkilediğini, yaraladığını, size yarar veya zarar verdiğini algılamış olacaksınız. Böyle bir algınız yoksa katılmıyorsunuz. Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal katılma 1847’de başlamış durumdadır. Biz Ali Yaşar Sarıbay meslektaşımla birlikte Türk siyasal hayatına giriş üzerine bir kitap yazdık. Onun ilk bölümü, ikimizin ortak yazdığı bir makaledir. Orada arşiv kaynaklarından, ilk defa Osmanlı İmparatorluğu’nda kamu otoritesinden kişisel talep maiyetinde siyasal katılmanın 1847’de başladığını saptadık. Daha öncesinde yok. Talepler var…

Pişirici: Olay ne, ne talep edilmiş, hatırlıyor musunuz?

Kalaycıoğlu: 1847 yılı için, çok az sayıda, 100 küsur dilekçe var. Mesela, kadının birinin Medine-i Münevvere’de evi yanmış. ‘’Bu evi yapmam için bana para verir misiniz’’ diyor. İstanbul’dan para istiyor. Daha önce merkezi otoriteden talepte bulunma söz konusu ama kişisel değil. Bunlar kitlesel. Mesela, “Duyuyoruz, haber alıyoruz, Nemçe gâvuru hazırlanıyormuş, bize sefer edecek, gelin bizi koruyun” diye sınır boylarından, mesela Sırbistan’ın bir kısmından İstanbul’dan talepte bulunuyorlar o bölge ahalisi olarak. Halil İnalcık’ın 1940’larda Belleten dergisinde çıkmış olan bu konuyla ilgili makaleleri var. Bunların içinde en fazla olanı, onun sayımına göre dörtte üçü yanılmıyorsam, mera anlaşmazlığı. ‘’Falanca köy bizim meramızda hayvan otlatıyor. Atadan, dededen beri meranın o kısmında biz otlatıyorduk. Eğer gelip bunu halletmezseniz biz bunlarla savaşacağız’’ diyorlar. Kişinin derdi değil, köyün veya kentin derdi. 

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun 1940 yılında Maarif Matbaası’ndan çıkmış Tanzimat diye bir çalışması vardır. Orada bir makalesi var. 19. yüzyılın özellikle “infiradileşme” sağlamış olduğunu söyler. ‘’İnfiradileşme nedir’’ diyecekler bizi izleyenler: Bireyselleşme. ‘’Osmanlı toplumunda, bireyi, içinde yaşadığı cemaatçi bir yapıdan, daha bir infiradi (bireysel) yapıya dönüştürmüştür. Biz bunun izlerini 1847’den sonra talepte bulunmaya başlayan ve…” Zaten başka bir ad veriyorlar bu taleplere. Daha önce ‘’imdatname’’ deniyor. Halil Bey’in incelemiş olduğu imdatnameler. Daha sonra adı değişmiş, ‘’arz-ı hal’’ olmuş. Bireyin halini arz etmesi.

Dolayısıyla bireyselleşmiş olduğunu ve aynı zamanda siyasi otoritenin de bunun algısını değiştirmiş olduğunu… Bunu ‘’imdatname’’ olarak görmüyor. Onu, bireyin yapmış olduğu bireysel birtakım başvurular olarak görüyor. Bu kaynağınız olacak. Kaynağınız, özellikle eğitiminiz, mesleğiniz, profesyonel bilginiz, beceriniz filan varsa daha kolay katılıyorsunuz. Daha fazla anlıyorsunuz. Siyasetin hayatınızda ne kadar rol oynadığını daha iyi takdir edebiliyorsunuz. Bir de nerelere dokunacaksınız, onu daha iyi hesaplıyorsunuz. Etkileniyorsunuz ama bu etkilenmede ne yapacağınızı bilmiyorsanız Allah’a yakarıyorsunuz, yapacağınız bir şey yok. Ama size şu etki ediyor, ‘’Ben gidip şununla konuşursam o da bununla konuşursa, bu sonucu elde ederim’’ diye hesaplama imkânınız bununla artıyor. Kaynaklar önemli, bir. 

