Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yorum – Kadri Gürsel (18): Erdoğan Atatürkçü mü oldu?

Kadri Gürsel, Atatürk‘ün ve cumhuriyetin iktidar tarafından nasıl konumlandırıldığını, Recep Tayyip Erdoğan‘ın 10 Kasım’da yaptığı konuşma üzerinden değerlendirdi. Erdoğan’ın Atatürk kompleksi olduğunu belirten Gürsel, halkın da Atatürk’ü yeniden keşfettiğini söyledi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Medyascope’tan herkese merhaba. Bugün ‘’Yorum-Kadri Gürsel’’ programında, Recep Tayyip Erdoğan’ın, 29 Ekim ve 10 Kasım törenlerinde yaptığı konuşmalar üzerinden, ‘’Erdoğan Atatürkçü mü oldu?’’ konusunu tartışacağız. Hoş geldiniz. 

Hoş bulduk.

Öncelikle şu soruyla başlamak istiyorum. 2012’de olsun, 2016 OHAL döneminde ya da daha öncesinde olsun, uzun bir süre 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yürüyüşleri ve 10 Kasım törenleri yasaklandı. Yasaklanmasa da Recep Tayyip Erdoğan katılmadı; tatillerdeydi veya görüşmelerdeydi. Ama bu yıl 10 Kasım’da, daha önce hiç yapmadığı kadar uzun bir konuşma yaptı. Daha öncesinde ‘’Atatürk’’ ismini kullanmaktan imtina ediyordu. Bu yılki konuşmasında ‘’Gazi Mustafa Kemal Atatürk’’ ismini uzun uzun kullandı. Bir dönem yasaklayıp, bir dönem yüceltip konuşmasının sebebi nedir sizce?

Bu bir özgüven-özgüvensizlik barometresi aslında. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakanlığından bu yana, 29 Ekim ve 10 Kasım’larda takındığı tutum, tavır ve kullandığı sözcükler, Mustafa Kemal Atatürk’ün adını telaffuz ediş biçimi yahut nasıl söylediğine, aslında kendisinden yansıyan bir özgüven ölçüsü diye bakmak lazım. 2010’ların başına doğru gidince, Cumhuriyet bayramları ve 10 Kasım’lara karşı tutumunda, kendisini siyaset en güçlü ve kudretli hissettiği zamanlarda bir uzaklaşma olduğunu görüyoruz. Mesela 2012 yılında, 10 Kasım’da Anıtkabir’e gitmeyip yurt dışı gezisini biraz daha uzatıyor.  Demokrasi Forumu’na katılmak için Endonezya’nın Bali adasına gidiyor. Onun dışında, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de sağlık nedeniyle katılmadığı vakidir. Bizim asıl bakmamız gereken, Erdoğan’ın bu manadaki hâl ve gidişatı. 

Peki, mesela niye 2012’de gitmemiş olabilir?  Çünkü daha sonra, 2013 yılında katıldığını biliyoruz. Bu çok açık. AK Parti, 2011 seçimlerini %50 gibi yüksek bir oranla kazanmış. İktidar perçinlenmiş. Bunun dışında, 2011 YAŞ kararları var. ‘’Askeri vesayet’’ olarak adlandırılan, askerin siyaset üzerindeki rolü, denetimi neredeyse sıfırlanmış. Tabii bu kendisine bir özgüven veriyor. Daha sonra, yine 2012’de Ankara’daki 29 Ekim Cumhuriyet Yürüyüşü’nün Valilik tarafından yasaklandığını, CHP’nin bu yasağa karşı direnip yürüdüğünü, polisin müdahale ettiğini de hatırlıyoruz. 

