Türkiye’de herhangi bir şeyi kendi hakikatiyle ve bağımsız bir olgu olarak konuşmak hatta olana tepki göstermek pek mümkün olmuyor. En azından artık bunun çok zor olduğu ortada. Daha önce de çeşitli vesilelerle karşımıza geldi. Orman yangınından ekonomik krize, şiddet olaylarından sanat etkinliklerine kadar hiçbir alanda herkesin -veya çoğunluğun- kabul ettiği bir kamuoyu ortalaması ortaya çıkmıyor. Çıksa bile belirleyici olamıyor, gayet makul tepkilerin baskın vasat haline gelmesi mümkün olmuyor. Altı yaşında bir çocuğun evlendirilmesi, on dört yaşından önce cinsel istismara uğraması, bunun ailesi başta olmak üzere epeyce insanın onayıyla yapılması gibi yoruma açık sayılamayacak bir rezalet bile “amasız, fakatsız” ortak zemin yaratamıyor. Aile Bakanı, “insani bir durum” diyebiliyor. Muhalefet bileşeni partinin yayın organı, dindarların iftiraya uğramasından bahseden özel yayın organize ediyor. Muhafazakar liberal yorumcu, “bütün dindarları böyle sanan” laiklerden şikayet ediyor. Olayı ortaya çıkaran, kamuoyuna aktaran gazeteciler hedef gösteriliyor, tehdit ediliyor. Reaksiyon hızı veya şiddetini, olayın kendisinden ziyade genel politik tabloya -“bize veya onlara”- etkisi belirliyor. Üzerine gitmek, tepki vermek “başka bir ajandanın gereği” sayılıyor veya böyle sayılabileceği korkusu, tepkisizliğin veya hafifletmenin bahanesi yapılabiliyor.
Bu toplumsal anomali -artık açık bir patoloji de sayılabilir aslında- son yıllarda defalarca farklı biçimlerde karşımıza geldi. Birbirinden vahim olaylar gördük. Bütün bir kasabanın (şehrin) bildiği, sistematik ve kitlesel tecavüzleri öğrendik. İnsanların çocuklarını teslime mecbur kaldıkları yurtlarda onlarca çocuğun tacize uğramaları, canlarından olmalarının haberlerini okuduk. Bu kadarı olmaz diyeceğimiz her vakanın ardından daha beterinin sürpriz olamayacağına şahit olduk. Din ve inanç istismarının savunmasız insanlar için nasıl kabuslar üretebildiğini, bu sömürünün nasıl akıl almaz biçimlerde savunulabildiğini gördük. “Bu sefer hiçbir şey aynı kalamaz” denilen olayların ardından hayatın nasıl normalleştiğini, üzerinin kapatıldığını izledik. Her seferinde, “Unutursak kalbimiz kurusun” diyen insanların unutmasalar bile unutturmamaya güçlerinin yetmediğini deneyimledik. Çünkü en duyarlı insanlar bile kendi tepkilerinden ziyade başkalarının tepkilerine veya tepkisizliklerine dikkat kesildiler veya her seferinde oraya itilebildiler. Neden “onlar” bu kadar tepkili? Neden “şunlar” tepki vermiyor? Neden “bunlar” böyle düşünüyor? Birilerini tepkiye ikna etmek, birilerinin tepkisizliğini ifşaya çalışmak, tepkinin yetersizliğine kafa (çene) yormak, büyütülecek ya da kendiliğinden büyüyecek tepkileri cılızlaştırmaya yaradı.
