Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeni Zelanda katliamının düşündürdükleri: Mücahit Bilici ile söyleşi

Sosyolog Mücahit Bilici ile Yeni Zelanda’daki beyaz ırkçı katliamın nedenlerini, gösterilen farklı tepkileri ve bundan sonra olabilecekleri konuştuk.

Yayına hazırlayanlar: Gamze Elvan & Şükran Şençekiçer

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Cuma günü Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde yaşanan katliamın etkisi hâlâ çok gündemde, çok sıcak. Bunu sıcağı sıcağına Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan öğretim üyesi, sosyolog Mücahit Bilici ile konuşacağız, tüm boyutlarıyla. Mücahit, merhaba.

Mücahit Bilici: Merhaba.

Önce şunu sorayım: Senin açından ki sen bu konuları çalışan birisisin, özellikle Batıdaki İslam’a bakış konularını çok yakından çalışıyorsun, biliyorum–, böyle bir saldırı senin için şaşırtıcı mıydı? Ne ölçüde beklenebilecek bir saldırıydı, ne dersin?

Şaşırtıcı değildi — birkaç sebepten dolayı. Uzun süredir biriken, kaynayan, pişen bir İslamofobi kültürü var. Büyük ölçüde gayrimeşru ve marjinal bir kültür olarak gelişiyordu bu. Yer yer kendisini şeriat karşıtlığı, başka zamanlarda göçmen karşıtlığı gibi formlarda ifade eden bir eğilimdi — bir hareket daha doğrusu; ondan o şekilde bahsetmek lâzım. Fakat bu hareketin meşruiyet kazanması Donald Trump’ın başkan olması ve bunu meşrulaştırıcı bir söylemde ısrar etmesi ile ilişkili. Bu açılardan şaşırtıcı değil. Bu tür eylemleri yapanlar Norveç’teki Breivik’ten Tarrant’a kadar, bu Yeni Zelanda’daki eyleme kadar, bu insanlar kendilerini haklı görüyorlar. Bu sadece ideolojik bir haklılık değil. Mevcut meşru siyasetin içinde her gün söz söyleyen ve dünyanın en güçlü devletinin başkanı konumunu işgal eden bir liderin sözlerinde kendilerine meşruiyet buluyorlar. Karşılıklı bir iletişim olduğu zaten gözlerden kaçmıyor. O açılardan şaşırtıcı değil.

Ama Yeni Zelanda biraz şaşırtıcı galiba, değil mi? Çünkü bu konuların en son akla geldiği ülkelerden birisiydi.

Kesinlikle. “Gönül rahatlığı, ruh dinginliği isteyen Yeni Zelanda’ya gitsin” denebilecek bir memleket. Tam da bu yüzden seçilmiş. Yani aslında Yeni Zelanda’nın seçilmesi… bir, evet, orası düşünülmeyecek bir yer. Hani “Orayı gündeme getireyim, dünyadaki barış duygusunu, rahat duygusunu oradan yırtayım”. Yani böyle bir şey yok; ama kendi açısından öyle düşünüyor. İkincisi de aslında bu hareketin ne kadar küresel olduğunu gösteriyor. Çünkü Avustralyalı bir kişi, Yeni Zelandalı da değil ve söylemleri Amerikalı ve Avrupalı. Yani birkaç kıtaya yayılan, dünya sathına yayılan bütün bir küresel hareket söz konusu. Küresel derken ille çok büyük olmasından bahsetmiyoruz. Ulus-aşırı olması, global olması söz konusu. Bu açılardan belki çok yeni bir eşik olmasa bile artık belli bir boyutunun kristalize olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu beyaz milliyetçiliği, İslam karşıtlığı formunda bize daha çok yansıyor ve Türkiye’deki algılanışı da tahmin ediyorum büyük ölçüde İslam karşıtlığı olarak algılanıyor. Ama bu bir beyaz milliyetçiliği. Bir kesimin, azınlığa düşen beyazlığın aslında rahatsızlığını görüyoruz. Amerika’da 2045 gibi, önümüzdeki yıllarda, şuradan yani 30 sene filan bir zaman zarfında beyaz Amerikalılar çoğunluk olmaktan çıkacaklar. Yani azınlık statüsüne düşecekler. Böyle bir şeyin statüsü yok ama, millet-i hâkime olmanın, çoğunluk olmanın getirdiği imtiyaz duygusu kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Peki bu noktada bahsettin, olay Türkiye’de daha çok İslam karşıtlığı olarak algılanıyor; ama sen daha geniş bir şekilde beyaz ırkçılığı olarak tanımlıyorsun. Bunu kastederken siyah Afrikalılara ama aynı zamanda Yahudilere de –değil mi? – yer yer, bazı yerlerde Yahudileri de, kendisinden görmediği herkese… ki Yahudilerin çoğu da aslında beyaz. Bu akademide nasıl tartışılıyor? Burada çok farklı tartışmalar var galiba. Bu tür hareketleri nereye koymak gerekiyor? Nasıl koymak gerekiyor?