2016’da, darbe girişiminden sonra, yine benzer bir durum karşımıza çıkıyor. Darbe girişiminden sonra, Ekim ve 30 Kasım arası bütün yürüyüşler yasaklanıyor. Bu ne demek? Bütün 29 Ekim ve 10 Kasım yürüyüşleri yasaklanmış oluyor. Aynı zamanda, 2016 10 Kasım’ında Recep Tayyip Erdoğan Anıtkabir’e gidiyor. Ama orada yaptığı konuşma’da ‘’Gazi Mustafa Kemal’’ diyor, Atatürk adını kullanmıyor. Niye? Çünkü darbe sonrasının OHAL koşulları altında, kendisini güçlü hissediyor. Doğru veya yanlış ama kendisinin hissiyatı bu. Orada ‘’Atatürk’’ adını kullanmıyor. Ama ondan sonraki yıllarda, 2017, 2018, 2019’da, en son geçen Pazar gördüğümüz gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’’ deme ihtiyacını hissediyor. Böyle bir seyir devam ediyor. Yaptığı konuşmadan da örnekler vermek lazım.

Ben o konuşmayı okudum. Daha önce Atatürk’ten hiç bahsetmediği şekilde bahsetmiş izlenimini edindim. Örneğin, daha önce ‘’Atatürk’’ ismini kullanmaktan çekinirken, bu konuşmada tam ismini kullanıyor. Daha önceleri, Atatürk yaptırımlarına küçümser bir tavrı varken, bu kez onları destekleyen şeyler yaptığından bahsediyor. O konuşmada, Atatürk’ten çok, Atatürk’ün yaptıklarına saygı duyduğunu fakat Atatürkçülerin, Atatürk’ü sömürdüğünden bahsetmiş. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

İlginç olan şey şu: Atatürk’e doğrudan bir saldırısı söz konusu değil. 

Hatta destekler gibi konuşuyor.

Ama ‘’Atatürkçülük’’ ya da ‘’Atatürkçüler’’ diye tabir ettiğimiz bir düşünce tarzına, dünya görüşüne -ama asla ideoloji değil- yahut da Atatürk’ün mirasına sahip çıkanlara karşı hasmane bir tutum görüyoruz burada. Enterersan olan da, savunduğu görüşün, basbayağı bir Kenan Evren Atatürkçülüğüne çok yakın bir görüş olması. Mesela, diyor ki: ‘’Atatürk’e ve Cumhuriyetimize yapılacak en önemli katkı, ülkemizin içinden geçtiği şu kritik dönemindeTürkiye ne zaman kritik bir dönemden geçmedi ki? Ben hatırlamıyorum. Hep kritik bir dönemden geçer- birliğimize, beraberliğimize, özellikle 2023 hedeflerimize sıkı sıkıya sahip çıkmaktır.’’  Bu cümle şu demek aslında: ‘’Atatürkçüler, benim siyasi hedeflerime ve programıma sahip çıksınlar.’’ Bu, totalitarizmi çağrıştıran bir çağrı. Daha sonra şöyle diyor: Ülkemizde yıllardır en büyük ticaret, Atatürk ve Cumhuriyet ticaretidir.’’ Burada aslında bir yergiyi alıp tersine çevirmek gibi bir tutum var. ÇünküAtatürk ve Cumhuriyeti savunanlar da, Türkiye’deki en büyük ticaretin din ticareti olduğunu söylerler. Erdoğan bunu tersine çeviriyor. 

‘’Gerçek İslam bu değil’’ cümlesinin Atatürkçü versiyonu. 

