“Depremin 11. günündeyiz. Hayatını kaybedenlerin sayısı artmaya devam ediyor. Enkaz kaldırma çalışmalarıyla birlikte sayının artması kuvvetle muhtemel. Olayın acı yönü uzun süre devam edecek. Bir diğer yandan yaraları sarmak meselesi var. Evlerini şehirlerini terk edenler, enkaz altındaki yakınlarının cenazelerini almak için bekleyenler var. Peki Türkiye bu olayı nasıl yaşıyor? ‘Tek yürek’ lafı çok kullanıldı. Dün akşam televizyonlarda ortak yayınlanan yardım kampanyasında da ‘tek yürek’ vurgusu yapıldı. Acaba Türkiye gerçekten ‘tek yürek’ mi?”
“Medyascope muhabirleri depremin ilk gününden itibaren deprem bölgesindeler. Muhabir arkadaşlarımın aktardığı çok olumlu gözlemler var. Birbirinden farklı kesimlerin İslami, solcu, apolitik, komünist ve Kürt hareketinden sivil toplum kuruluşlarının bir dayanışma içinde olduklarını aktardılar. Çünkü yapacak çok iş var, insanlar yetmiyor bu nedenle birbirlerine yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu anlamda baktığımızda deprem bölgesinde ‘tek yürek’ olayını tanımlamak daha kolay.”
“İşin içerisine devlet girince biraz durum karışıyor. Kahramanmaraş-Pazarcık’ta kurulan bir koordinasyon merkezine kayyum atandı. Bir köyde cemevine kurulan, HDP ve diğer sivil toplum kuruluşlarının çalıştığı koordinasyon merkezine devlet el koydu. Osmaniye’de Türkiye Komünist Partisi üyesi yardım dağıtan 10 kişi gözaltına alındı. Öte yandan şimdi değil ama ileride RTÜK üzerinden medyaya yönelik birtakım engellemeler olacağı konuşuluyor.”
Ruşen Çakır, deprem felaketinin ardından yardımlaşma faaliyetlerini ve birçok kanalda ortak yayınlanan “Türkiye Tek Yürek” bağış kampanyasını yorumluyor.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. 11. gündeyiz ve Türkiye tabiî ki depremi konuşuyor, daha da konuşacağız. Hayâtını kaybedenlerin sayısı artıyor. Belli bir yerde durmasını temennî ediyoruz. Ancak enkaz kaldırma çalışmalarıyla birlikte bu sayının iyice artması kuvvetle muhtemel. Olayın böyle bir acı yönü var ve uzun bir süre bu devam edecek. Tabiî bir diğer yandan, yaraları sarmak meselesi var. Şehirlerini, evlerini terk edenler var. Orada enkaz altında kalan yakınlarının en azından cenâzelerine ulaşmak için bekleyenler var. Çok karışık bir durumdayız ve burada çok önemli bir soru var: Türkiye bu olayı nasıl yaşıyor? “Tek yürek” lâfını çok kullanıyoruz. Televizyonlarda yapılan dünkü yardım kampanyası da aynı şekilde “Türkiye tek yürek” diye verildi. Acaba Türkiye gerçekten tek yürek mi?
Deprem bölgesinde ilk günden îtibâren Medyascope’un çok sayıda muhâbiri var. Arkadaşlarımızı değiştirerek yolluyoruz. Şu anda 4 şehirde birden çalışıyorlar. Daha önce 5 şehre gitmiştik, şimdi 4 şehirde varlar. Ama bütün deprem bölgesinde geziyorlar. Oradan muhâbir arkadaşlarımın aktardığı çok olumlu gözlemler var. Bu da, birbirinden farklı kesimlerin –sivil toplum anlamında–, yani resmî olmayan kişilerin, kuruluşların –İslâmî, apolitik, solcu, komünist, Kürt hareketinden vs.–, bunların orada, deprem bölgelerinde birbirleriyle iyi anlaştıklarını, sorun yaşamadıklarını ve birbirleriyle bir dayanışma içerisinde olduklarını aktarıyorlar. Genel olarak bakıldığı zaman hava orada çok olumlu; çünkü yapacak çok iş var. Yetmiyor insanlar ve yetmediği için de birbirlerine yardımcı olmaya çalışıyorlar ve bu anlamda baktığımızda, deprem bölgesinde bir “tek yürek” olayını tanımlamak daha kolay. Muhakkak ki birtakım sorunlar yaşanıyordur; ama genel olarak çok pozitif bir atmosferin olduğunu, 99 depremindekini andıran bir dayanışmanın olduğunu arkadaşlarımız aktarıyor. Ama işin içerisine devlet girince durum biraz karışıyor. Örneğin Kahramanmaraş Pazarcık’taki koordinasyon merkezine kayyum atadı kaymakamlık, onu biliyorsunuzdur. HDP ve diğer birtakım kuruluşların çalıştığı bir köydeki cemevine kurulan koordinasyon merkezine el koydu devlet bir şekilde. Osmaniye’de yardım dağıtan Türkiye Komünist Partisi üyesi 10 kişinin gözaltına alındığı haberi çıktı. Bu tür olaylar da oluyor. Bir de tabiî ki şu anda yok, ama daha sonra medyaya yönelik Türkiye genelinde RTÜK üzerinden birtakım engeller olacağı söyleniyor. Resmî yetkililerle yaşanan birtakım sorunlar olabiliyor. Ama gazeteci arkadaşlarımız o anlamda da çok ciddî sorunların en azından şu aşamada yaşanmadığını söylüyorlar.