Yani buna “white supremacy” diyorlar, yani beyaz üstüncülüğü, beyaz ırkçılığı. Ama ırkçılık deyince bizden uzak bir şey gibi anlaşılıyor. Bu beyaz milliyetçiliği olarak anlaşılırsa çok daha iyi anlaşılır, daha iyi kavranır diye düşünüyorum. Şöyle anlatayım: Yani küreselleşme, göç, ondan sonra kültürel çoğullaşma gibi faktörler, mevcut kimlikler hiyerarşisini sarstı. Ve günümüzün bu eşitlikçi söylemleri, demokrasi, çoğulculuk vs. gibi şeyler –azınlıklara sahip çıkan demokratik kültür diyeyim–, beyaz kimliğe sanki haksızlığa uğramış gibi bir duygu yaşatmaya başladı. Ve bundan kaynaklanan bir fetret duygusu yaşıyor beyaz kimlik. Yani beyazlığa sarılan ve bununla kendini tanımlayan insanlar açısından bunu söylüyorum tabii ki, beyazların davranış olarak değil. Ama beyaz kimlik üzerine milliyetçi bir öz tanımı yapan insanlar açısından böyle bir sıkıntı ortaya çıktı. Yani millet-i hâkime olmaktan düşüşün tedirginliği var. Biliyorsunuz, ülkesini kaybetmek, hâkim millet olma pozisyondan düşmenin insanlara soykırımlar yaptırdığını, nice zulümlere, katliamlara yol açtığını biliyoruz. Bu güçlü olanın, efendi olanın güçten düşme veya kaybettiği gücünü yeniden elde etme arayışı olarak bazen karşımıza çıkıyor. Yani beyaz milliyetçiliği olarak bakmak gerekiyor. Onun dışında ben aslında Trump’ın bu süreçte ciddi bir rol oynadığı kanaatindeyim. Yani her şeyden önce Obama’nın başkanlığını doğuran bu küreselleşme ve çoğulculuk tecrübesine gittikçe marjinalleşen beyaz kültürün, alt sınıfların yani beyaz alt sınıfların “Artık yeter” demesi ile Donald Trump başkan oldu. Yani Trump gibi bir şaklabanı insanlar bir tür “Yeter, söz bu memleketin hakiki sahiplerinindir” demek için seçtiler. Ve hissettikleri bu kenara itilme tedirginliği, bu kaygı, rahatsızlık bir süredir kaynıyordu. Bunun siyaset ve şiddete kanalize olması… Yani herkes ırkçı değil, onu demek istiyorum. Bir beyazlık tedirginliği çok daha geniş ölçekte var. Bir de ırkçı gruplar var. Bunlar işte “alt-right” dediğimiz, “neo-nazi” dediğimiz alternatif sağ, Nazi şeyini romantize edip sürdürmek isteyen ırkçı gruplar var, kurumlar var. Donald Trump da bu istismarcılardan biri, bu enerjiyi kullanan istismarcılardan bir tanesidir.