Tam tersine çeviriyor. Ve bu söylem hattında devam ederek ‘’Bu kavramlar -yani Atatürk ve Cumhuriyeti kastediyor- önde perde gibi kullanılarak arkada ülkemizin yıllarca demokratik ve ekonomik olarak nasıl sömürüldüğünü en iyi milletimiz biliyor. Bize olan düşmanlığın en önemli sebeplerinden biri, işte bu kirli ticareti ifşa etmiş ve önüne geçmiş olmamızdır.’’Devamında da, -burası zihniyet dünyasını ortaya koyması açısından önemli- ‘’Buna rağmen hâlâ aynı kafayla, kendi tarihine kültürüne, medeniyetine küfretmeyi marifet sayanların ortada dolaşıyor olması, henüz işimizin bitmediğini gösteriyor.’’  Bu minvalde konuşurken, bu insanları getirip koyduğu nokta, ‘’medeniyete, tarihe küfredenler’’ olarak yapılmış bir tanımlama. Sonra da ‘’Ortada dolaşıyorlar’’ diyor. Onları ötekileştiriyor, aynı zamanda gayrimeşrulaştırıyor ve ‘’İşimiz bitmedi’’ diyor. Neymiş o bitmemiş iş bakalım? ‘’Tıpkı son teröristi imha etmeden terörle mücadelenin sona ermeyeceği gibi, tarihimize husumet besleyen son müstevli kafalıyı aydınlatmadan bu mücadelemiz bitmeyecektir’’ diyor. Tabii bu çok tehlikeli bir yaklaşım. Totaliter bir zihniyetin, apaçık dışa vurumudur. Önce sana itiraz edeni veya kendine rakip olarak gördüğünü yabancılaştır, ötekileştir, gayrimeşrulaştır. Sonra da onu ‘’aydınlatmak’’ namına ortadan kaldır. Çünkü teröristleri ortadan kaldırmaktan bahsediyor, onunla özdeşleştiriyor. Bu, tehlikeli bir yaklaşım. Ondan sonra da tuhaf bir Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçilik çekişmesinin içine sokuyor bunu. 

Hatta ‘’Atatürk de bir Osmanlı subayıydı. Osmanlı’yı yerip durmayın’’ diyor. 

Şöyle bir şey var. Osmanlı modernleşmesi denen hadise III. Selim’le başlıyor. III. Selim’in ıslahat hamlelerini sona erdiren Kabakçı Mustafa adlı yeniçeri ve onun elebaşılığını yaptığı ayaklanmadır. O sürede dünya I. Sanayi Devrimi’ni yaşıyor henüz. I. Sanayi Devrimi sırasında Osmanlı, II. Mahmut’un tahta geçmesinde kadar çok önemli bir zamanı kaybediyor. Aslında, benzer bir reaksiyoner zihniyetle, modernleşmeci, ıslahatçı, reformcu bir çizginin 200 yıldır süren çatışmasının, aynı paralelde tezahürleriyle karşı karşıyayız bugün. 

Osmanlı modernleşmesi dediğimiz hadise, Osmanlı’ya aittir. Başkasına ait değildir. Osmanlı’nın içinden çıkmıştır. Osmanlı Hanedanlığı tarafından sahiplenilmiştir. Kimi padişahlar bunun yürütücüsü olmuştur. Aslında Cumhuriyeti kuran kadro da -ki Mustafa Kemal Atatürk de o kadronun en parlak unsurlarından biridir- Osmanlı modernleşmesinin evlatlarıdır.  Erdoğan diyor ki ‘’Gazi Mustafa Kemal, Samsun’a bir Osmanlı subayı olarak çıkmıştır.’’ Evet, Cumhuriyeti Osmanlının yetiştirdiği bir kadro kurdu. Zaten Türkiye’nin reform hareketi, Türkiye’deki inkılâpçı hareketi, modernleşme çizgisi Osmanlı’dan başlıyor. O olmasaydı Cumhuriyet de olmazdı. Cumhuriyet olmasaydı, kendisinin de, Abdullah Gül’ün de Başbakan ve Cumhurbaşkanı olamayacakları gerçeğinde olduğu gibi. 

Erdoğan ‘’Osmanlı’nın silah sanayisi olmadığı iddiası da yalandır’’ diyor.Osmanlı’nın silah sanayii yoktu. Çünkü Osmanlı, Sanayi Devrimi’ni kaçırdı. Sanayi demek, makineleşme, seri üretim, elektrifikasyon, telgraf vs. Bunlar I. ve II. Sanayi Devrimi’nin getirdikleridir. Telgrafın Anadolu’ya ne zaman geldiğini biliyoruz. Dolayısıyla, bu konuşmada bir Osmanlı idealizasyonu var. Osmanlı’yı parçalara ayırma gayesi var. O zaman, bugünkü iktidardaki zihniyetin sahiplendiği Osmanlı, 18.yüzyılda bitiyor. Hatta 18. yüzyılın son çeyreğinden önce bitiyor. 