Peki Türkiye’nin tamâmında bir “tek yürek” olayı var mı? Dün Levent Gültekin’le bir yayın yaptım, izleyenler olmuştur. Levent bu konuda çok emin konuşuyor. “Türkiye toplum oldu” diyor. Ayşe Çavdar’la son yaptığımız değil de bir önceki hafta yaptığımız yayında, sivil toplumun bu depremdeki aktivitesinin 99’a göre geri olduğunu söylüyordum ben; Ayşe bana katılmadığını söylemişti. Böyle bir tartışma var. Burada şöyle bir fark olduğunu düşünüyorum: 99’da devlet büyük ölçüde yoktu, dolayısıyla sivil toplum çok öne çıkıyordu. Şu anda devlet bir güç olarak yok, yani depremin özellikle ilk 2 günü yoktu, bunu hepimiz biliyoruz; ama bir varlık olarak var. Erdoğan bütün iktidârını güçlü olduğunu göstermek üzerine inşâ etmiş. Dolayısıyla her ne kadar AKP Sözcüsü Ömer Çelik “Ayrım gözetmiyoruz” dese de, devlet, sivil toplum kuruluşlarının, toplumun başarılı çabalarının kendi başarısızlıklarını ortaya çıkartmasından çok ciddî bir şekilde endîşe duyuyor. İlk günlerde biliyorsunuz, birtakım troller eliyle, iktidar yanlısı troller eliyle AHBAP’a yapılmak istenenleri gördük. Sonra sanki geri adım atılır gibi oldu; ama ardından Devlet Bahçeli tekrar atladı ve sonuçta orada da gördük ki, sivil olan, kendi işlerine yaradığı ölçüde izin verilebilir olarak görülüyor. Tabiî olayın vahâmeti çok olduğu için ve kendileri devlet olarak her yere yetişemediği için, buna ilk günlerde özellikle belli bir tolerans gösteriyorlar. Ama belli bir aşamadan sonra, deprem bölgesindeki sivil toplum faaliyetlerine bugünkü gibi yaklaşacaklarından açıkçası çok emin değilim. Dün akşam televizyonlarda yapılan olayın da bunun bir mîlâdı olduğu kanısındayım. Artık devlet kendini, yani siyâsî iktidâr… Bu arada şunu söyleyeyim, bununla ilgili daha önce birkaç yayın yapmıştım, bundan sonra da yapacağım: “Devlet” dediğim zaman, bâzı insanlar kızıyorlar. Diyorlar ki: “Erdoğan hükûmetini…” –ki artık hükûmet kavramı da kalmadı biliyorsunuz–, “Erdoğan iktidârını devletle özdeşleştirme. Devlet ayrı, devlet kutsal. Erdoğan’ı eleştir, ama devleti eleştirme.” Ben de diyorum ki: “Erdoğan’dan ayrı bir devlet yok.” Erdoğan var, Erdoğan’da simgelenen bir devlet var. Dolayısıyla Erdoğan’ı eleştirmek aynı zamanda şu andaki mevcut devleti de eleştirmek. Evet, şu aşamada dün geceki olayla berâber artık birtakım şeyleri kontrol altına alma faaliyetlerinin başladığını söyleyebiliriz.