Zaten katliamın ardından gösterdiği tepki –daha doğrusu göstermediği–, bir iki tweet atıp kurbanların yanında olduğunu söyledi; ama ondan sonra yine bildiğimiz göçmen karşıtı vs. tutumunu sergiledi. Şöyle basit bir soru soracağım: Bu saldırı sırasında Amerika’daki başkan Obama olsaydı nasıl bir tepki olurdu? Trump nasıl bir tepki verdi? Bu herhalde bayağı bir açıklar.

Elbette. Hatta Obama’yı belki uç sayabiliriz, fazla sol geliyor Amerikan damak tadı için; George Bush bile olsaydı… ki 11 Eylül olduğunda Bush Washington DC’deki camiye koştu ve orada “İslam barış dinidir” dedi. Bunu demek Amerikan çokkültürcülüğünün, demokratik âdabının bir gereği aslında. Dolayısıyla Trump’ta gördüğümüz davranış çok kastî bir davranış, ısrarlı bir tercih yani, rastgele değil. Obama olsaydı, George Bush olsaydı, herhangi konvansiyonel bir Amerikan başkanı olsaydı, davranış itibariyle bunu şiddetle kınardı vs.. En azından hani sözde bile olsa bu tür bir tepkiyi ortaya koyarlardı. Trump koymuyor, koymak istemiyor. İnsanlar sanabilir ki Trump dindar bir adam. Halbuki Trump’ın şahıs olarak Hıristiyanlık’la ilişkisi, İslam’la ilişkisinden daha iyi değil. Yani dini imanı para ve şöhret olan bir karizmatik tüccarla karşı karşıyayız. Fakat sürüyü çok iyi tanıyor. Vatan, millet, beka konularını gündemde tutuyor. Beka konusu Amerika’da çok önemli, merkezî bir yer tutuyor. Bu, duvar örmekten tutun, işgal vurgularına… Yani ülkenin sınırlarının delik deşik olduğu, namusun ortadan kalktığı, –yani bizim dile tercüme edersek, çünkü Meksikalılara tecavüzcü dediği zaman birkaç şeyi söylüyor– yani rastgele tanımadığınız birine tecavüz ediyor değil, “Sizin ailenize, eşinize, ananıza tecavüz ediyorlar bu teröristler” diyor. Müslümanlara ilişkin oluşturduğu birtakım imgeler var. Bunlar hep kasıtlı olarak bunları kullanıyor.

Peki diğer tepkilere bakacak olursak, mesela öncelikle Yeni Zelanda ve Başbakanı’nın tepkisi hakkında şu âna kadar hep olumlu değerlendirmeler yapıldı. Gerçekten samimi, acıyı paylaşan, kurbanın yanında duran bir çizgi izledi ve anladığım kadarıyla çok da takdir edildi. Sen bu konuda ne demek istersin? Ama onun ötesinde Batı dünyasının şu âna kadar verdiği tepki sence yeterli mi?