Yani Cumhuriyet modernleşmesi saymadıkları gibi…

Tepetaklak tersine çevrilmiş. “Osmanlı reformculuğa sapmasaydı, çökmeyecekti” demeye getiriyor, o ayrı. Osmanlı çökmemek için ıslahatçılığa ve reformculuğa saptı. Ama iç kavgalar ve düzgün bir reform stratejisinin olmaması, yapısal engellerin de elde olanın uygulanmasına elvermemesi nedeniyle, bu, başarısızlıkla sonuçlandı. 

Gelelim bugüne. Erdoğan Atatürkçü mü oldu? Hayır. Tabii ki Erdoğan Atatürkçü olmadı. Ama kinayeli de olsa, böyle söyleyenler var. 

Son birkaç yıldır, özellikle 2017 den bu yana, halk tabanında Atatürk simgesi ve Atatürk mirasının, yeniden ve aşağıdan yukarı bir dinamikle sahiplenilmesi yönünde bir hareket var

Siz, Atatürk’ün mirasının tekrar sahiplenilmesini, bu kadar gözle görülür olmasını -ki 10 Kasım’da çok fazla sayıda insanın katıldığı gösteriler yapıldı- ideolojik olarak mı değerlendiriyorsunuz? Yoksa biraz daha duygusal, çağdaşlığa özlem ya da Atatürk’ü çağdaşlıkçılıkla özdeşleştirmek olarak mı değerlendiriyorsunuz?

‘’Kemalizm’’ dendiği zaman bunun bir ideoloji olduğunu anlıyorum. Çünkü ideolojiler kendi içinde tutarlıdırlar ve merkezleri güçlüdür. Neticede, Atatürkçülük, Atatürk düşüncesi Atatürk’ün mirası diye bugün insanların sahip çıktıkları simge, Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine taşıyacak olan zihinsel parametrenin ta kendisi.  Yani, akıl, bilim çağdaşlık, hukuk devleti, kurumlar, kurumsallaşma, cumhuriyeti cumhuriyet yapan temel özelliklerdir. 

2017’deki olağanüstülük hâlinde, adı ‘’Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’’ olan ve Türkiye’ye gayrimeşru şekilde dayatılan rejim, aslında sistemik bir kriz yarattı. Türkiye, sürekli bu sistemle yönetilmeye çalışılıyor ama yönetilemiyor. Bu sistem, dış politikadan yargıya, yargıdan ekonomiye, ekonomiden eğitime, sürekli kriz üreten bir sistem ve ürettiği krizlere de bir çözüm bulamıyor. Bunun karşısında da bence bunu dehşete kapılarak izleyen geniş bir halk kesimi var. Bu insanların Atatürk’e yönelmeleri, tam da bu tarihsel kavşakta meydana geliyor.

Hangi koşullarda oluyor bu?  Devleti ele geçirenlerin, Atatürk’ü devletten ihraç ettikleri bir anda, özgürleştirdikleri bir anda oluyor. Artık devletin malı olan, devlete ait olan bir Atatürk yok. Bütün bu törenler, şeklen yapılıyor şu anda. Her şey şekilden ibaret. Eğitim de dinselleştirilen bir eğitim. Tabii ki Atatürk de tart ediliyor bir yerde. Bunun sonucunda da, aslında yeni bir ortam, yeni bir denklem oluşuyor. Eski Cumhuriyet döneminin , -bazı gözlemcilerin, siyasetin ana hattını tasvir ederken kullandıkları- ‘’Cami-Kışla’’ kavgası yok artık. Cami dediğimiz şey devletleşti ve bürokratikleşti. Kışla ise, ona yüklenen anlam ve bu manadaki fonksiyonunu da yitirdi. ‘’Kışla’’  artık bu manada bir aktör değil. ‘’Kışla’’ diye kastedilen, herhalde laikliğin, Kemalizmin bekçisi olmaktı. Vesayet veya jakoben bir çizgi kastediliyordu. 

