Tarık Çelenk yazdı: Eğitimi tartışırken tartışılmayanlar

İlkokul 3. sınıftayken Apollo uzay aracı Ay’a iniş yapmış ve insanlık tarihinde ilk kez bir insan Ay’a ayak basmıştı. O dönemde, ABD’de özellikle 1968-1970 yılları arasında, 11-15 yaş arası çocukların ileride en yaratıcı kuşak olduğu istatistiklerle ortaya konmuştu. Bunu adeta doğrularcasına, o yıl öğretmenimiz Aliye Hanım, başta matematik olmak üzere diğer dersleri geri planda bırakarak annelerimize astronot kıyafetleri diktirmişti. Evde ve okulda uzay temalı oyunlar oynamaya başlamıştık. Ayrıca, müfredatta olmamasına rağmen, Kadıköy’de olduğumuz için bize Kadıköy’ün Fenikeliler dönemine dayanan tarihini öğretmişti. Yıllar sonra, özellikle ortaokulda matematikte zorlandığımda öğretmenimizi eleştirmiştim. Ancak üniversiteden sonra fark ettim ki, bu bitmeyen toplumsal ilgi ve derin merakın kaynağı, ilkokul 3. sınıfta Aliye Hocam’ın bana kazandırdığı vizyondu.

Torunum 12 yaşında ve babasının işi nedeniyle yurt dışında ortaokula başladı. Kardeşi de yaşına uygun bir ilköğretim kurumuna devam ediyor. Geçen gün torunum bir tarih ödevi gönderdi. Ödevin konusu, İngiltere tarihinde geçen bir olayın analiziydi: 1066 yılında ölen kralın bir varisi olmadığı için “Witan” denilen Akil Konseyi’nin tahtın beş adayı arasından varisi seçmesi gerekiyormuş. Öğretmenleri, torunum ve arkadaşlarından o döneme gidip her bir aday için analiz yapmalarını ve konsey için hangi veliahtın seçilmesi gerektiğini savunan ikna mektupları yazmalarını istemiş. Bu olay, tarihte ünlü Hastings Savaşı’nın da sebebi olmuş.

Kızım, bu durumu İngiltere’deki tarih eğitiminin deneyimsel yapıldığına bir örnek olarak değerlendiriyor. Örneğin, çocuklara Büyük Londra Yangını’nı unutmamaları için maket evler yaptırıp o maketleri yaktırmışlar. II. Dünya Savaşı’nda çocukların kırsal alanlara zorunlu tahliyesiyle ilgili derslerde, 1942’ye ait öğrenci kıyafetlerini giydirmişler. Ayrıca, şiir ve kitap günlerinden sonra çocuklar, en sevdikleri kitap karakterlerine bürünüp evlerine gönderiliyormuş. Aynı konular farklı zamanlarda işleniyor ve her çocuğa yeteneklerine göre ayrı programlar uygulanarak, zamana ve yaşa bağlı farklı bakış açıları kazanmaları hedefleniyormuş.

Din eğitimi, azizlerin merhamet ve insani değerler içeren yaşam öykülerine dayanıyor. Eğitim bütçesinin önemli bir kısmı ise tiyatro, müzik ve spor gibi sanatsal ve sportif faaliyetlere ayrılıyor. Bu faaliyetlerin amacı, çok yönlü bireyler yetiştirmek ve meslek kaybı gibi durumlarda alternatifler üretebilme yeteneği kazandırmak. Ayrıca, çocukların kendi başlarına kaldıklarında zorluklarla başa çıkabilme yeteneğine ve özgüvene sahip olmaları da hedefleniyor.

Ülkemizde, özellikle taşra siyasetçileri sıkça “eğitim şart” derler. Belki de bu yüzden, sosyal medyada eğitim sık sık tartışma konusu olur. Geçenlerde bu tartışmalardan birinde, İlber Ortaylı ve Celal Şengör, eğitimin ciddi sorunlarına değiniyordu. Temel problem olarak, Hasan Ali Yücel döneminden sonra Milli Eğitim bakanlarının kendi yardımcılarını veya kadrolarını oluşturamadıklarını, bunun da sorumluluğunun üst siyasi iradeye ait olduğunu belirttiler. Bu durumu merakla inceleyip, bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Gördüğüm kadarıyla, bu tartışmalarda sorunun özü hep göz ardı ediliyor. Ülkemizde öğretim olduğu vurgulansa da, eğitim ile öğretim arasındaki fark yeterince anlaşılamıyor. Eğitimde iki temel unsur olan görgü ve eleştirel düşünce farkı ise sık sık gözden kaçıyor. Eskiden büyüklerimiz “görgüsüz” yerine “düşüncesiz” kelimesini kullanırlardı. “Ne kadar düşüncesizlik” ya da “ne kadar görgüsüzlük” gibi ifadelerle insanları eleştirirlerdi. Görgü, sosyal hayat ve dünyaya geniş bir bakış açısıyla bütünleşen bir kavramdır. Dünyadaki ve ülkemizdeki köklü okulların çoğunda, sosyal, kültürel, sanat ve spor etkinlikleri bu görgüyü kazandırmada önemli bir rol oynar. Gelişmiş ülkeler, okulları için ayırdıkları bütçelerde öğretim kadar bu etkinliklere de kaynak ayırmaktadır. Ne yazık ki, bizim E5 üniversitelerimiz bu çizgiden oldukça uzak.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Gözden kaçan bir diğer temel husus ise eğitim-öğretim sistemimizin, kasıtlı ya da bilmeden, tamamen zeka üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Oysa akıl, zekadan çok farklı bir kavramdır. Akıl denildiğinde, eleştirel düşünme, yaratıcılık, muhakeme yeteneği, hikmet ve hatta ahlak akla gelmelidir. Akıl, yaratılışa göre bir ayrıcalık ve sorumluluktur. Zeka ise hayvanlarda da bulunan bir yetidir. Zekaya ve sınav başarısına dayalı bir sistemden yaratıcı düşünce, toplumsal dayanışma, merak ya da bir ahlak felsefesi çıkması beklenemez. Toplumumuzda ise bazen zeka, kurnazlıkla karıştırılarak “zeki adam” şeklinde yanlış bir şekilde övülmektedir.

Atatürk ve Hasan Ali Yücel bu açığı kısmen fark etmiş olmalılar ki, Amerikan eğitim felsefesinin önemli isimlerinden John Dewey’i (1859-1952) Türkiye’ye davet etmişlerdir. Dewey, hazırladığı raporda eğitim sistemimizin zekaya aşırı odaklandığını eleştirmişti. Dewey’in raporundaki bu eleştiriler, Hasan Ali Yücel tarafından özellikle mesleki ve yerel eğitim açısından dikkate alınmıştı.

Bu eğitim sisteminden ne bir mucit ne de bir filozof çıkmayacağı aşikâr. Sistem, özgüven eksikliği yaşayan, kendi başına problem çözme yeteneği kazanmayan bireyler yetiştiriyor. Aslında eğitim sistemimizdeki özgüven eksikliği ve düşünme yetisinin zayıflığının temelinde, aile yapımızdaki yetiştirme tarzıyla ilgili sorunlar yatıyor. Bu noktaya da dikkat çekmemiz gerekiyor.