Kemal Can yazdı: “Medeni”, baharı haber verir mi?

Geçtiğimiz hafta Kılıçdaroğlu’nun Alevi videosu yüz milyonun üzerinde görüntülendi, 30 milyon civarında seyredildi. Bu ezici sayısal sonucun yanında aldığı çok yüksek pozitif etkileşim, hadisenin niteliksel yönünü gösteriyor. Bu gelişmenin hemen ardından daha önce benzerlerini gördüğümüz provokasyonlar, suçlamalar, “özel çalışmalar” peş peşe geldi. Erdoğan cami avlusuna kürsü kurup muhalefeti yuhalattı, yetinmedi onları mevta yapmaktan söz etti. Bahçeli ve Özdağ, “tehlikeli” kışkırtmalardan söz açtı. Birileri Kılıçdaroğlu’na mezarlıkta sataştı, konvoyuna saldırmaya kalktı. Kılıçdaroğlu ise sükunet ve itidal tavsiye etti ve organize olması ihtimali yüksek tacizleri bile “anlayışla” karşıladı. Bayramın hemen arifesinde ve seçime üç hafta kala yaşandı bunlar. Elbette bu yaşananlar hakkında çeşitli yönleriyle pek çok yorum da yapıldı. 

Önce Kılıçdaroğlu videosundan bahsedeyim. Sanırım, “Bay Kemal”den başlayarak yürüyen daha bütünlüklü bir strateji söz konusu. İktidarın, muhalefeti sıkıştırmak ya da muhalefet aktörlerini itibarsızlaştırmak için kullandığı gerilimli alanların hemen hepsinde önemli bir pozisyon değişikliği kuruyor Kılıçdaroğlu. Bunu kimlik siyaseti ya da sadece iktidarın istismar ettiği alanlarda savunma  geliştirmek olarak değerlendirmek haksızlık olur. İktidarın kutuplaştırma siyasetinin ve istismar imkanlarının önünü kesecek sonuçları olduğu, zaten zayıflamış iktidar stratejisini iyice güdük hale sokan tarafı gayet açık. Ancak Bay Kemal, Kürtler ve Alevi serisine bir bütün olarak baktığımızda, iktidarla hem üslup hem bakış açısı hem de bağlam farkının, taktik barajlardan çok daha belirleyici olduğu görülüyor.  

Kürtler ve Alevi videosu, istismara açık alanlarda kurduğu barajı, hiç de pasif bir savunma olarak formüle etmiyor. Kılıçdaroğlu, bunu özel olarak gözetmiş olsun veya olmasın; CHP’nin kampanya aklı, bu adımlara nasıl bir misyon yüklemiş olursa olsun, yaratabileceği sonuç iddia edildiği gibi hiç mütevazı değil. Çünkü her iki videonun, yeni bir dönemi işaret eden muhalefet kampanyasının genel diliyle birleşen önemli bir üslup farkı var. Açık bir saldırıya dönüştürmeden, gürültü yapmadan çok yüksek bir karşı iddiayı ortaya koyuyor. “Bu alanlarda yaptıklarınız sadece bana karşı yapılmış bir haksızlıktan ibaret değil. Sizin bu alanlara fütursuz girişiniz ve benim için kullandığınız suçlamalarla aslında -kendi taraftarlarınız dahil- bütün bir ülkeye haksızlık ediyorsunuz” demiş oluyor. Çünkü ayrımcılık, sadece bu haksızlığa uğrayanları değil bunun var olduğu/kaldığı bütün topluma yönelen bir saldırıdır.  

Mesela anayasa değişikliği önerisi sırasında HDP’yi ziyaret eden AKP heyetine yöneltilen, “Bize yan yana diyordunuz ama şimdi siz görüştünüz” eleştirisinin çok etkili olduğunu sananların yanlışlığına düşülmüyor bu videolarda. “Herkesin oyunu istiyoruz” sözünün bir lütuf gibi kabul görmesini bekleyen ama bir kimliğin varlığından adıyla bahsedene, mesafe ayarı soran tutumdan epey ayrışıyor. “Eskiden Kürt veya Alevi meselesi duymazdık, bunları bilmezdik” lafının, bir zamanlar yaşanan güzel günleri değil de kimliğini söyleyemeyen, saklayan insanlara dair anlattıklarını görmeyi öneriyor. Muhatabı, ayrımcılığın asıl öznesi haline getirerek, birilerinin (ya da kendisinin) mağduriyetini değil de eşit yurttaşlık eksenini hatırlatıyor. Kutuplaştırma diliyle birilerinden “affedersiniz” demeden bahsedemeyenler kadar, ılıman inkarcılardan da uzaklaşıyor. 