Şöyle söyleyeyim: Yani Trump’ın tepkisini bir toparlayayım istersen. Bence Trump burada azmettirici konumunda görülmelidir — bu tür terör saldırıları için, gelecekte de. Bu bir. Yeni Zelanda Başbakanı’nın tepkisi benim için şaşırtıcı değil. Batı dünyasının tepkisi de benim için şaşırtıcı değil. Yani bu insanî yüzünü görüyoruz. Türkiye’de insanlar şaşırıyor veya belki de Hristiyanlar camiye geldi, işte, belki İslam’la tanışacaklar vs. gibi bir çocukça beklenti, yüzeysel bir okuma bana göre. Batı demokrasileri bütün sömürgecilik geçmişine, bugünkü bütün milli çıkar siyasetlerine rağmen, demokratik kültür olarak çoğulcıluğu benimseme konusunda gayret gösteren bir konumda. Dolayısıyla Batı dünyasının tepkisi insanî olarak da dayanışma göstermekte şeklinde. Daha önce de Amerika’daki camilere yönelik bir saldırı olduğunda insanlar gelip caminin etrafında halkalar oluşturuyor, çiçekler bırakıyorlardı. Bu tür çok keskin bir katliam söz konusu olunca o tür tepkilerin olması da çok normal. Bunu İslam’a bir saldırı olarak okumak çok büyük bir yanlışlık olur kanaatindeyim. Dediğim gibi bu bir milliyetçi saldırı. Yani tedirginlik hisseden, eski konumunu kaybeden beyaz kimliğin ırkçı kesiminin gerçekleştirdiği bir saldırı. Bu kişiler tıpkı bizim IŞİD gibi örneklerde gördüğümüz gibi, küresel ölçekte dolaşımda olan, dolaşan birtakım söylemlere kapılanlar; bu örnekte, “Beyazlar azınlık haline geliyor, yok edilme ile karşı karşıya; yani beyazların soykırımı veya soykırım şeklinde olmasa bile soy kuruması ile karşı karşıyayız” gibi bir vurgu var. O yüzden de bu manifestosunun başlığı, veya Fransa’daki Camus diye o çevrelerde popüler bir yazarın “le grand remplacement” yani göçmen işgali, “Avrubistan”, büyük yer değiştirme, dağdan gelip bağdakini kovma söylemleri bu tür bir altyapıyı besliyor. Dolayısıyla küresel olarak beslenen, değişik kaynaklardan beslenen bir şey — içinde İslam karşıtlığı da var. Yani özel olarak İslam’la savaşmak isteyen, savaştığını düşünen, bu istikamette çalışan kişi ve kurumların da olduğu, ama ondan daha büyük bir kültürel havzada yetişen bir kültür var, bir saldırganlık biçimi. Yani buna çok rahat “onların cihadcılığı” diyebiliriz. Çünkü mantalite olarak IŞİD’den çok farkları yok. Propaganda çok ön planda, sosyal medya üzerinden radikalleşmek, bireylerin buna katılımı, devletsiz olması. Yani mesela tek bir müstakil devlet gösteremiyoruz. İşte, bu İslam düşmanlığının veya Müslüman karşıtlığının veya beyaz ırkçılığının arkasında şu devlet var diyebileceğimiz spesifik bir kurum yok. Çünkü ulus-aşırı, uluslararası bir network‘ün ürettiği bir durum olduğunu görüyoruz.

Peki şunu sorabilir miyim? İslam dünyasında genel olarak bu senin söylediğinin dışında tabii ki genellikle doğrudan İslam’a bir saldırı olarak algılandı. Şu âna kadar çok da fazla belirgin bir tepki görmüyoruz — şaşkınlık ötesinde, nefret ve öfke ötesinde. İslam dünyası böyle bir dünya var mı yok mu tartışmasını bir kenara bırakarak, İslam dünyası böyle bir olayda ne yapabilir? Müslümanlar, dünyanın Müslümanları, tek tek sivil toplumların ya da devletlerin yapabilecekleri ne vardır sence?