İkincisi, bunu sağlayacak bir fırsat ortamı gerekiyor. Buna ‘’fırsat yapısı’’ diyoruz. Bunu yasalar temin ediyor. Yasalar sizi belli yönlerde davranmaya teşvik ediyor veya sınırlandırıyor. ‘’Oy ver. Bu iyi bir davranıştır, senin oy vermeni istiyorum’’ diyor. Dolayısıyla oy vermenizi teşvik ediyor. Bu teşvikler, siyasal sistemde size birtakım fırsat pencereleri açıyor. Bu pencereleri fark etmeniz de kaynaklardan kaynaklanıyor. Ve bu pencereleri fark edip onları kullanarak katılımda bulunuyorsunuz. Tabii burada çeşitli hesaplamalar yapıyorsunuz. Katılmanın maliyeti… O da sizi bu konudaki tutumlarınızı, duygularınızı, sizin güdülerinizi, saiklerinizi saptıyor. Dolayısıyla kaynaklar, fırsatlar, saikler bir araya geldiği vakit, siyasal katılma ortaya çıkıyor.

Pişirici: Türkiye’de çok rastladık, şu anki siyasi iktidarın sözcüleri de zaman zaman aynı şeyi yapıyorlar. Siyasi iktidar sıkıştığı zaman, Meclis dışında siyaset yapanlara ‘’Orada siyaset yapma, gel mecliste siyaset yap’’, ‘’Çıkart bilmem ne önlüğünü, siyasete gir, burada siyaset yap’’ diyorlar. Aslında söylemek istediklerini, ‘’İlle bir siyasi parti kur ya da bir siyasi partiyle karşıma çık, seçimde karşıma çık, Meclis’e gel, burada konuş. Onun dışında siyaset yapma’’ diye anlıyorum ben. Bu açıdan bakarsak, biz Türkiye’de yeterince siyaset yapıyor muyuz? Türkiye halkı, her anlamda siyaset yapabiliyor mu? Son sorumuz da bu olsun.

Kalaycıoğlu: Çeşitli türlerini yapıyoruz, bunu söyledim. Zaman içerisinde bunlar değişiklik gösteriyor. En fazla yaptığımız,  demin bahsetmiş olduğunuz gibi ‘’oy vermek.’ Az önce araştırma örnekleri verdim; Türkiye’de seçimler oluyor, seçim öncesinde araştırmalar yapıyoruz. Çoğunu meslektaşım Ali Çarkoğlu ile beraber yaptık. Burada çeşitli sorular soruyoruz. Farklı yaşta insanlar var. ‘’Oy verme yaşına girdiğinizden beri her seçimde oy kullandınız mı?’’ diye soruyoruz. Seçmenin üçte ikisinden fazlası ‘’Evet’’ diyor.

Pişirici: İyi bir oran mı bu?

Kalaycıoğlu: Çok. Türkiye’de oya katılma oranı çok yüksek. Bu, demokrasiler için son derece sağlıklı bir şey olarak kabul ediliyor. Ama fırsat penceresi dediğimiz pencereler dar. Yani bütün bunlara rağmen, burada birçok ülkeye nazaran bizim üzerinde çalışmamız gereken bir konu değil. Avrupa’nın birçok ülkesinde katılma zaman zaman düşüyor. Büyük tartışmalara sebep oluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle başkanlık seçiminde neredeyse seçmenin yarısı oy kullanmıyor. Dolayısıyla bunlar problemli. Bizde böyle bir şey yok. Aynı zamanda, oy vermenin zorunlu hale getirilmiş olması da bunu destekliyormuş gibi gözüküyor. 1977 seçimleri, bir hayli yoğun çatışma ortamı olmasına rağmen, katılımın en düşük olduğu seçimlerden bir tanesidir. Orada birbiriyle çelişen birtakım teoriler var. Bir tanesi, 1957’de iktisatçı Anthony Downs tarafından ileri sürülmüştür. Rasyonel seçmen iddiası. Seçmen, oyunun etkili olacağı hesabını yapar. Sonuca etkili olacağını hissettiği zaman katılır, etmediği zaman katılmaz. Böyle bir hesap yapan seçmen var mı, onu saptamış değiliz doğrusunu söylemek gerekirse. Ama iktisatçılar böyle düşünüyorlar biliyorsunuz. Tüketim için de aynı şeyi düşünüyorlar. Bu sanki mevcut değilmiş gibi gözüküyor. 