Her şeyden öte bu video paylaşımları, biçimi, seslendiği çevrenin yanı sıra, derin bir yaklaşım ve üslup farkı da ortaya koyuyor. Bu alanda ve genel olarak siyaset dilinde üslup meselesi, artık bir detay olmaktan ziyade asli unsur haline gelmiş durumda. Bu çerçevede yakın zamana kadar  Kılıçdaoğlu’nun eksiği olarak görülen dili ve üslubu, Erdoğan ve iktidarla son derece belirgin bir kontrast ortaya koyuyor. “Nasıl bir Türkiye?” sorusunun, nasıl bir sesle yankılanacağı konusundaki fark, daha görünür hale geliyor. Kılıçdaroğlu sesini artırarak duyurmaktan başka bir yol deniyor. Bu sesin biraz daha duyulur -dinlenir- olmaya başlaması, karşı gürültüyü de -kaynaklarını çeşitlendirerek- büyütüyor. Genç insanların, yirmi yıldır alıştıkları, alıştırıldıkları sesin benzerlerine daha fazla tepki verdiği söylense bile, sakin ve anlaşılır ton, sözü daha yukarı taşıyor.  

Gelelim geçtiğimiz haftanın diğer meselesine. Beklenen provokasyonlar, organize işler, örtülü-açık tehditler giderek artıyor ve elbette tetiklenen endişeler de. Sakinlik, yumuşaklık ve saldırganlığın imkanlarını azaltan barajlar, kutuplaştırmayı çaresiz bırakabilir ama bu onun sessizliğe gömüleceği anlamına gelmiyor. Hatta daha önce gördüğümüz ve şimdi tekrar izlemeye başladığımız gibi, eldeki silahlar kullanılamaz, kullanıldığında sonuç alamaz hale geldikçe, bilinen yolda daha fütursuz bir hareketlilik başlıyor. Kılıçdaroğlu ilk kez saldırıya uğramıyor, taciz edilmiyor, yıllar önce linç edilmeye kalkıldığını herkes hatırlıyor. Ayrıca Akşener dahil başka siyasetçiler ve gazetecilerin benzer saldırılara maruz kaldığı pek çok olay da yaşandı. “Bunlar daha iyi günleriniz” denilerek herkes tehdit edildi. Bunların olabileceği neredeyse herkesin bildiği kehanet haline gelmişti. Şimdi Adıyaman’da bir gün içinde üç ayrı tacizin yaşanması, bize ne anlatıyor?

Seçimin giderek daha gerilimli bir atmosfere doğru itilmesi, iktidara yeniden kazandıracak bazı düğmelere basıldığı şeklinde de yorumlanabilir, iyice daralmış takvimin paniğinin işareti olarak da görülebilir. Bu konuda belirleyici olanın, iktidarın yapabilecekleri olduğu fikri, hala daha çok taraftar topluyor. Seçimin iyice yaklaşmış olması tedirginliğinin de bunda katkısı var. Oysa Kürt meselesinden, -kendi cenahında da müşterisi çıkan- Kılıçdaroğlu’nun Alevi olmasına kadar, yukarıda değindiğimiz başlıklarda olduğu gibi, muhalefetin bu sıkıştırma girişimlerine cevabı ve bu cevabın üslubu, son düzlükte dengeyi tam tersi biçimde değiştirebilir. Kılıçdaroğlu’nun kendisine yönelen tacizlerin ardından gelen ilk videoda, “Neyse biz işimize dönelim” sözleri ve olay anında verdiği doğal tepkiler ilham verici. Korkutmanın ilacı, korkmadığını göstermek olabilir. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu bayram yazısını, hapiste 2000 günü geride bırakan Osman Kavala ve bir yıllarını tamamlayan diğer Gezi davası mahkumlarını hatırlayarak, arkadaşım Hakan Altınay’ın yeni çıkan kitabı “Medeni”den parçalarla bitireyim. Çünkü bu kitap, siyasetten uzaklaşan, uzaklaştırılan “medeninin” geri gelmesinin nasıl bir ihtiyaç olduğunu hatırlatarak yukarıda tartıştığımız pek çok noktaya ilişkin hatırlatmalar yapıyor. Kılıçdaroğlu “Doğduğum kimliği seçemem ama ahlakı, dürüstlüğü, insan ve doğa sevgisini, saygılı ve şefkatli olmayı seçebilirim” diyordu. Hakan Altınay da “Medeni”de şöyle diyor: 

“Her birimizin neyi niye seçtiği parmak izimiz kadar her birimize özgü tercihler. (…) Siyasinin temel derdi güç ve iktidar iken, medeninin odağı müşterekler ve muhabbet. (…) Ya hırpalanmış medeniyi sağaltıp güçlendireceğiz ya da medenisi kaçmış siyasetin kanseri ile çürüyüp çökeceğiz.”

Ve Hakan, Gandhi’den aktarıyor: “Sorumluluğunu almadığımız hiçbir şeye hakkımız yoktur.”

İyi bayramlar.