Yani, şiddeti harlayacak şeylerden sakınmak gerekiyor. Yani bu birkaç açıdan çok önemli. Bu tür olaylarda söylemesi biraz şey kaçar, ama yani Müslümanların mağdur olduğu bu tür durumlar aslında Batı’daki Müslümanların insaniyetinin daha geniş toplumlarca görülmesi, takdir edilmesi, anlaşılması ve sempatiye yol açması gibi bir durum var. Bu tür talihsiz, acı hâdiselerden sonra toplum Müslümanlara daha bir yakınlık ve anlayış gösteriyor ve çok olumlu bir şey. İki anlamda olumlu: 1) Batı’da yaşayan Müslümanların yaşadıkları toplumda entegre olması, eşit insan muamelesi görmesi, saygı görmesi açısından önemli bir şey bu tanışma, kabul edilme duygusu; 2) Müslüman toplumlar açısından da çok önemli, yani İslam’a dair olumsuz algıların kırılması noktasında, İslamofobinin kırılması noktasında, Müslüman azınlıkların rolü çok önemli. Bu yüzden İslam dünyasında aksi yönde ilişkiler veya terör davranışları, birtakım intikam hareketleri birkaç cephede hem İslam’a zarar veriyor hem Müslümanlara zarar veriyor hem de insaniyete zarar veriyor. Müslümanlar olarak şunu anlamak, görmek gerekiyor aslında; maalesef biz de başkaları gibi milliyetçilik çemberine düşürüldüğümüz için görmüyoruz, yani insaniyet ortak planında insanların dayanışması ve birbirini anlaması daha çok mümkün. Buna vurgu yapılması lâzım diye düşünüyorum.

Bu noktada Türkiye’ye bir parantez açalım: Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan miting meydanlarında ilk Tekirdağ’da başladı bu teröristin kaydettiği ve canlı yayınladığı saldırıdan bazı bölümler gösterdi ve bunun üzerinden bir “Türk ve İslam düşmanı, teröristler” falan deyip bir meydan okuma da yaptı ve ben bunun dün yaptığım bir değerlendirmede– akıldışı, mâkullükten tamamen uzak olduğunu söyledim. Sen ne dersin?

Kesinlikle, son derece talihsiz, yanlış, zararlı; yani hazır menfaat için, siyasî çıkar için Müslümanların daha büyük ölçekteki selâmetini, iyiliğini, bütün insanların iyiliğini son derece tehlikeye atan bir davranış, kesinlikle yanlış bir şey. Yani şimdi şunu da söylemek lâzım: Maalesef milliyetçilikler birbirini besliyor ve ırkçı davranışları tetikliyor. Ve bundan siyasetçiler her zaman için nemalanıyorlar. Trump ve Trump’ı seven devlet yöneticileri arasındaki dayanışma ve karşılıklı muhabbetin sadece karizmatik liderler-arası sevgi ve yakınlık, muhabbet değil; aynı zamanda bir çıkar ve sırt sıvazlama ilişkisi olduğunu da söyleyebiliriz. Yani, son derece yanlış buluyorum bu tür şiddeti vurgulama ve ön plana çıkarma çabalarını. Bu konularda Müslüman devletlerin ilgili ülkedeki, yani oradaki Müslüman topluluğunun tercih ve tavsiyelerini dikkate alarak tepki göstermeleri gerekir. Yoksa çok küçük bir siyasî getiri için başka bir memlekette –Pakistan’da ya da Türkiye’de ya da herhangi bir Müslüman ülkede– milyonlarca Müslümanın, Hollanda’daki Müslümanların veya Amerika’daki Müslümanların selâmeti, iyiliği tehlikeye atılabiliyor. Bu son derece yanlış bir şeydir. İslam herhangi bir ülkenin malı mülkü, tapulu arazisi değil; bu tür davranışları İslamî açıdan da eleştirmek mümkün ve gerekiyor; ama insanî açıdan da yanlış ve stratejik açıdan da yanlış. Eğer Müslüman siyasetçiler Müslümanları çok seviyor ve Müslümanların iyiliğini istiyorsa, iç siyasette yaptıkları çirkinlikleri azınlık Müslümanların dünyasına bulaştırmamalı; onları bir uzantı, bir nüfuz unsuru, acılarından menfaat devşirebilecek bir kaynak gibi görmemeleri gerekir.

Peki; bunun devamı nasıl gelecek, ne düşünüyorsun? Ben açıkçası çok endişeliyim ve hatta Huntington’ın Medeniyetler Çatışması kitabında yıllar önce söylediği ve çok tartışılan kavramının sanki bu sefer çok daha fazla gündemde olduğu görüşlerine de bayağı yaklaşmaya başladım. Yani bu gidişatı çevirebilecek güçlü aktörler yok sanki. Ne dersin?

