Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (242): MHP’de istifa krizi | Teğmenler disiplin kurulunda | Kılıçdaroğlu davası | Ufuk Uras ve Bahçeli görüşmesi

Haftaya Bakış‘ın yeni bölümünde Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel MHP’de istifa krizi, teğmenlerin disiplin kuruluna sevk edilmesini, Kılıçdaroğlu’nun davasını ve Ufuk Uras’ın Bahçeli ile buluşmasını yorumladı.

Teğmenler disiplin kuruluna sevk edildi

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) kılıçlı yemin töreniyle ilgili soruşturma kapsamında bazı askerlerin disipline sevk edildiğini duyurdu. TSK açıklamasında şöyle dedi, “Mesele okunan metin değil, emre uyulmamasıdır. TSK’yı tartışmaya açıp itibarını zedelediler”

MHP’de istifa krizi

MHP’de istifa krizi yankıları devam ediyor. Milletvekilleri Hasan Basri Sönmez, İsmail Akgül ve Mustafa Demir, MHP Genel Merkezi tarafından istifa ettirildi. MHP’li üç milletvekilinin de Türkiye’ye kaçak altın sokmakla suçlandıkları iddia ediliyor. Medyascope’un ulaştığı bilgilere göre. istifaların .arka planında önemli üst düzey MHP’li bir ismin korunması amacı yer alıyor. Altın kaçakçılığı olayının asıl planlayıcısının da bu MHP’li isim olduğu dile getiriliyor.

Kılıçdaroğlu’na siyasi yasak davası başladı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında hakaret davası açtı. Davanın ilk duruşması bugün gerçekleşti. Kılıçdaroğlu, sözlerine, “Bu bir savunma değil, sözlerimi kanıtlama fırsatı bulduğum bir konuşmadır” diye başladı.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (242): MHP'de istifa krizi | Teğmenler disiplin kurulunda Kılıçdaroğlu'na siyasi yasak davası başladı | Ufuk Uras olayı


Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi Kemal Can ve Kadri Gürsel’le haftanın öne çıkan olaylarını yorumlayacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Kadri Gürsel-Kemal Can: Merhabalar. 

Ruşen Çakır: Günün en sıcak gelişmesiyle başlayalım — Kemal, seninle başlayalım bu hafta: Kılıçdaroğlu Erdoğan’a hakaretten yargılanıyor. Çok çarpıcı bir fotoğraf. Dün Erdoğan’ın rakibi olan Kılıçdaroğlu, bugün Erdoğan’ın şikâyetiyle yargılanıyor. Siyâsî yasak da alabileceği bir yargılanma bu. Tabiî bunun CHP’yi bölme planlarıyla da bir alâkası muhakkak vardır. Ama sonuçta, yurtdışında olduğu için katılamayan Ekrem İmamoğlu dışında, CHP’de akla kim geliyorsa –belediye başkanları ve tabiî ki Özgür Özel–, herkes oradaydı. Mahkeme CHP’yi bir nevi birleştirdi. Ben bugün yaptığım yayında da söyledim: Bu hukukî bir olay değil. Hukukî bir olay olsa, bir uzman cezâ hukukçusu çağırırız ve bu dâvâ nasıl sonuçlanır diye görüş alırız. Ama bu tamâmen siyâsî bir olay. Ancak, bu olayın siyâseten nasıl sonuçlanacağını kestirmek de çok kolay değil. Tabiî ki çok ciddî bir siyâsî ve sembolik anlamı var. Ne dersin Kemal? 

Kemal Can: Evet, zâten son yıllarda konuştuğumuz herhangi bir dâvânın herhangi bir hukukî tarafı olmadığını biliyoruz. Senelerdir pek çok dâvâyı, “Bu dâvâ siyâsî bir dâvâ” diyerek konuşuyoruz. Siyâseten ne amaçlandığını düşünerek tartışıyoruz. Bu dâvâların sonuçları ya da bâzen sonuçlanmaması da, siyâsî gereklerle ortaya çıkıyor zâten. Adalet Bakanı da bu dâvâyla ilgili yaptığı açıklamada, “Bir ibret dâvâsı” gibi bir târif kullanıyor. Yani Kılıçdaroğlu’na açılan dâvânın birileri için ibret örneği olması ve bundan bir sonuç çıkartmaları gerektiğini söylüyor. Adalet Bakanı bunu nasıl söyler o ayrı bir tartışma konusu. Eğer hukuken konuşacak olsak, bu zâten mümkün olmaması gereken bir şey; ama bunu söylüyor olması da daha önceki pek çok dâvâda olduğu gibi bu dâvânın da siyâsî bir dâvâ olduğunu gösteriyor. İktidar da bunu saklamıyor, zâten her zaman da dile getiriyor. Zâten Kılıçdaroğlu da gitti ve hukukî bir savunma yapmadı. “Ben dediğinizi yapmadım. Benim bir suçum yok” gibi bir savunma yapmadı. Hattâ daha başında, konuşmasına, “Ben buraya bir savunma yapmaya gelmedim. Daha önce arkasında durduğum, daha önce söylediğim sözleri kanıtlama fırsatı bulduğum bir konuşmadır bu” diye başladı ve kendisine bu dâvâyı açan konuşmanın içerisinde geçen pek çok şeyi tekrar etti. Zâten bunları söylemeye devam edeceğini ifâde etti. Senin söylediğin gibi, destek için orada olan pek çok isim vardı. CHP’lileri zâten sen söyledin. Meselâ öldürülen Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de oradaydı. Orada bulunma nedenini de bir vefâ borcu olarak târif etti. “Kemal Bey hep bizim yanımızda oldu. Onun için ben de onu yalnız bırakamazdım” dedi. 

