Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile “Yeniden İstanbul Seçimi” üzerine söyleşi

Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, İmamoğlu-Yıldırım tartışmasını, 23 Haziran seçimleri sonrası İstanbul ve Türkiye’yi nelerin beklediğini Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Emre Berk Tenekeci

Ruşen Çakır: Hoşgeldiniz Temel Bey, sizi tekrar ağırlamak çok güzel. Tabii hemen dün akşamı soracağım. Biliyorum sizin bir programınız vardı parti olarak, ama yine de bakma imkânınız oldu mu? 

Temel Karamollaoğlu: Evet ikinci yarıyı, yani bir buçuk saatlik kısmı takip ettim. 

Genellikle daha az heyecansız kısmı. 

Öyleymiş. Tabii öbürleri konusunda da biraz bazı noktalarda farklı görüşler ortaya atılmış; biraz münakaşaya benzer bir şeyler olmuş, ama aslında olumlu bir adım; yani iki tane aday vatandaşın huzuruna çıkıp, belediyeyi nasıl yöneteceklerini, halka nasıl hizmet edeceklerini anlatıyorlar ve elbette birtakım sorular soruluyor geçmişe yönelik. Ne olursa olsun, bugün belediyeyi 25 senedir yönetenler ile ilgili mutlaka sorular olacak. Bu tabii bir şey; yani bazen vatandaşlarda veya arkadaşlarımızda şu havayı hissediyorum: “Ya, siz” diyorlar “hep durmadan iktidar aleyhinde bir şeyler söylüyorsunuz”. Biz iktidar aleyhinde bir tavır takıldığımız için değil, bu âna kadar yapılan yanlışları söylüyoruz; bu yanlışları kim yaptıysa elbette bunu nasıl düzelteceğini de söylemesi lâzım; veya onlar, “Hayır, bu iş böyle yapılır; ancak siz bunu anlamıyorsunuz” diyorlarsa da, “Yok, biz bu politikayı devam ettireceğiz” demesi lâzım. Yani gündemde gelip icraatta bulunmuş, en azından belediyede 25 yıldır icraatta bulunmamış birilerini alıp yerden yere vurmak marifet değil ki! Onların söylediği, fakat derde derman olmayacak politikalar varsa, onlara denir, yani “Bu yanlış, böyle giderseniz de bu problemi çözemezsiniz” denir. Zaten müzâkere, münâzara, hatta yeri gelirse belli bir üslûp içinde mücadele bile bu şekilde yapılması îcap eder. 

Peki şöyle bir şey var tabii: AKP en son 2002’de seçim öncesinde bir televizyon tartışmasına katılmıştı — Erdoğan. 17 yıl sonra, seçimle ilgili olmayan birtakım yolsuzluk iddiaları üzerine tartışmalar var; ama seçim bağlamında ilk defa buna razı oldular. Burada razı olmalarının nedeni tabii ki kendilerini geride görüyor olmalarıydı. Bundan sonra bu böyle sürer mi? Siz ne dersiniz? Bundan sonra, bir sonraki seçimde vs. artık Türkiye tekrar eskisi gibi seçim öncesi siyasî tartışma kültürünü yakalar mı yeniden? 

