Kemal Can yazdı: Huzursuz seçmen sendromu

Seçime altı hafta kaldı. Fakat ben bu yazıda biraz daha geriye uzanan ama aşırı güncel bir meseleden söz etmek istiyorum: Tehlikeli olmaya müsait “kararsız seçmen”. Uzunca bir süredir, seçimlerin ve dolayısıyla ülkenin kaderini kararsız, endişeli, memnuniyetsiz ve “yeni” seçmenin belirleyeceği konusunda yaygın bir inanış var. Bu, temelsiz veya mesnetsiz bir düşünce değil elbette. Çünkü sayısal veriler, bu kanaati fazlasıyla destekliyor. Sondan başlayarak söylersek; hala genç bir nüfusa sahip olan Türkiye’de, şimdiye kadar oy kullanmamış kalabalık bir yeni seçmen grubu var. Yaşını biraz daha almış, otuz yaşın üzerindekilerin neredeyse yirmi beş yıldır hiç de “normal” sayılamayacak siyasi atmosferin etkisine maruz kaldığını unutmayalım. Diğer taraftan, siyasi merkezin 1990’lı yıllarda tamamen çökmesinin ardından kendisini kimsenin temsil etmediğine inanan tepki oyları, zaman zaman genişleyip bazen daralarak ciddi bir yekun oluşturuyor. İktidar blokundan kopmuş seçmenin önemli bir kısmının halen gri alanda bekleyen azımsanmayacak bir yüzde oluşturduğu, neredeyse bütün araştırmalarda ölçülüyor. Araştırma ortalamalarına bakılırsa, çok kabaca iktidarın yüzde 40, muhalefetin yüzde 50 seviyelerinde gezindiği tabloda, arada kalan yüzde 10, önemli bir değişken haline geliyor. Taşkın alanlarıyla yüzde 15 kadar (20 diyen de var) genişletebiliriz belki.

Önceki paragraftaki sayısal ve siyasal gerekçeler nedeniyle, ne istediği konusunda herkesin farklı öncelikler ileri sürdüğü, içindekilerin bile kendilerini tarifte zorlandığı, belirsiz, biçimsiz bu kitlenin kritik etkisi -önce de şimdi de- bir hakikat. Ancak bir ülke siyasetinin kaderinin, ciddi belirsizliklerle malul insanların tam olarak hangi parametrelerle harekete geçeceği kestirilemeyen kararlarına bağlı olması, kendi başına ağır bir sağlıksızlık ve biraz da haksızlık. Bu hadise, Türkiye ile sınırlı bir siyasi patoloji değil. Temsili demokrasinin yapısal sakatlığı. Ayrıca elli senedir etkili olan iktisadi-siyasi mimarinin sistematik taarruzlarıyla iyice bozulmuş “siyaset” algısının mahsulü. “Geçen yüzyıllara ait, devri kapanmış bir siyasi ayrım sayılan sağ ve sol, temel tercihler konusunda daha net hatlar çiziyordu. Fransız devriminde üretilen -sınıfsal zemini de olan- temel ayrımlar siyasi yelpazeyi şekillendiriyordu. (Küçük bir parantez açarak, sağın, sınıfsal eşitsizliği aşmak için kültürel fayları, dinsel ve etnik kimlik aidiyetlerini başarıyla denkleme ekleyen savunmasını not edelim) Dolayısıyla siyasetin belirleyici sonuçları, uzun yıllar boyunca bu yelpaze üzerindeki seçmen hareketleriyle biçimlendi. Ancak neo-liberal ve post modern mimari, sentetik bir merkez zorlamasıyla, temel (sınıfsal) tercihleri siyasetten kovdu.