Şu an olumsuz ve ümitsiz bir ortam olduğu kesin; yani bu popüler otoriterliğin moda olmasıyla da ilişkili, yani milliyetçilik şu anda yükselişte. Dediğim gibi birikmiş bir küreselleşme; göçmen, insan, fikir ve kültür sirkülasyonunun yol açtığı bir tür bulantı yaşanıyor. Kimlerde yaşanıyor bu? Yerleşik olan ve daha önce imtiyazlı konumda olan kimlikler nezdinde bu bir rahatsızlık üretiyor. İnsanlar diyor ki, “Cefasını biz çektik, bunlar gelip sefasını sürüyorlar”. Medeniyet kavramı ön plana çıktı, Huntington’ın –madem zikrettin– savunduğu medeniyet kavramının ön plana çıkması da şu açıdan ilginç: Medeniyet bence küresel bir milliyetçilik formu olarak sirkülasyona girdi. Türkiye’de de bu böyle; Amerika’daki beyaz üstünlükçü fikirlerde de bunu görüyoruz. Medeniyet vurgusu da artık –yani küçük bir ülkenin vatanseverliğini yapmıyor adam–, daha büyük bir davanın kahraman neferi gibi hareket ediyor, ümmeti savunuyor, yahut beyazlığı savunuyor — daha doğrusu Batı medeniyetini. Hem Breivik hem Tarrant, ikisi de, bu adamlar “Norveç’in veya Avustralya’nın menfaatleri için hareket ediyorum” demiyorlar; Avrupa medeniyetinden bahsediyorlar, Batı kültüründen bahsediyorlar. Yani medeniyet dili kullanıyorlar ve küresel bir ölçekten bahsediyorlar. Bunu da küreselleşmeye karşı ortaya çıkan yeni bir milliyetçilik tipi olarak anlamak lâzım; yani territoryal ulus-devletten ziyade, kültürel bir medeniyet kavramı. Türkiye’de de çok net bir şekilde karşımıza çıkıyor bu.

Burada şöyle bir mesele de var tabii; önce Irak sonra Suriye’de IŞİD’e indirilen büyük darbeler ve onun territoryal olarak hâkimiyetinin sonlandırılmasıyla beraber en çok konuşulan husus biliyorsun Batı’da biliyorsun, medyada da çok var– buradan insanlar geri dönerse –ki dönüyorlar– savaşın tekrar yoğun bir şekilde Batı’ya taşınacağı yolunda bir kaygı ve beklenti vardı. Tam da bunun üzerine Batı’da yani Yeni Zelanda da olsa Batı olarak kabul etmek gerekiyor– böyle büyük bir saldırı oldu. Bunların böyle üst üste gelmiş olması çok daha riskli bir olay değil mi?

Riskli, yani bence yoğun risk oranının arttığı bir döneme girdiğimiz kesin. Yani Allah korusun, geçen gün Hollanda’da bir şeyler oldu, insanlar epey endişe etti, o tür bir risk şu an var. Müslümanlar arasındaki muhakemesi zayıf veya ırkçı insanlar da bir şeyler yapabilir. Karşılıklı radikalizasyona yol açan ve çatışmadan beslenen insanlar var ve bugünkü atmosfer maalesef çok elverişli bir atmosfer. O açıdan yani mesela IŞİD’le bu beyaz ırkçılığını karşılaştırdığınız zaman çok ilginç benzerlikler var. Dediğim gibi medeniyet vurgusundan tutun küresel hilafet vurgusuna kadar, yaptıkları cinayetleri televize edene kadar, silahı propagandaya dönüştürmelerine kadar –bıçak veya makinalı tüfek, fark etmiyor– tarihten bahsetmeleri, bir derinlik atfetmeleri… Hilafetin ilgasından tutun Avusturya kapılarına dayanılmasına kadar… Medeniyet ölçeğinde bir milliyetçilik kurgulandığı zaman bunun da ilgili tarihçesi ve söylemleri buna eşlik ediyor.