Kutuplaştırmanın bozucu etkisi, toplumu parçalara bölme ve her parçanın birbirini duymaz hale gelmesiyle çok net biçimde hissediliyor. Mağduriyet yarıştırma, mağduriyetin birilerinin lütfuna bağlı dağıtımı, bu zeminde çok kolaylaşıyor. Ötekileştirme, düşmanlaştırma ve linç kültürünün etkili olduğu, sürükleyebildiği kesimler, iklim sertleştikçe güç kazanıyor, daha belirleyici hale geliyor. Bu atmosferden memnun veya fayda uman radikal çekirdekler, yüksek önyargı duvarlarının ardından karşı tarafa ateşler yağdırıyor. Ancak kutuplaştırmanın asıl büyük etkisi bu küçük aktif odaklardan çok daha kalabalık ortalamada görülüyor. Sürekli yüksek tansiyon ile beslenen olağanüstülük, sorunların veya apaçık vakaların tartışılmasını, konuşulmasını imkansız hale getiriyor. Yüksek tepkiselliğin rüzgarında, sonuç verebilecek reaksiyonlar kaybolup gidiyor. Fail ya dar bir alana sıkışıyor ya da aşırı yayılarak anlamsız bir genellikte eriyor. Her şey genel bağlamın -sıklıkla anlamsız- bir parçası haline getiriliyor veya art niyetli hamle olarak damgalanıp kenara kaldırılıyor. Son olayda, bütün bunların “dine saldırı için” ortaya atılan iftiralar olduğunu söyleyenler de oldu, “dindarlara ilişkin önyargıları” kışkırttığını iddia edenler de. Kabul edilen iddianame ve ortaya çıkan kanıtlarla bazıları geri adım attı ama gerekçeleri, yaptıkları haksızlık değil savunduklarının zarar görme ihtimaliydi.
Böylesi travmatik hadiselerde tepkinin yöneleceği adres veya failin isimlendirilmesi, bağlam kaydırma operasyonlarının en verimli malzemesi oluyor. Herhangi bir suçun failinin etnik, ekonomik, politik veya dinsel kimliğinin işaret edilmesi, iftiradan nefret suçuna kadar yayılan çarpık savunmaların gerekçesi yapılıyor: “Bunların asıl niyeti dine ve dindarlara saldırılmak” diyecek ayarsızlardan tepkileri köpürtmenin siyasi ahmaklık olacağı aklını veren yorumculara kadar. Oysa bir vaka hakkında sonuç alıcı bir tartışmanın açılabilmesi, fail konusundaki bulanıklığa izin verilmemesine bağlı. Bir adi suçlu yüzünden mensup olduğu çevrenin o suçla etiketlenmesi son derece yanlış. Fakat bir eylem o kişinin kendini ait hissettiği kimlik nedeniyle gerçekleşiyor, o aidiyet çevresi tarafından meşrulaştırılıyor ve korunuyorsa durum bunun tam tersi. Kadın cinayetlerinin erkekler tarafından işlendiğinin altının çizilmesi bu nedenle önemli. Bu yüzden bir kamu görevlisinin elindeki imkanı kullanarak yaptığı ihlal, görevinin belirtilmesini zorunlu kılıyor. Din adına kafa kesenlerin karşısında, “Bunun dinle bir ilgisi yok” denilmesi, bir haksızlığı önlemekle değil yüzleşmeden kaçmakla ilgili. Türkiye’nin büyük bölümü cemaatlerin içinde yaşadığı için “bu münferit vakalar” basit istatistiki yekun oluşturmuyor. Orada bir şeyler oluyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Toplumsal kutuplaşmayı sürükleyenler, bu atmosferin yarattığı baskı ve bozulma kadar sağladığı konfor alanlarını da genişletmek -en azından kollamak- zorunda. Açık bir sapıklığın sonrasında bunun üzerine gidip, yaşanmasına neden olanları ve bu zemini sorgulatmamaya dönük yüksek çaba, bu kirli, kibirli konforun zarar görmemesi için. Siyasi olarak hiçbir önemi olmayan uyduruk bir kamu görevlisinin, yolsuzluğa bulaşmış herhangi bir çürük elmanın veya haddini aşmış her türlü aşırılığın, aleyhte kullanılacak olsa bile kolay “harcanamaması” da bu yüzden. Bir günah keçisi bulup kurban verilerek kolayca kurtulmanın mümkün olduğu skandallar, bazen riskli sahiplenmelerin parçası oluyor. Bu durum korunan kollananların öneminden gelmiyor, koruyan ve kollayanın önemsizleşme korkusundan kaynaklanıyor. Sanılanın aksine tarikat ve cemaatler çok yüksek oy oranlarına sahip oldukları veya vazgeçilmez sayıldıklarından kayırılmıyor. Mesele, kayırma tekelinin, kutuplaştırmanın yarattığı ve kendisine mecbur bıraktığı konfor alanlarının güvenliğiyle ilgili. Böyle bir zeminde münferit olmayan bir örneğini gördüğümüz suça ilişkin tepkiyi, iktidarı harekete geçirmek için değil ortaklığını işaret etmek için örgütlemek gerekir.