Şimdi, olayın neresinden tutsanız elinizde kalacak bir olay olduğunu söylememe izin verin. Bâzıları bunu çok abartılı bulabilir. Fakat gazeteci Uğur Gürses hesâbını yapmış. Onun söylediği şu: “Saat 01.15 îtibâriyle toplanan 144.7 milyarın 89 milyarı kamu kurumu, kamu çoğunluk hisseli şirket ve kamu bankaları tarafından yapıldı.” Bunu başka uzmanlar, devletin bir cepten alıp öteki cebe para taşıması olarak söylüyorlar. Yani burada esas olarak toplanan para, toplandığı söylenen paranın çok yoğun bir bölümü –neredeyse beşte dördü oluyor galiba– kamu kurumları tarafından veriliyor. İçlerinde Cumhurbaşkanlığı Koruma Dairesi gibi kurumlar da var. Sonuçta vatandaştan toplanan paralarla kendilerine istihkak ayrılmış olan yerler, sonra onun bir kısmını vatandaşa geri vermek. Bir de burada işin ilginç tarafı da Merkez Bankası. Merkez Bankası çok büyük bir bağış yapıyor. O çok büyük bağışa ne denebilir? Burada Hakan Kara, eski bir Merkez Bankası çalışanı olarak şöyle demiş: “Hîbeden çok, TCMB’nin gelecekte Hazine’ye aktaracağı kârın bugüne çekilmesidir.” Yani sonuçta bu toplandığı söylenen paranın önemli bir miktarı zâten devletin elinde olan para. Devletin istediği an, böyle televizyon şovlarına dönüştürmeden aktarabileceği para, büyük bir kısmı kamu bankaları vs.. Bir de tabiî bâzı iş insanlarının yaptıkları yardımlar var. Buralardan hareketle kendilerini temize çıkartmak isteyen birtakım isimler de var. Daha önceki ses kayıtlarında millete ana avrat küfretmiş olan kişiler şu anda Türkiye’de, herkesin gözü önünde büyük bir lütufla para vererek kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Daha doğrusu kendilerinin kara olduğunu düşünmüyorlar tabiî. Meselâ bugün, bir Cumhurbaşkanlığı kararnâmesiyle söz konusu olan şirketlerden Cengiz Holding’in bir kuruluşunun nasıl devlet teşviki aldığı çıktı, daha bugün; yani dün verdiği, verdiğini söylediği parayla bugün aldığı teşvike baktığınız zaman, sonuçta, “Kimden alıp kime veriyorsunuz?” meselesi karşımıza çıkıyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bir kere şunu görmek lâzım: Hayırseverlik iyi bir şey mi? Tabiî ki iyi bir şey; ama belli bir yerden sonra, özellikle deprem gibi bu tür olaylarda, tüm toplumu çok derinden sarsan olaylarda hayırseverlikten ziyâde dayanışma önemli. Ve bu anlamda Eduardo Galeano’nun bir sözünü gördüm bugün, sosyal medyada karşıma çıktı, çok doğru olduğunu düşünüyorum ve aktarıyorum: “Hayırseverliğe inanmıyorum, dayanışmaya inanıyorum. Sadaka dikeydir; yukarıdan aşağıya gider. Dayanışma yataydır; diğer kişiye saygı duyar.” Devletimiz, ülkeyi yönetenler dayanışmadan ziyâde hayırseverliği daha fazla tercih ediyorlar. Çünkü dayanışma aynı zamanda yatay olacağı için bir toplumsal hareketliliği, hattâ siyâsal hareketliliği de doğurabilir. Ama hayırseverlik başka bir şey; birileri birilerine para veriyor, sonuçta yukarıdan aşağıya giden bir şey oluyor. Tabiî bu arada bu verilen paraların önemli bir kısmının vergiden düşüleceğini de tabiî ki biliyoruz. Onu da bir yere koymak lâzım.
Tabiî ki birilerinin, imkânı olanların imkânı olmayanlara, yoksullara mağdurlara, burada depremde varını yoğunu kaybedenlere yardım etmesi iyi bir şey. Ancak bunun birtakım ölçülerinin olması lâzım. Esas olarak toplumda dayanışma ruhunu güçlendirebilmek lâzım. Benim bildiğim, çok sayıda birbirinden farklı görüşte, eğilimde insanlar, Türkiye’nin dört bir tarafında, kimisi bireysel kimisi ortaklaşa, çok ciddî inisiyatifler hayâta geçiriyorlar. Kendi imkânlarıyla, aralarında topladıkları paralarla bölgeye gidiyorlar. Kimisi yemek dağıtıyor, kimisi giysi dağıtıyor. Doktorlar gidiyor, eczâcılar gidiyor. Her türlü meslekten insan gidiyor. Bütün bunların hepsinin çok büyük bir değeri var. Onların değerinin yanında şurada yapılanın o kadar da değerli olduğunu sanmıyorum. Burada toplandığı söylenen paraların çok olduğunu düşünebiliriz. Ama işin bir tür gösteriş yönünün, gösterme yönünün öne çıkması ve çıkartılmasının itici bir yönü var bence. Şu âna kadar toplumun gösterdiği o sâhici dayanışma tepkilerinin önünü kesme ihtimâli açıkçası can sıkıcı.