Peki buradan kötümser bir şekilde mi sonlandırıyoruz?

Hayır, şöyle söyleyeyim; kötümser değil. Ben şu tespiti de yapmak isterim: Bence bu önemli bir husus; her iki durumda da yani bu tür ırkçı şeylere niçin yol açılıyor? Kötülemek kolay –bunu IŞİD için de söylüyorum–; bu insanları lanetlemek ve hasta gibi görmek kolay. Bence şöyle bir sorun yaşanıyor; insan haysiyeti yani insan onuru bu uzmanlık ve akıl çağında artık uzman kurumlar ve objektif bilgi karşısına bir çaresizlik hissediyor; yani önemsizleşmiş, anlamsızlaşmış, Avrupa’daki göçmen radikalleşen genç Müslümanların hissettiği duyguya benzer bir duygu yaşanıyor. Dünya öyle bir şekil alıyor ki, öyle bir akış var ki, “İnsanlar dışlanmış, bazı kişilere saygı duyulmuyor, varlıkları tanınmıyor, gerekli hürmet gösterilmiyor” duygusu insanlarda bir patlamaya yol açıyor. İnsan haysiyetinin her zaman gözetilmesi gerekiyor bütün devletler ve çoğunluklar ve toplumlar açısından, yani hiç kimsenin kenarda bırakılmaması gerekiyor. Benim şahsî kanaatim; beyaz milliyetçinin arkasında da o tür durum var; yani bunun “post-truth” (hakikat sonrası) çağıyla da çok yakından ilgisi var. Biliyorsunuz İslamofobik eylemlerin arkasında çok ciddi bir yalan haber külliyatı var. Yani Facebook üzerinden dolaşan “Müslümanların yaptığı vahşetler” adı altında dolaşımda olan bir sürü haber var ve bu tür insanlar bu tür haberleri okuyorlar. Donald Trump da haberlerini oradan alan ve birkaç kez tamamen yalan olmasına rağmen Müslümanlarla ilgili –işte 11 Eylül’ü kutladıkları vs.– çeşitli hikâyeler anlatmıştı. Şimdi bu yalan haber insanların ortak iyiden, ortak konuşma ve tartışmadan uzaklaşmasına neden oluyor; yani kamusal alanın çöküşü söz konusu. Kamusal alan çöktüğü için herkes yerli ve milli doğrusuna sarılmaya başladı, bunu Türkiye’de de görüyoruz. Yani ortak doğru yerine, mütekabiliyet ve ortak doğru yerine herkes mülkiyete döndü; “Bana ait olan yalan herkes için olan doğrudan veya iyiden daha doğru ve daha iyidir” diye düşünüyor insanlar. Bu da iki açıdan ele alınabilir, denebilir ki: “Şu aptal insanlara bakın, yalanlarla kendilerini kandırıyorlar” ya da şöyle düşünmek mümkün: Küreselleşme o kadar büyük ölçekte, artık “yapay zekâ” dediğimiz, uzmanlaşmanın yol açtığı bir yabancılaşma var. Söz ve bilgi, bireye çok uzak hale gelince –özellikle de alt sınıf insanlara– bu insanlar diyorlar ki: “Ben sana tâbi olacağıma bağımsızlığımı ilan ediyorum” diyor. Fikren bağımsızlığını ilan ediyor, yani siyasette egemenlik neyse medeni temasta da “post-truth” vaziyeti aslında odur. Yerli haber doğruyu söylüyor, “Bana ait olan doğru. Yalan bile olsa bana ait olduğu için benim için doğru. Sana yalan gelebilir” diyen. Dolayısıyla milliyetçilikle bu “post-truth” çağı ilişkisi ve bunun yalan haberi davet etmesi; yani benim kulağıma hoş gelmeyen, mesela “Müslümanlar şöyle şöyle yaptı” dendiği zaman doğru olmasa bile ırkçı adamın hoşuna