Yani onu söylemek için biraz erken. Yani bu aslında gelinen noktada mecburen başvurulan bir yöntem gözüküyor şu anda. Yani kendileri 25 yıldır tâbir-i câizse icraatlarıyla kendilerini ortaya koyuyorlar. Lâftan çok icraata itibar edilir; ancak yaptıklarını da vatandaşa anlatmak istiyorlar. Görmeyen, İstanbul’a gelmeyen varsa İstanbul’da ne kadar mükemmel işler yaptıklarını söylemek istiyorlar. Hep bunu tek taraflı yürüttüler bugüne kadar, kimse ile karşı karşıya gelip kendi hatalarının söylenmesini, kendi hatalarının müzâkere olmasını hiç istemediler. Ama baktılar ki deniz tükendi. Yani muhalefetin gördüğü hataları tek başına söylemesi daha etkili oluyor. Bir de hatalar zaten göz önünde görünüyor; o halde, bir bu hatalara cevap verelim. Mantık benim anladığım buydu. Bunu yapmazsak doğrudan doğruya suçlu konumuna iteleneceğiz endişesi vardı ve seçimi kaybedeceğiz tabii, yani kaybedeceklerini gördüler. Bu bugünkü şartlarda Tayyip Bey’in usûlüne uygun bir şey değil. Ben Tayyip Bey’in bundan sonra da birileri ile karşı karşıya oturup başa baş dişe diş bir meseleyi müzâkere edeceğini zannetmiyorum. Çünkü tenkit edilen çok şey var, yapılan çok yanlış var ve bu yanlışların neticeleri de çok açık bir şekilde ortada. Yani Tayyip Bey’in söyleyeceği elbette yaptığı müsbet işler; buna da kimse itiraz etmiyor. Ama herkes, “Tamam, anladık, başörtüsü meselesi çok önemli bir meseleydi, insanlara zulüm edildi, binlerce kızımız Türkiye’de okuyamadığı için yurtdışına gitti. Bunu çözdünüz. İmam-hatip okulları kapatılmıştı; teşekkür ederiz bunu da çözdünüz. Peki sonra, benim karnım aç, doymuyor, çocuğum işsiz, ben işsizim, devletten atıldım suçsuzum, suçsuz olduğumu ispat edemiyorum. Ettiğim zaman işime geri dönemiyorum.” Bunların cevabını vermesi lâzım. Bu kendisine sorulduğu zaman ne diyecek? Onun için ben şahsen Tayyip Bey’in böyle bir noktaya geleceğini hiç zannetmiyorum. Başkaları gelebilir. Burada benim kanaatim ağırlıklı olarak Binali Bey dedi ki: “Yok, İstanbul’u ben hiç yönetmedim. Tamam ben Başbakanlık yaptım, Ulaştırma Bakanlığı yaptım, ama İstanbul’u hiç yönetmedim. İstanbul yönetiminde geçmişte belediyesinde hizmet ettim, onun için benim bazı noktalarda yapılan hatalar varsa onu kabul etmeye yaptığım başarılı hizmetleri de vatandaşa aktarmaya ihtiyacım var, hakkım var aynı zamanda. Ben bunları söylersem, bundan sonra da birtakım hatalar, eksiklikler olmuşsa bunları da telafi edeceğimizi söylersem, Hakk’ın yani halkın desteğini alma ihtimalim –artırma ihtimalim diyelim– daha fazla.” 

Peki siz yarısını izlemişsiniz, ama arkadaşlarınızdan ve çevrenizden nasıl bir intiba var? Bu tartışma bir şeyleri değiştirebilme potansiyeline sahip mi? 

Genel kanaat şu ki fazla bir şey değişmeyecek; çünkü yani iddia edilenler…, tabii şunu da söyleyelim: Yani ben bu noktaya girerken aslında dışarıda bazı bu tarzda seçim öncesi yapılan münâzaralar, münâkaşalar bazen çok sert olabiliyor. İki taraf da birbirini itham edebiliyor; ama itham etmesine rağmen yumruklaşmıyorlar. İthama rağmen dışarıya çıkarken el sıkışıyorlar; yani ithamı güçlü ifade etmelerinden kaynaklanıyor. Bizde tabii endişe olduğu için, “Aman hiç kurbağayı ürkütmeyelim” diye bir kanaat olduğu için, herkes temkinli dikkatli davrandı. Bana göre de isabetli oldu, çünkü ille de saldırmak bir fayda vermez. Hele de bugünkü ortamda Türkiye’nin farklı görüşe sahip insanlar arasında konuşabilme özelliğine ihtiyacı var. Bunu sağlamamız gerekiyor, konuşamazsak hiç çözemeyiz, konuşamazsak arkadaş olamayız. 