Osmanlı’dan çıkıp, Cumhuriyeti kuran kadronun asker kadro olmasının nedeni neydi? Çünkü Osmanlı’da ilk yenilikçilik, reformcu, modernleşmeci hareketler orduda başladı. Çünkü Osmanlı ordusu, savaş meydanlarında geri kalmışlığının acı sonuçlarını tatmıştır. Yozlaşmış bir yeniçerilik kurumunun ortadan kaldırılması, değiştirilmesi amacıyla, yenilenme ordudan başlamıştır. Nizam-ı Cedid bunun sonucudur zaten. 

Şimdi sivil bir Atatürkçülük simgesi var. Atatürk sivilleşti. Kışla Atatürkçülüğü sona erdi. O soğuk yüzlü Devlet Atatürkçülüğü gitti, ortadan kaldırıldı. Artık karşımızda yeni bir Atatürk ve yeni bir Atatürk simgesi var. Böyle diyorum ben. Çünkü bugün Türkiye’de yeni bir rejim kurmak isteyenler ve bunu başaramayanların ‘’Yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’’ denilen hilkat garibesi bir sistemle 2 yılda ülkeyi ne hale getirdiğini görüyoruz; Bütün Türkiye’de kurumları berhava ederken, gücü kontrolsüz, dengesiz ve denetimsiz  bir şekilde tek elde yoğunlaştıran bir sistem. Bu nedenle de yürümüyor, yürümeyecek. Başka türlü de olması mümkün değil. Güç paylaşımına da, koalisyonlara da açık değil. Koalisyonlar da -MHP ile yaptıkları- atipik, tarifi güç, şeffaf olmayan, kuralları olmayan koalisyonlar. Bürokraside güç paylaşımı da söz konusu ama o daha çok ulufe dağıtmak gibi bir şey. MHP kadrolarına devlet içinde yer açmak gibi. 

Dolayısıyla şimdi mevcut duruma bakıyorlar; halkın giderek daha fazla Atatürk simgesine, Atatürk’e sahip çıkması karşısında ideolojik bir yenilgi duygusuna kapılıyorlar. Aslında gerçekten de bu bir yenilgi. Ama bu 71 yıl önce vefat etmiş bir kurucu liderin, mezarından kalkıp, gelip onları yenmesi değil. Kendi kendilerine yaşattıkları bir başarısızlık, bir kifayetsizlik. Bu kifayetsizlik karşında da… Sadece cumhuriyetin yetiştirdiği kuşaklar demiyorum. Gençler de, yeni kuşak da Atatürk’ü keşfediyor. 60’lardan, 70’lerde bu yana, Atatürkçülük, tamamen yukarıdan aşağıya dayatılan, aslında içi boş bir seremoni unsuruna dönüşmüş, daha sonra 12 Eylül’de de taşlaştırılmış bir Atatürkçülüktü. Atatürk taşlaştırıldı. 

Bugün aslında kendi ideolojilerinin ana omurgasına da aynı şeyi yapıyorlar. Onu da taşlaştırıyorlar. Bir kompleks halidir bu. Erdoğan’ın konuşmasının ruhuna baktığınız zaman orada savunmacı bir çizgi var; Atatürk’ü, Atatürkçülerden ve Atatürkçülükten ayrıştırma gayesi var. Neticede, gelinen noktada, Osmanlı modernleşmesi ve Atatürk’ün 15 yıl kadar sürmüş devr-i iktidarında yapılan inkılâplar, yenileşme hareketleri, yeni kurulan kurumlar tasfiye ediliyor. En önemlisi de laiklikten uzaklaşılıyor.

Özellikle laiklikten uzaklaşmanın yarattığı büyük bir tepki var. Çünkü Türkiye laiklikten uzaklaştığı nispette, dışlayıcılık ve eşitsizlikler daha da belirginleşiyor… Çünkü cumhuriyetin ‘’Eşitlik’’ ilkesi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren zaten tam olarak hiçbir zaman uygulanmadı. Fakat şu anda eşitsizliğin kapsadığı alan iyice genişledi. Eşitsizliğe maruz kalan toplum kesimleri çok önemli ölçüde arttı ve genişledi. Dolayısıyla bu rahatsızlık, laikliğin de doğru anlaşılması imkânı sunuyor. 