gidiyor ve kabul ediyor. Bugün Türkiye’de mesela bir haber dolaşıma sokun, “Hıristiyanlar Müslümanlara şöyle böyle yaptı”, insanlar bunu hemen alıp kabul edecek, “Bu sahi midir?” demeyecekler, çünkü menfaatlerine geliyor. Bunun getirdiği bir parçalanma görüyoruz; yani küresel ölçekte insanların ortak kamusal alanı, yani liberalizmin üretmek istediği kozmopolit kamusal alan parçalanmaya uğradı ve bu parçalı halden de sanki bir felaket olunca fırsatçılar gelip tavan yaparlar ya, işte ona benzer bir durumla karşıyayız; yani Donald Trump’tan benzeri siyasetçilere kadar insanlar bu parçalanmış ve felaket sonrası halden yararlanmaya çalışıyorlar diyebilirim. İleriye dönük olarak şunu söylemek isterim, buradan nereye gidiyoruz sorusu bağlamında: Bence bir sonuç şu: İslamofobi ile antisemitizm arasında bir denklik oluştu, yani beyaz ırkçılığı her ikisine de zemin hazırlıyor ve her iki azınlığa saldırıyor. 20. yüzyılda Yahudiler imgesi üzerinden kuruluydu bu düşmanlık ve kimlik; 21. yüzyılda Müslüman kimliği bunun yerini aldı. Bakın, Türkiye’de “Yahudiler bunu yapıyor, işte tetikliyor” diyen zihniyet var. İşte bu beyaz ırkçıları da “Müslümanları Amerika’ya, Avrupa’ya Yahudiler sokuyor” diyor yani, “Soros gibi insanlar sponsor oluyorlar veya özgürlükçü fikirlerle, çokkültürlülük gibi kozmopolit fikirlerle bizim toplumlarımızı zayıflatmak, çürütmek, bizim ırkî sâfiyetimizi bozmak istiyor” diyorlar. Bu bir açıdan önemli; bence İslamofobiyle antisemitizm artık birlikte ele alınması gereken olgular olarak karşımıza çıkıyor. Amerika açısından şu notu düşebilirim: Müslüman kökenli terörizm ile dahilî beyaz ırkçı terörizm arasında denklik oluşuyor. Bugüne kadar Müslüman bireylerin yaptığı en küçük terör davranışı, en küçük bir haber kubbe yapılarak sunulurdu ve beyaz ırkçıların yaptığı büyük terör eylemlerine bile “terör” denemiyor, “suç” deniyor. Çünkü terör olması için haricilik atfedilmesi gerekiyor bir şeye. Bu konuda da bence Amerikan kamuoyu bir şeye geldi, bu son olayla birlikte. Orada da bir denklik oluşacak. Ben Amerika’daki Müslümanların önümüzdeki dönemde silah edinme temayülüne daha bir gireceğini düşünüyorum, yani anayasal bir hak olan ve hakiki Amerikalı olmanın nişânesi sayılan silah sahipliği Müslümanlar arasında yaygınlaşacak diye düşünüyorum. Bu paradoksal bir şekilde Müslümanların yurttaşlığını pekiştiren bir şey olacak.

İstersen burada noktayı koyalım Mücahit. Evet, gerçekten zor bir döneme giriyor dünya; zaten zor bir dönemdeydi, daha da zorlaşan ve karşılıklı birbirini besleyen aşırılıklar ve özellikle de beyaz ırkçı aşırılığın başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkesinde çok güçlü destekçilerinin, teşvikçilerinin olması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Evet, Mücahit Bilici’yle Yeni Zelanda’daki katliamı konuştuk. Kendisine çok teşekkürler, izleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.