Bu arada tabii sizin de adayınız var ve sizin adayınız orada değil. Vatan Partisi’nin de var. 

Tabii birkaç partinin de var, ama ısrarla bizim söylediğimiz söz şu: Amerika kamplaşmayı politika haline getirmiş bir ülke. İngiltere’de de aynı durum var. İngiltere’de ya İşçi Partisi ya Muhafazakâr Parti iktidara gelir, ama İngiltere’de bir üçüncü parti vardır. Son belki 150-200 yıllık demokratik… yani daha sağlıklı bir demokrasiye geçtikten sonra, İngiltere’de bir kere bunlar iktidar olmuşlardır, ama dar bölge sistemi olduğu için de sürekli olarak seçimlere girerler, seçimlerde yerine göre bayağı milletvekili de çıkarırlar. Bazen çok çıkar bazen az çıkar, ama çıkar. Varız diyen bir grup var, ama dikkat ederseniz Avrupa artık parçalandı; ne sağ denilen kesimde birlik var ne sol denilen kesimde var. İşte özellikle son zamanlarda çevreciler, yeşiller, bir de bunun yanında hiç hoşa gitmeyen tarzda faşistler. Onlar da öne çıkıyor, yani ırkçılık bayağı ciddi bir politika haline gelmeye başladı. Çok büyük rakamlar değil, ama rahatsız edecek büyüklüğe geldiler — yüzde 15-20’ler seviyesinde oy almaları. Bu şunu gösteriyor: Parlamentoda artık koalisyonlar bundan sonra daha kalıcı olacak ve bu koalisyonlar normalde birbirleriyle pek uyuşmayan partiler arasında da gerçekleşebilecek. Bu kendi ülkeleri için müspet bir şey. Türkiye için biz bunun, yani ille de bir sağ ille de sadece bir sol var intibâından Türkiye’nin çıkması lâzım. Bundan çıkmasını da biz geçmişte, Allah rahmet eylesin Erbakan Hoca’mız bunu çok açık net olarak ifade etti. Biz de varız ve biz Hakk’ı üstün tutarız. Politikalarda kendimize zarar vereceğini düşünsek bile gerçekleri söylemekten imtinâ etmeyiz. Ve biz biraz daha somut önerilerle çıkarız. Ekonomi dediğiniz zaman Erbakan Hoca’nın ekonomisinde üretim ve ağır sanayi öndedir. Neden? Çünkü siz üreterek güçlenirsiniz. Rakamların büyümesi güçlü olma manasına gelmiyor diye çıktı. Dış politikada şahsiyetli bir dış politika izleriz, yalpa yapmayız; bu demek değildir ki bizim dışımızdaki ülkelerle kavgalı hale geliriz. Hayır onlarla da oturup konuşabiliriz, ama belli şartlar içinde konuşuruz. Bizi ikinci sınıf bir ülke konumuna iteleyen, “Biz dikte ederiz siz de uyarsınız” diyenlere pabuç bırakmayız. Bu niyetle dış politikayı belirledi, bundan dolayı da aslında kendisinin iktidar olduğu, daha doğrusu iktidar ortağı olduğu dönemlerde çok ciddi atılımlar oldu. Kıbrıs Barış Harekâtı o zaman gerçekleşti, Amerikan tehdidine rağmen. Ağır sanayi hamlesi o zaman yapıldı ve Türkiye’de istihdam problemi diye bir problem yoktu ortada. İmam-Hatip okullarının açılması ahlâkî-mânevî değerlerin ihyası için o da önemli ciddi çalışmalar oldu. Hukukun adaletin üstün tutulması için, hakkın korunması için ciddi çalışmalar oldu. 

Peki, düne gelecek olursak; Necdet Bey’in çağrılmamasına ne diyorsunuz? 