Türkiye’nin Özal’ın “dört eğilimi birleştirme” iddiasıyla tanıştığı ve elbette askeri yönetimin kurduğu anayasal çerçeveyle korunan siyasi tasarımı, klasik sağ söylemin herkesi temsil iddiasındaki popülist “millet” anlatısıyla kolay buluştu. Dünyada da benzer rüzgarlar sert esti ve bir süre sonra buna direnmesi beklenen Avrupa sol partileri (mesela Tony Blair’in “üçüncü yolu”) havlu attılar. Herkesi belirsiz, biçimsiz ve içeriksiz bir merkeze çağıran hatta mecbur eden baskı, siyasi merkezin çatırdayarak çökmesiyle sonuçlandı. Zorunlu adres olarak işaret edilen siyasi merkez, kimseye bir şey söyleyemeyen; herkese, kendisine mecbur olduklarını tekrarlayan bir kifayetsize dönüştü. Herkese konuşma iddiası, kimseye bir şey söyleyemeyen bir dilsizlikle sonuçlandı. Bu gelişmenin istenen yan etkisi, iktisadi tercihlerde çok hızlı ve dönüşsüz bir sağa kayıştı. Sınıflar, başkaldırı ve sonunda tarih böyle öldürüldü. Ancak bu arzulanan kaymanın, tehdit edici artçı siyasi erozyonlara yol açması da kaçınılmazdı. Irkçılıktan Neo-Nazizm’e, gözü dönmüş dinsel muhafazakarlıktan otoriterliğe kadar, siyasetin ağırlık merkezinin tutulamaz biçimde uçlara savrulması engellenemedi. Bu siyasi merkezkaç etkisi, uçlardan gelen baskıya tavizler verilerek veya uçlarla korkutulanları mecburiyetlere sıkıştırarak aşılmaya çalışıldı. Çare diye uygulanan bu yöntemler, süreci hızlandırmaktan başka işe yaramadı.

Bu kadar gerilere gitmenin, altı hafta kalmış seçimdeki hangi güncel meseleyle ilgisi olacağına gelince: Bugün, yönü belirsiz, “rahatsız” kalabalıkları arkasına alma yeteneği gösteren veya böyle bir potansiyeli olabileceği endişesi yaratanları ikna etmenin gereğinden bahsediliyor. Biraz daha aklı selim yaklaşımlar ise bu başıbozuk grubun önüne geçip ellerine aldıkları çeşitli renkteki bayrakları sallayanları değil de arkasındaki kalabalıkları teskin etmenin öneminden bahsediyorlar. Fakat rahatsız kalabalıkların artması, memnuniyetsizlerin çoğalması, kararsız kitlesinin büyümesi veya bu tutumda kararlılık gösterme eğilimi, uygun cevap bekleyen hazır bir potansiyel oluştuğu anlamına gelmiyor. Bu potansiyelin gideceği veya gitmek isteyeceği yeri ve bunu belirleyecek kolay mesajları hiç göstermiyor. İktidar ve muhalefet blokları dışında görünen gri alan, tamamıyla makul bir ortalamayı da temsil etmiyor. Zaten onları buluşturacak -imkansız- ortalama üretilebilirse, onun sahiden “makul” sayılabileceği de çok tartışmalı. Bu grupların, söylem veya üslup revizyonlarıyla ikna edilebileceğini düşünmemizi zorlaştıran en belirgin gösterge, hafif şantaj havasında “Giderim bak” dedikleri aktörlerin -kendileriyle de gayet uyumlu- “ele avuca (ipe sapa) gelmez” vasıfları. Biraz daha somutlarsak; Muharrem İnce, hangi makul yaklaşımıyla insanları ikna etmiş olabilir ki, benzerini başka biri denesin.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

İnce veya Oğan (Özdağ) tarafından kısmen toparlanabilen memnuniyetsiz seçmenin itirazlarındaki ipuçlarını takip ederek gidilecek yer de pek güvenli görünmüyor. Çünkü kendisini temsil edilmemiş hisseden veya yeterince dikkate alınmadığına inanan huzursuz seçmen, itiraz ettikleri konusunda -bazen fazla abur cubur olsa bile- daha anlaşılır ama taleplere gelince işler karışıyor. Kendi içlerindeki farklılık, uzaklarındaki eğilimlerden bile daha derin olabiliyor. Dolayısıyla tıpkı öncü aktörler için pazarlık masasına getirilecek önerilerde olduğu gibi, seçmenler için üretilecek cevaplarda da, itirazların içinden beklenti süzmeye kalkmanın pek bir faydası yok. Hatta seçime altı hafta kaldığı bu aşamada, bunu araştırmanın, çeşitli denemelerle sonuç almaya çalışmanın daha fazla risk içeren geciktirici etkileri olması yüksek ihtimal. Bu yüzden güncel şartların bahaneleri olarak ileri sürülen itirazlardan ziyade, bu yapısal krizin zeminindeki tatminsizlikle ilgilenmek daha anlamlı. Yani tarafını seçip yanınıza gelmiş olanların -başkaları için alerjik olmayan- ikna gerekçelerini güçlendirmeye çalışmak, başkalarının taleplerinden ziyade kendi eksiklerinizden yola çıkarak ikna yolları üretmek daha işe yarar bir yöntem. Böylece muhalefet seçmenini yıllardır içinde sürüklendiği “endişe” sarmalından çıkarmak da daha kolay olacaktır. Girilen son düzlüğün asıl meselesi bu olacak zaten.