Şimdi, ilk iki gün devlet yoktu. İsmail Saymaz’la yayını izleyenler görmüştür. En büyük sorun, insanların en büyük şikâyeti, daha doğrusu şikâyetten de öte en büyük isyânı, meselâ Adıyaman’daki bir otelde ölen, hayâtını kaybeden, Kuzey Kıbrıs’tan gelen öğrenciler ve onların hocaları ve velileri olayında: Kıbrıs’tan kendi imkânlarıyla gittiklerinde görüyorlar ki otele hiç kimse uğramamış. Nasıl bir hayal kırıklığıdır, nasıl bir sızıdır. Yani böyle bir şey yaşandı, devlet ilk günün şokunu ne zaman atlatır diye beklerken, tabîi ki atlatması iyi bir şeydir ama atlatır gibi olduğu ândan îtibâren –henüz atlatabildiğini sanmıyorum– olayın yaralarını birlikte sarmak yerine buradan en az zararla, ülkenin en az zararla çıkmasının ötesinde iktidârın en az zararla çıkması, hattâ bir sonraki seçimde –normal târihinde yapılacağını varsayıyoruz artık–, 18 Haziran’da kendi oylarını çok da fazla etkilemeyecek şekilde birtakım hamlelere girişen bir iktidar görüyoruz ve burada da tabîi ki kendi imkânlarını kullanıyor — sonsuz imkânları var; yani aynı anda bilmem ne kadar televizyon ve radyoda bir kampanya yapıyorsunuz, herhangi birisinin kalkıp, “Ben buna dâhil olmak istemiyorum. Bu bana sâhici gelmiyor” demesi kolay bir iş değil. Herhangi bir sanatçı ya da sunucu vs., “Ben bunun parçası olmak istemiyorum” diyemez kolay kolay. Hâlâ bir şekilde var gibi duran ana akımın içerisinde yer almak istiyorsanız, bir şekilde buraya dâhil oluyorsunuz; devletin böyle bir organizasyonu içerisinde yer almamak mümkün olamıyor. Birçok kişi de –belki şirket, kişi, kurum da olabilir–; sırf orada görünmek zorunda olduğu için de oluyordur. Yani bunu şu anlamda söylüyorum: Para vermek istemeyip mecbûren verenler de vardır ama, normal şartlarda deprem boyunca kendi imkânlarıyla, kendi mekanizmalarıyla birtakım yardım faaliyetlerinde bulunan birtakım kurumlar da, “Ya, biz zâten yeterince yardım yapıyoruz. Bir de burada mı yapalım? Gerek yok” diyemezler. Çünkü dedikleri anda birtakım listeler ortaya çıkacak. Zâten o listeler şimdi yapılıyor, görüyorum, sosyal medyada da var. Şöyle şeyler de var: “Sen nasıl bu kadar para verirsin? Halbuki bu kadar kazanıyorsun” vs. gibi bir olay da var.
Sonuçta toplumun bu yaraları kendi başına, esas olarak toplumun kendi başına, kendi içerisinde dayanışmayla aşmasına; devletin de bunun zeminini hazırlamasına yönelik ideal olaydan tekrar uzaklaşmaya başlıyoruz. Devlet eliyle toplumu “tek yürek” yapma operasyonu başlıyor. Yani toplumun kendi başına, Türkiye’nin kendi başına “tek yürek olma” refleksi belli bir yere kadar tolere edildi, artık devlet eliyle “tek yürek yapılma” sürecine girmiş bulunuyoruz. Umarım bu süreçte birtakım siyâsî hesaplarla yapılması gereken birtakım şeyler iptal edilmez, yapılmaması gereken birtakım şeyler yapılmaz. Meselâ bir an önce buraların tekrar îmâra açılmaması, tekrar yapılaşmaya gidilmemesi konusunda çok ciddî uyarılar var. Ama anlaşıldığı kadarıyla devlet, ülkeyi yönetenler bunu yapmaya niyetliler. Meselâ bugün Fatih Altaylı’da okudum; uzaktan eğitimden vazgeçilmiş, ama bunu zamanla söyleyeceklermiş. Daha önceki yayınlarda da dile getirmiştim: Çok saçma bir şey, yani akıl alır gibi değil. Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun yurtları boşaltılsın diye alelacele “uzaktan eğitim” gibi bir şeye karar verdiler; ama şimdi bunun saçma olduğunu herhalde kendileri de idrak etmişler. Ama geri adım atıyor gözükmemek için zamâna bırakacaklarmış. Şimdi önümüzdeki süreçte yapılabilecek çok hatâ var; çünkü çok büyük bir yıkım var. 10 ildi, 11 oldu, Elâzığ da eklendi. 11 ilde yapılacak, yapılması gereken çok şey var ve bu aynı zamanda, maalesef biliyoruz ki bu yaşananlardan sonra oraların yeniden yapılanması, Türkiye’de tekrar gündemimize iyice girmiş olan o kavramı karşımıza çıkartacak. O kavram da ne? Rant. Tekrar bir rant olayını konuşmaya başlıyor olacağız.