E yani doğru değil, diyorum; bu, başlangıçtan beri yanlış. Şu yapılabilirdi: Eğer siz bir yerde vatandaşın adayları tanımasını istiyorsanız; bunu anketle de yapabilirsiniz veya 3 kişiyi çıkarırsanız sonra başka bir 3 kişiyi çıkarırsınız, ikişer ikişer çıkarırsınız 

Bunu zaten zar zor yaptık diyorlar. 

İşte tabii. 

Tabii şöyle bir şey oldu: Seçimin yenilenme kararı ile beraber Saadet Partisi kararını biraz geç verdi, yani tekrardan seçime girme kararını. Bu seçime girmemeyi düşündünüz anlaşılan, öyle mi?

Şöyle diyelim: Seçime girip girmeme konusunda bizim teşkilatlarımız arasında farklı görüşler oldu; ama girmeyelim diyenler istisnâî kaldı. Yani biz gerek genel idare kurulumuzda, gerek il başkanlarımızı çağırarak yaptığımız toplantılarda, gerek en önemli yeri İstanbul teşkilatlarımızla yaptığımız görüşmelerde, yüzde 90’ın üzerinde “Biz seçime girmeliyiz ve seçimde kendi adayımızı tekrar koymalıyız” kanaati hâkim oldu. Biz bundan dolayı yani, bir karar verdik oldu bitti. Genel Merkez karar verdi; işte buna uyacağız, “ya olur mu?” demesin kimse istedik. 

Peki o yüzde 10’u merak ettim; onların argümanı neydi? 

Çok farklı görüşler ortaya çıktı. Yani bizim arkadaşlarımızın arasında doğrudan doğruya Binali Yıldırım’ı destekleyelim diyenler de çıktı, İmamoğlu’nu destekleyelim diyenler de çıktı. Az dedim ya; ağırlık yüzde 90 bir taraf olunca, yüzde 10’un içinde farklı görüşler var — “Hiç girmeyelim” diyenler var, “Girmemekle beraber fikir beyan edelim, bir tarafa ağırlık verelim” diyenler de var. Biz buna da saygılıyız; bunları da dışlamadık. 

Peki bu arada 31 Mart öncesinde sizin partinize ve sizin şahsınıza yönelik değişik saldırılar geldi iktidar partisinden ve sözcülerinden. Şimdi ama 23 Haziran’da bayağı bir iyi davranıyorlar. 

İltifat var. Şimdi mesela bu 19 Mayıs önemli bir gün. 19 Mayıs’ta Sayın Cumhurbaşkanı’nın bütün parti liderlerine Milli Mücadele’nin başladığı tarih olarak kabul edildiği için, “Gelin 19 Mayıs’ta beraber vatandaşın önüne çıkalım; evet, bizim farklılıklarımız var, ama buna rağmen biz Türkiye için varız biriz diyelim” dedi. Benim programlarım vardı; bundan dolayı bana ilk defa bu talep geldiği zaman, bu kadar çabuk oldu ki yani biz bunu sığdırabilir miyiz diye sonra baktık ki, tamam, bizim özellikle Trabzon’da bir program ben de il teşkilatlarına verdiğim bir sözü tutmayı önemsiyorum. Tamam karayoluyla gideriz, bir gün önce gider yatarız Samsun’da ve katıldım. Bu güzel bir şeydi. Özellikle de arkasından bir fotoğraf çekimi de oldu, katılmayanlar da oldu — bunu da normal karşılıyorum. 

Bir de çağrılmayanlar oldu: HDP. 