Erdoğan’ın konuşmasıyla ilgili bir şeye daha değinmek istiyorum. Şöyle diyor: ‘’Bu yıl 96. yıldönümüne ulaştığımız Cumhuriyete en büyük katkıyı, şahsımın da başında bulunduğu hükümetler yapmıştır.’’ Bu, en başta tarihi gerçekleri inkâr eden bir yaklaşım. Cumhuriyet olmasaydı, zaten kendisinin, kendi başında olduğu hükümetlerin iktidara gelme şansı yoktu, bu bir. İkincisi, Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde oluşturulan kurumlar, kamu iktisadi teşebbüsleri olmasaydı, o dönemdeki altyapı yatırımları olmasaydı, zaten Türkiye bugünlere de gelemezdi. İki dönemi kıyasladığımız zaman çok önemli bir kaynak farkı var; Cumhuriyet neredeyse bunları sıfır kaynakla yaptı. Sermayesi yoktu. Çok enteresandır bu manada. Çünkü Cumhuriyetin kuruluşunda, beşeri sermaye yok, enerji yok, sermayenin kendisi yok. Bu şartlarda ülke, daha sonra ihmal edilen ama fevkalade değerli kurumlar ortaya çıkarabiliyor. Fakat AKP iktidarının ilk dönemini hatırlayınız: Özelleştirmelerden sağlanan kaynaklarla, gelirlerle, bazı kesimlere çok önemli bir zenginlik transferi, kaynak transferi yapıldı. 

Cumhuriyetin birikimi sayesinde güçlenip, şimdi onu reddediyorlar diyebiliriz

Tabii. Sonuçta iki dönemi kıyaslamak mümkün değildir. Ayrıca, Türkiye çok partili hayata geçtiği andan itibaren, ağırlıklı olarak sağ eğilimli iktidarlar tarafından yönetilmiştir. Kendilerinin iktidara gelmesini hazırlayan koşullar da yine sağ eğilimli iktidarların Türkiye’yi yönetme beceriksizliğinden ve 12 Eylül rejiminin tercihlerinden kaynaklanmıştır. Dolayısı ile haksızlık etmemek gerekir. ‘’En büyük katkıyı biz yaptık’’ derken, katkıdan anlaşılması gereken, yol, köprü, hidroelektrik santral, havaalanı ise, bunların nasıl yapıldığı, kaça yapıldığı ayrı bir tartışma konusu. Bunlar kompleksin dışavurumudur. 

Bence en önemli, en bariz ve -yabancı bir sözcük kullanıyorum- en spektaküler dışavurumu atlamayalım. O da bir ilk. 10 Kasım resmi törenlerinden çıkarken, Anıtkabir resmi törenler nedeniyle daha halka açılmamışken, oraya özel olarak getirildiği ve orada konumlandırıldığı anlaşılan bir grubun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adını ifade ederek tezahüratta bulunmasıdır.  Anıtkabir bir hafıza mekânı. Ülkelerin hafıza mekânları vardır; ortak hafızasının saygı gerektiren mekânları. Anıtkabir, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde bunlardan birincisidir. Burada bir siyasi tezahürat yapmak, en başta bu mekâna, bu mekânın içerdiği sembollere büyük bir saygısızlık. Buna hiç izin verilmemeliydi. Başbakanlığını da, cumhurbaşkanlığını da cumhuriyete borçlu olan bir siyasi liderin ismi, bu saygısızlığın konusu olmamalıydı.

Süremizin sonuna geldik, çok teşekkürler. 

Ben teşekkür ederim.

Bugün Kadri Gürsel’le, Recep Tayyip Erdoğan’ın değişen Atatürk algısını ve Cumhuriyet birikimine karşı takındığı tavrı konuştuk. Bizi izlemeye devam edin. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.