Biraz uzaklaşmak istedim yoğun, bunaltıcı Ankara gündeminden. Araya giren bayram tatilinin yarattığı bulaşıcı rehavet ikliminin de etkisiyle olsa gerek doğaya çevirdim yüzümü. Serde deprembilimcilik de olunca düşünmeden edemedim dağları arşınladığım günleri. Bugün birlikte yürüyelim istedim…
Biraz da bu yüzden severim depremi ben…
İflah olmaz bir doğa tutkunu olduğum için yani…
Bu yüzden, bulduğum her ipin diğer ucunun nerede bittiğini merak eder, giderim peşinden…
Hep yenilerini ararım, usanmadan…
Dağlarda depremin izini sürdüğünüzde, dev bir puzzle’ın parçalarını birleştirmeye çalışırken bulursunuz kendinizi…
Biraz da bu yüzden severim depremi ben…
Kâh heybetli bir dağın yamacında çıkıverir karşınıza depremin ipuçları, kâh derin bir vadide…
Sizi ona götüren yolun başlangıcında olduğunuzu anlarsınız, aynı dili konuşmayı biliyorsanız eğer…
Ya da dev bir bıçakla kesilmiş gibi duran dev bir kayanın yüzeyinde de çıkabilir karşınıza…
Tüm heybetiyle dikiliverir karşınıza…
Yitirdiği diğer yanını istercesine bakar gözlerinizin içine içine…
Anlarsınız; bir zamanlar, kim bilir belki de milyonlarca yıl önce, yer yerinden oynamış buralarda.
Yıllar sonra birileri çıkıp da bu toprakta neler olduğunu merak ederse diye de, şu karşınıza dikilen kaya parçasını armağan etmiştir size doğa…
O vadiler, o göller, ortasından ikiye bölünmüş gibi duran heybetli dağlar, geçmişten günümüze bırakılmış ipuçlarıdır aslında; “doğa”nın tarihi yazılıdır her birinin üzerinde…
Doğru okuyabilirseniz, puzzle’ın diğer parçalarına ulaşmamanız için bir sebep yoktur.
O parçalar ki kimi zaman kilometrelerce ötede çıkar karşınıza, kimi zaman burnunuzun dibinde bitiverir.
Siz yıllar önceki bir depremin izini sürerken, olmadık bir anda karşınıza çıkan bir fosil, büyük bir sır verircesine eğilir kulağınıza ve bulunduğunuz yerin milyonlarca yıl önce bir deniz olduğunu fısıldayıverir…
Şaşkın şaşkın bakakalırsınız, yıllar önce taşlaşan küçücük bir canlının, yıllar sonra konuşabildiğini görünce… Verdiği sır da yenilir yutulur gibi değildir üstelik, bin 200 rakımlı bir dağın tepesi denizmiş milyonlarca yıl önce dile kolay!
Aşık olursunuz ona, eskiden deniz olan kocaman bir dağı okşarken bulursunuz yüreğinizi…
Koca dağ yumuşacık olur siz okşadığınızda, tüm cömertliğiyle varını yoğunu seriverir önünüze…
Tutar elinizden, çekip zirvesine çıkarır sizi, eşsiz bir görsel manzara sunarak başlar işe…
Oraya çıktığınızda anlarsınız ki, yamaçtayken gördükleriniz, binde biriymiş göreceklerinizin…
Doğadaki tek zirve, sizin ayak bastığınız yer değilmiş meğer…
Yepyeni zirveler olduğunu görünce, yeni bir “puzzle” için bir kez daha sıvarsınız kolları iştahlanarak…
Hiçbiri bağımsız değildir ötekinden ama, farklıdır her biri.