Çağrılmayan da oldu, o dediğiniz de doğru. Ama mesela bu, seçimlerden sonraki husus –yani 31 Mart seçimlerinden sonra–; ondan önce hava iyice gerginleştirilmişti. Benim anlamadığım şey, şu an devletin en üst kademesinde görev yapan insanların söyledikleri sözü toplum genel manada ister istemez inandırıcı kabul eder. Devleti yönetenler niye gerçekleri söylemesin? “Yalan söylemesin” tâbirini kullanmayayım. Şimdi bakın benimle ilgili yani, “HDP ile imza attılar” diyecek kadar ileri gittiler. Ya hu, Allah’tan korkun! Şimdi beni şaşırtan şey, iktidarda bulunan arkadaşlarımız ve onları destekleyenler bizi de onlara destek vermeye çağıranlar, bunlar inançlı insanlar. Ama inançlı insanlarda Allah korkusu da olur, yalan söylememek de bunun başında gelir. Bir Müslüman her türlü hatayı yapabilir. Suçu işleyebilir, tövbe eder, Cenabı Hak affeder; ama Müslüman yalan söyleyemez. Gerçeklerin dışında bir şey… Hele birisine iftira atamaz. Nasıl oluyor da, ya böyle bir şey söylenebiliyor. “Anlaşma yaptılar” deniyor. Ee şimdi vatandaş da buna inanıyor. Şimdi yalnız şuna dikkat ediyorum: Bu noktaya kadar 31 Mart seçimlerinde işte adayımızın olmadığı söylendi İstanbul’da. Halbuki Türkiye’de ısrarla 1389 seçim bölgesinin tamamında seçime giren tek partiyiz. İktidar partisi girmedi; giremedi demiyorum, isteseydi girerdi belki ama girmedi. Biz girdik. Ve biz her yerde kendi adayımızla girdik, her yerde kendi adayımıza oy istedik. 31 Mart’tan sonra bana göre bu seçimin iptal edilmemesi gerekirdi, edildi. Tamam, verilmiş karardan sonra artık dönüp dizimizi dövmeye gerek yok. Ama bundan sonra şimdi bize yönelik tavırlar değişti. Herkes Erbakan Hoca’nın kemiklerinin sızlamasından bahsediyor. Ya hu, Allah’tan korkun! Erbakan Hoca’nın AKP kurulduğundaki ifadelerini alın dinleyin. Şimdi siz, Erbakan Hoca’ya şimdi mi sahip çıkıyorsunuz? Erbakan Hoca’yı yerden yere vuracaksınız, sözlerine hiç itibar etmeyeceksiniz, şimdi gelip Erbakan Hoca’ya sahip çıkıyormuş gibi bir tavır ortaya koyacaksınız! Bu şahsiyetsizlik! Böyle şey olur mu? 

Sizi bayağı kızdırmışlar. 

Tabii kızarım burada. Vefat etmiş bir insanın hâtırasına en azından saygı göstermeleri îcap eder. Hayattayken ona isyan edenler, tanımayanlar, hakaret edenler, onu yalnız bırakanlar… Ee şimdi çıkıp bizi onun kemiklerini sızlatmamaya davet ediyorlar. 

Burada izninizle bir şey hatırlatacağım. Mâlûm, Erbakan Vakfıydı değil mi, ödül, bana bir ödül verdiniz. 

Evet. 

Ben maalesef yurtdışındaydım ve arkadaşım İrfan aldı benim yerime; ödülü de Uğur Dündar verdi. Ve o tarihte benim ve Uğur Dündar’ın üzerinden size çok büyük bir şey yaptılar, organize saldırı yaptılar. Hâlâ sürüyor; ama sonra tartışma için Binali Yıldırım’ın ilk söylediği isim Uğur Dündar oldu. 