Söylenecek daha çok şey var. Örneğin şu âna kadar benim gördüğüm –eğer gözümden kaçırmışsam Youtube’da hemen yazarsınız–, bir tek Allah’ın kulunun istifâ ettiğini görmedim, bir tek. Siz gördünüz mü, duydunuz mu bilmiyorum. Yani böyle büyük bir olay yaşanıyor, böyle büyük bir yıkım var ve böyle büyük bir ihmal var. İhmâlin birisi öncesinde, birisi sonrasında — özellikle ilk iki gün. Hâlâ birtakım koordinasyon sorunlarından bahsediliyor, onlar zamanla azalacaktır diye temennî ediyoruz. Ama öncesi ve ilk iki günde yaşanan ihmallerin, yetersizliklerin, becerisizliklerin hesâbını kimse vermiyor. Birtakım müteahhitlerin inşaatlarla ilgili, sâhiplerinin vs. gözaltına alındığı, kaçarken yakalandığı gibi haberler var. Bunlar bir yere kadar insanların öfkesini dindirebilir; ama bunun sâdece bir müteahhitlik olayı olmadığını, sâdece o inşaatları yapanlardan kaynaklanmadığını, onlara izin verenlerin, onları denetlemeyenlerin de olduğunu, îmâr affı çıkartanların da olduğunu, bütün bunların hepsini biliyoruz. Ama şu âna kadar kalkıp da, “Ya, ben yanlış yaptım, daha fazla bu işi yapmayayım” diyen kimseye rastlamadık, herhalde yine rastlamayacağız. Sonuçta ülkeyi yönetenler tek bir fire vermeden yollarına devam edecekler.
Neyse, bir yerde susayım artık; çünkü bitecek gibi değil. Evet, önüme bir not almışım onu atlamışım. Onu muhakkak söylemem lâzım: Süleyman Soylu’nun, “Kimsenin devlete eş koşmasına izin vermeyeceğiz” sözü var. Bütün mesele burada aslında. Toplum oraya gittiği zaman, insanlar oraya gittiği zaman, “Ben devletin yerine geçeyim” diye gitmiyor. “Ben vatandaşımın, kardeşimin, dostumun, komşumun ya da hiç tanımasam bile kader birliği ettiğim insanların yardımına gideyim” diye, onlarla dayanışma göstermek için gidiyor. Kimsenin aklında devlete eş koşmak falan yok. Devlete eş koşmak çok da iyi bir şey değil zâten; hele devletin şu hâlini gördükten sonra. Ama bu “devlete eş koşmak istiyorlar” meselesine o kadar takmış durumda ki ülkeyi yönetenler –ki bu konuda zamânında kendi palazlandırdıkları Fetullahçılar’la yaşadıkları bir deneyim var, ondan da etkilenmiş olabilirler–, dolayısıyla bu devletin, “Aman kimse bize eş koşmasın” diyerek toplumun alanını daraltmak ve kendi alanlarını alabildiğine açmak, sivil görünümlü faaliyetleri de bizzat kendileri yürütmek, kendileriyle mesâfeli olan, kendilerinden farklı olanların faaliyetlerini de uzaktan kaygıyla izlemek; gerekirse –şu âna kadar pek olmadı, küçük küçük haberler yeni gelmeye başladı– önlerine engel çıkartmak. Evet, böyle bir olayla karşı karşıyayız; ama 11 ilde yaşanan ve tüm ülkeyi kapsayan bu yıkımın yaralarını şu hâliyle devletin sarabilmesinin imkânı yok. Her gün, her gece böyle şovlar düzenleseler de bu böyle kapanacak bir şey değil. Burada inisiyatifin büyük ölçüde topluma bırakılması, topluma inisiyatifini gösterebileceği zeminin sağlanması en akıllıca yol olur. Ama bunun tercih edileceğini hiçbir şekilde sanmıyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.