Sizden o farkı bulmanızı ister gibi dikiliverirler karşınıza, bulamazsanız, geçit vermeyecekmiş bir edayla…
Oyuna katılıp katılmamak size bağlıdır ama, o, başka seçeneğiniz yokmuş gibi kendinden emin dikilir karşınızda…
Puzzle’ın parçalarını doğru yerleştirdiyseniz, hangi zirveyi seçeceğinizi de bilirsiniz aslında…
O zaman, içiniz coşkuyla dolsa da şaşırmazsınız, deniz yüzeyinden metrelerce yüksekteki bir vadinin karşınıza çıkardığı çağlayana…
Suyun o davetkar sesidir zaten sizi buralara getiren…
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Sanki siz geleceksiniz diye geçit vermemiştir, su zerreciklerinin süzülerek akıp gitmesine… Kim bilir!
Dağ başında yüreğinizi coşturan, o suyu mecrasından çıkarıp bulunduğu yere hapseden, geçirimsiz bir kil tabakasından başka bir şey değildir oysa…
Önünde diz çökerken bulursunuz kendinizi, bir kil tabakası dize getirmiştir sizi; tıpkı suyu, taşı toprağı, koskoca dağı dize getirdiği gibi, sessiz sedasız…
Kendinize gelmeye çalışırken, bu kez rengarenk toprak oynamaya başlar sizinle… Bukalemun gibi renk değiştirir karşınızda.
Kızıl, yeşil, kahverengi, turuncu, sarı, siyah…
Hiçbir rengin doğadaki kadar güzel görünmediği gerçeğiyle yüzleşirken bulursunuz kendinizi.
Dahası bu renk cümbüşünün geçmişi ele verdigine tanık olursunuz hayretler içinde…
Masal gibidir anlattıkları, dinlemeyi bilene…
Kimi binlerce yıl önce olanları anlatır, kimi milyonlarca yıl geriye götürür sizi.
Zaman kavramı önemini yitirir, birden sayfaları çevirip kitap misali okumaya başlarsınız.
Derinliklerden gelen enerjinin türüne göre zamanla değişip, dönüşüp, başkalaşmıştır her biri…
Kimi bir volkan patlamasına tanık olurken almıştır parlak siyah rengini, kimi bir deprem sırasında kızıla boyanmıstır; kimi eskiye göre daha sertleşmiştir başına gelenlerin etkisiyle, kimi un ufak olup dağılıverir daha dokunmanıza bile fırsat vermeden! Kimi tanık olduğu her asrın izini katman katman taşırken günümüze, kiminin tüm sivri köşelerini yontmuştur yıllar, oradan oraya yuvarlayarak…
İklimler bile iz bırakmıştır üzerinde.
Yıllar yılı el değmemiştir kimine…
Katman katman serilir önünüze geçmiş yıllar…
O katmanlardan birinin peşine takılmanız yeterlidir, sonrasında kilometrelerce yürürken buluverirsiniz kendinizi…
Bir de bakmışsınız, yola çıktığınız noktadan kilometrelerce ötedesiniz…
Kâh inmiş, kâh çıkmışsınız…
Kâh dibe vurmuş, kâh zirvelerin en güzelini tatmışsınız…
Kâh hayal kırıklığıyla son bulmuş ulaştığınız zirve, sert rüzgarlar savurmuş sizi ummadığınız yerlere…
Kâh karşınıza çıkan çağlayan coşturmuş yüreğinizi inişe geçtiğiniz halde…
İnişiyle çıkışıyla hayatın ta kendisinden dinlersiniz; her inişin kötü, her çıkışın mutlak iyi olmadığını…
Kaf Dağı’nın gerçek öyküsünü, Ferhat’ın dağları delen sırrını keşfedersiniz tek tek.
O gücün size geçtiği sanrısına kapılmanız işten bile değildir.
Puzzle’ın kalan parçalarını bir orman ya da uçsuz bucaksız bir denizle tamamlayabilenlerdenseniz, hayatı güzel yaşamışsınız demektir. Gerisini düşünmeden devam edin yolunuza…
Bırakın kendinizi, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura…
Dalından karadut yemenin keyfini esirgemeyin kendinizden.
Dolu dolu yaşayın her anı, her birimizin kendi puzzle’larının olduğunu unutmadan…