Evet tabii, yani şimdi Binali Yıldırım Bey, yani her noktada ben bazı hatalar yaptığına şahit oluyorum, ama şunu söylemeden geçemem: Binali Yıldırım Bey efendi bir insan. Bazı noktalarda tavrını koyuyorsa bile onu da efendi bir tavırla ortaya koyuyor. Bundan dolayı da bu seçimlerde dikkat ederseniz, zannediyorum ki, bu kendisinden de kaynaklanıyor veya genel manada toplumun tepkileri de Cumhurbaşkanı’na öyle iletiliyor. Sayın Cumhurbaşkanı, “Ben 39 ilçede 39 miting yapacağım” dedi, şimdi “Yok, 2 ilçede yapacağım” diyor. 31 Mart’a giderken seçimlere Binali Bey girmiyordu; aslında Tayyip Bey giriyordu seçime. O vardı, aday Binali Yıldırım’dı; ama onu takdim eden Tayyip Erdoğan’dı. Binali Yıldırım’ın adı bile geçmiyordu. Bu sefer Binali Bey kendisi giriyor. Kendi üslûbuyla, kendi politikalarıyla, kendi tavrıyla, yaşantısıyla ben buyum diyor. 

Çok hipotetik/varsayımsal olacak, ama bu kampanyayı 31 Mart öncesi, şu anda yaptığını 31 Mart öncesi yapsaydı sonuç farklı olur muydu? 

Olabilirdi kısmen; benim kanaatim olabilirdi. Yalnız şimdi sonuç biraz geç oldu. Şundan dolayı geç oldu: Seçimin özellikle de bu şekilde iptali millet nezdinde kabul görmedi. 

Hakkaniyetli bulunmadı. 

AKP’lilerle yapılan anketler şunu gösteriyor diyorlar: Yüzde 30’u, üçte biri bu seçimin iptali doğru değil diyor. 

Kendi tabanı mı? 

Kendi tabanı. Doğru değil diyor. 

Sizin tabanınız nasıl düşünüyor? 

Bizim tabanımızda da aynı kanaat var. Yani bu seçim… Yani şimdi bu internette dolaşan benim çok hoşuma gittiği için gündeme getiriyorum bazen. Bir bankada mı bir yerde 20 lira bozdurmaya gidiyor, görmüşsünüzdür herhalde, gördünüz mü?

Galiba. 

20 lirayı veriyor kasiyere, şöyle bakıyor eviriyor çeviriyor. Bunun 5 lirası geçersiz diyor. Şimdi siz sandığa 4 tane oy atılmış, aynı zarfa konmuş. Bu zarfın içinden bir tanesi seçiliyor, bu iptal edilecek 3 tanesi geçerli. Niye? Üçü iktidarın işine yaradığı için. Ya bu kadar bâriz bir taraftarlık olmaz, adalet bu ölçüde… Tarih sayfalarına geçecek bu. 

Peki Temel Bey nedir şu terörle iltisak meselesi? İltisak mı diyorlar? 

Evet, iltisak diyorlar. 

Pasaport mevzuu. 

Yani onu ben o gün, bunu da soruyorlar bazen, “Bunu o gün niye söylemedin?” diye. Ben bunun bir mesele haline gelmesini o gün istemedim. 

Ama bir tatsızlık var, değil mi? 

Yani şöyle: Siz şimdi gidiyorsunuz İlçe Nüfus Müdürlüğü’ne veya İl Nüfus Müdürlüğü’ne, diyorlar ki: “Kusura bakmayın biz sizin için bir muamele yapamayız, çünkü sizin karşınızda bir şerh var”. Yani siz düşünün, terörle hiçbir konuda hiçbir zaman bir irtibatınız olmamış. Düşündüm: Allah Allah! Nasıl olur bu? Sivas hâdiselerinden dolayı acaba biz farkına mı varmadık dedim; doğrudan doğruya Sivas Valisi’ni aradım. “Ya,” dedim, “Vali Bey, ben Nüfus Müdürlüğü’ne gittiğimde böyle bir şey söylendi Sivas hadiseleri ile ilgili acaba benim haberim olmadan bir yere bir şerh mi düşülmüş?” 10 dakika sonra aradı; yok dedi böyle bir şey. Onun üzerine birkaç arkadaşa da söyledim; yani ben şimdi burada söylerim kamuoyunda ama yani hemen sanki seçim bitti bir meseleyi gündeme getiriyoruz intibâı doğmasın diye dedim “Recai Abi, böyle bir durum var”. Sadece o da olmadı; araba plakalarındaki değişiklik oldu, benim korumaların ikisi birden, hatta seçime giderken CB adaylarına 4 koruma verdiler hepsi benden alındı. “Yok” dediler, “ihtiyacınız da yok” dediler.