Yakın tarihte, Erdem Aytaç ve Susan Stokes’un yazdıkları “Why Bother?” isimli İngilizce bir kitap çıktı. Oradaki iddia şu: İnsanlar, katılmadıkları takdirde ayıp yaptıklarını, kendilerinin gözünde utanacakları bir şey yaptıklarını düşündükleri vakit katılıyorlar. Sadece oy vermeye değil, protestoya da böyle katılıyor’’ diyorlar. “Ben bunu nasıl yaptım” hali. Hani gece yattığınız zaman uyuyamayacak hale geliyorsanız, gidip oy veriyorsunuz. Gidip bir protesto toplantısında yürüyorsunuz ve oradakilerden biri olarak sayılıyorsunuz. Böylece kendi kendinize, kendi vicdanınıza bir hesap vermiş oluyorsunuz. Türkiye’nin de içinde olduğu çeşitli ülkelerden toplanmış verilerle bunu denemişler. Bunun geçerli olabileceğini örneklem üzerinde göstermiş durumdalar. Kitlesel olarak ne kadar geçerli bilmiyorum. Çünkü bu yakın gelme durumları olduğu zamanlar, bizdeki katılma oranının o kadar arttığını gösteren bir veri de yok elimizde. Çok yakın geldiği zamanlar, zaman zaman düşmüş. Uzaklaştığı zamanlar, seçimin galibinin kim olacağı daha üç aşağı beş yukarı belliyken, katılmanın bir hayli de yükselebildiği görülüyor. Ama farklı yaklaşımlar, korku duyan, endişe duyan, ‘’oy vermezsem kendimi affetmeyeceğim’’ diye düşünen insanlar, daha ziyade, hem oy, hem protesto şeklinde katılmak durumunda kalıyorlar gibi gözüküyor. Dolayısıyla buradaki saikler son derece çeşitli. 

Esas itibariyle burada dikkat çekmemiz gereken bir şey daha var ki sizin bahsetmiş olduğunuz soruda bir miktar vurgulandı. Katılmanın bir yararı olabileceği gibi, bir bedeli de var. Sadece bir psikolojik bedel değil. İki, üç gün önce, kadına şiddet konusundaki bir protesto toplantısında, polisin bayağı ağır şiddet kullandığını gördük. Burada bedel çok yüksek; yaralanabiliyorsunuz, ölebiliyorsunuz, bir uzvunuzu kaybedebiliyorsunuz, gözünüz çıkabiliyor. Şili’de yüzlerce kişinin gözü çıkmış. Ve bunu protesto eden bir yürüyüşte bulunmuşlar orada, görüyorsunuz. Bizde de özellikle Gezi Parkı olaylarında, bazılarının gözüne mermi, gaz fişeği veya plastik mermi vs. isabet etti. Dolayısıyla, ağır bedeli var. Ondan sonra hayatınız boyunca onu çekiyorsunuz. Bedel yükselince talep azalır, bu da bir iktisadi kural. İktisada bağlayarak kapatalım isterseniz. Dolayısıyla bedeli ne kadar yükseltirseniz, katılımın şevki o kadar azalıyor. O kadar caydırmış oluyorsunuz. 

Ama burada da enteresan bir psikoloji var. Bilmiyorum insanlar fark etmiş midir? Birçok ülkede örneğini gördük bunun. Arap Baharı’nda gördük. 1978-1979 İran Ayaklanmaları’nda gördük. Bu bir yere kadar çalışıyor. O noktayı geçtiniz mi, yani insanlar ölümü göze aldıkları zaman o baskı bir işe yaramıyor. Ve o noktayı geçtiğiniz zaman, çok daha vahim bir kitlesel halk şiddetiyle karşılaşma durumuyla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Bunun hesabını yapabilmek çok kolay bir iş değil. Bu, Türkiye’de şu ana kadar görülmüş bir olgu da değil. Ama görülen ülkeler, yerler var. İşte örneklerini verdim, birkaç tane örneği var. Ve dolayısıyla buradaki hesap her zaman da tutmayabilir, onu da bilmekte yarar var.

Pişirici: Hocam, çok teşekkür ederim. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname’nin ilk programını izlediniz. Dediğim gibi şiarımız, ‘’Siyasetle uğraşmayan yurttaş zararsız değil, olsa olsa yararsızdır.’’ Gelecek ay, bugün konuşmayı planladığımız ama konuşamadığımız, özellikle demokrasi, demokrasi biçimleri, tarzları, Türkiye’de demokrasiyi konuşmayı arzu ediyoruz. Gelecek ay buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.