Ama şimdi korumayla geldiniz? 

Şimdi şöyle adım adım gidiyorum. Önce Recai Bey hemen aradı müsteşarlığı; çok kısa bir zaman sonra beni aradılar, dediler ki sizin tamam probleminiz çözüldü, pasaportunuz birkaç gün içinde gönderilecek. Çözüldü. Benim dediğimi bazıları pasaportu yok diye anlamış, benim pasaportum var şu anda. Zaten İçişleri Bakanı’nın dediği gibi, 15 gün içinde verildi o pasaport. Şimdi bunları söylüyorlar, ben yok demedim ki. Benim kullandığım ifadelere herkes tekrar baksın, benim pasaportum var ben yurtdışına çıkıp geldim. Arkasından bu dediğim noktalar da olunca –yani ben ille de koruma ihtiyacı duyan birisi de değilim, fakat ihtiyâten yani yarın işte istemeyenler benim politik tavrımdan bana antipati duyanlar hatta nefret duyanlar saldırabilir de, provokasyon yapılabilir– o yüzden ihtiyâten bir korumanın olması gerekir. Dediler ki sonunda: “Tamam, arabanın şartlarını değiştirdik, 2 araba 3 araba oluyor, genelde 2 araba olsun, arkasından da size bir koruma da verdik”. Normalde bir Genel Başkan haftada 7 gün 24 saat ne yapacağı belli olmaz çalışır. Burada da olabilir başka yere de gidebilir. Onun için bir koruma böyle çalışamaz ki, “Yok,” dediler, “bir tane yeter size”. Şu ansa bir tane koruma var. 

Buna biliyorsunuz “mobbing” diyorlar. Biraz öyle olmuş sizinki. 

Tam öyle oldu. Yani bunlar sanki hiç olmamış gibi, sanki ben bir iftira atıyorum, olmamış bir hâdiseyi gündeme getiriyorum gibi hemen saldırıya geçtiler. “Yalanı meydana çıktı!” diye gazete başlıkları var, “Yalanı meydana çıktı!” Peki de hiç utanma duygusu yok mu sizde? Telefon edip de en azından diyebilirsiniz ki: “Ya, hata etmişiz”. Çünkü bunların bir kısmı da benim arkadaşım geçmişte.  

Zaten sizin olayı daha ilginç kılan bu. Peki 23 Haziran sonrasına bakalım. Yenileterek aslında siyaseten de bir risk aldı siyasî iktidar. Ve artık şöyle deniyor biliyorsunuz: “Kazanacak ki yeniletti Tayyip Erdoğan” diyorlar. Bir daha kaybederse herhalde daha farklı olacak. Siz nasıl bir Türkiye görüyorsunuz 23 Haziran sonrasında? 

Yani ben 23 Haziran sonrasında bir defa “Efendim, Türkiye’nin her şeyi etkilenecek…” Yok, Türkiye’nin hiçbir şeyi etkilenmeyecek. İstanbul etkilenecek, bundan sonra İstanbul’da ister AKP devam etsin Binali Yıldırım başkan olsun, ister İmamoğlu başkan olsun İstanbul’da bir değişiklik meydana geleceği kanaatindeyim. Çünkü herkes İstanbul’un sıkıntılarını daha iyi biliyor, İstanbul’un bir beton yığınına döndüğünü görüyor, İstanbul’da nüfus kesâfetinin çok fazla olmasından dolayı trafiğin, yaşantının zorlaştığını idrak ediyor. Eh bir de Türkiye ekonomisinin yüzde 70’i burada dönüyor, istesek de istemesek de. Bundan dolayı İstanbul’da bir değişiklik meydana gelecek, İstanbul’da. İstanbul’u iktidar yanlıları aldı, muhalefet yanlıları aldı diye Türkiye’nin genel politikasında bir değişiklik olmayacak. Ama bu değişikliği ister olsun ister olmasın artık Sayın Erdoğan hissediyor kanaatindeyim. İşte 19 Mayıs’ta bizi davet etmesi muhalefeti de, Cumhur İttifakı’ndan sonra bir Millet İttifakı’ndan milli ittifaktan Türkiye İttifakı’ndan söz etmesi. Herkesi kucaklamak mecburiyetinde. Artık parlamentoda büyük bir çoğunluğu olmak yetmiyor, yüzde 50+1 oyla CB seçilecek. 50+1. Ama şu anda gözüken manzara o ki, eğer MHP olmasaydı CB tek başına seçilemeyecekti, bu ikinci tura kalacaktı en azından. Şimdi bu gerçek ortaya çıktığı için iktidar tarafında da zannediyorum bir parlamenter sisteme evrilsek mi düşüncesi var. Çünkü parlamenter sisteme dönüldüğü zaman güçlü partinin iktidarda kalma şansı yüksek. Bundan dolayı onlarda da böyle bir düşünce var olduğu söyleniyor, mutlaka masaya yatırılıyor. Ancak Türkiye hakikaten zor bir dönemden geçiyor. Ama bu zor dönemden geçişimizin müsebbibi sadece bugünkü iktidarın yanlış politikaları. Şimdi bunu reddedip, bütün kabahati dış güçlere yüklemek doğru olmaz. Çünkü dış güçler 2002 yılında da vardı. Dış güçlere sırtını dayayarak AKP, yani Amerika’ya destek verileceğini AKP deklare ederek, âdeta taahhüt ederek –çünkü Meclis’ten karar çıkmadan Amerika’nın 60 bin askerinin bizim Güneydoğu boyunca yerleşmesi için adımlar atıldı– karar çıkmadı, oyun bozuldu. O zaman da biz bunun altından nasıl çıkacağız dediler. Türkiye ve Ortadoğu 2002 yılının ardından karışıklığın içine sürüklendi ve şimdi bu manzarayla karşı karşıyayız. Bu arkadaşlarımızın en büyük hatası, Avrupa Birliği’ne üye olalım derken bizim de Avrupa için takdir ettiğimiz bazı değerlere önem verdikleri çıktı. Adalet olacak. Bizim tepemize belli kesimler biniyor, yeri geliyor ordun ihtilâl yapıyor; AB üyesi olursak yapamazlar. Ekonomide herkesin önünü açmamız lâzım. Söz, fikir, inanç hürriyeti kâmil mânâda yerleşmesi lâzım. Bunları söylediler. Partinin adı bile Adalet ve Kalkınma Partisi; ama şu anda ne adalet kaldı, ne de kalkınmadan eser var. Bu vatandaşın kabahati değil ki; yöneticilerin, politikaları belirleyenlerin kabahati. Bunu görüyorlar. Çünkü deniz bitti dediğimiz bu. Deniz bitti, bu gözüküyor; tamam da şimdi nasıl yapılacak? Bana da soruluyor: Sizin elinizde sihirli değnek mi var? Siz gelirseniz ne yapacaksınız? Biz gelirsek bugünkü gidişatı düzeltiriz! Kolay mı olur? Düne nazaran daha zor olur. Hemen mi olur? Düne nazaran daha uzun bir zamanda olur. Ama kesinlikle düzelir. Doğru politikalar yanlış gidişatı düzeltir. Ama buradaki problem şu iktidarın şu âna kadar uyguladığı politikaların yüzde 90’ını değiştirmesi lâzım. 90 diyorum, ihtimal, yüzde 10 bırakıyorum. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.