Şimdi, bu dâvânın ilginç taraflarından biri, bunun bir siyâsî dâvâ olduğu; Adalet Bakanı’nın söylediği gibi bir ibret veya bir yerlere mesaj anlamı taşıdığı; senin söylediğin gibi CHP içerisindeki fay hatlarını tetiklemek, onları kurcalamak gibi amaçları da var elbette. Ama bir ilginç tarafı daha var. Belki dikkatlerden kaçtı: Bu soruşturma 17/25 Aralık’tan sonra ve Kılıçdaroğlu’nun o konuyla ilgili söylediği sözler için açılmış durumda. Yani bundan 10 yıl öncesinin sözleri yargılanıyor. Bu tür, geçmişe giderek, hem de bayağı uzun geçmişe giderek birtakım mesnetler, kendilerince birtakım gerekçeler bularak dâvâ açma hâdisesini çok kez gördük. Gezi Dâvâsı böyle bir dâvâydı, Selahattin Demirtaş’a açılan dâvâ böyle bir dâvâydı. Yani iddia edilen, güya soruşturulan ya da cezâlandırılması istenen olaylar, sözler, seneler önce söylenmiş ve başka bir konjonktürün içerisinde, ama özellikle Gezi Dâvâsı’nda duyduğumuz bir kavramla, “yeniden kıymetlendirilerek”, eski dosyaları çıkartıp bunların dâvâya dönüştürülmelerinin örneklerini gördük. Hattâ en son Esenyurt’ta da bunu gördük. Esenyurt’ta da Ahmet Özer’le ilgili iddialar epey geriden geliyor. Bunlar çok rastlantısal şeyler değil aslında. Neden böyle geriye giderek birtakım gerekçeler bulunuyor? Çünkü bütün dâvâlarda gerekçelerin uydurukluğu gayet açık. Dolayısıyla, eskiden daha çok gerekçeleri vardı da eski defterlerden gerekçe buluyor değiller. Aynı sudan gerekçeleri bugün de ortaya atabilirler. Bugünden de örneklerle bu dâvâları açabilirler. Ama özellikle geçmişten gelerek bunu yapmanın bir başka mesaj anlamı olduğunu da düşünüyorum açıkçası. Bunun iki tür anlamı var. Birincisi, kimsenin şu andaki pozisyonuyla ilgili rahat olmaması, bu “ibret dâvâları” meselesinin altının iyice çizilmesi. Daha önceden yarım bırakılmış şu ya da bu nedenle hesaplaşılmamış şeylerin bugün yargı eliyle bir hesaplaşma konusu yapılabileceğini işâret ediyorlar. 

İkincisi de, bu iktidar, son 10 yılın târihini kendisi için yeniden yazıyor. Böyle bir tarafı da var. Bu dâvâların hepsinde bu tür bir şey görmemizin, geçmişten birtakım gerekçeler aranıp bulunmasının ve onların soruşturma konusu yapılmasının böyle bir tarafı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Ben bu konuyla ilgili bu kadarını söyleyeyim. Nasıl sonuçlanacağını ya da belki tıpkı İmamoğlu’nun “ahmak” dâvâsı gibi sonuçlandırılmayıp uzatmalarından mı fayda umulacağını süreçte göreceğiz.

Ruşen Çakır: Kadri, sen ne dersin? Bu dâvânın sembolik anlamı daha yüksekmiş gibi geliyor bana. Tabiî ki siyâsî yönü çok kuvvetli, ama “Bunu da gördük” diyeceğimiz bir olay yaşıyoruz sanki. 

Kadri Gürsel: Bu dâvânın paradoksal bir yönü var en başta, çelişkili bir yön; çünkü dâvâ 11 yıl 8 aya kadar hapis ve siyâset yasağı öngörüyor., Yani iddia makamı Kılıçdaroğlu için siyâset yasağı istiyor. Ama bu dâvâ aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nu siyâsette tutuyor. Bu dâvâ sürdükçe Kılıçdaroğlu’nu siyâsette tutmak için… Onun bu dâvâya ihtiyâcı yok tabiî; ama bugün gördük: Cumhuriyet Halk Partisi, kendisine karşı kurulan tuzağa düşmemek için, genel başkan da dâhil olmak üzere, Kılıçdaroğlu ile kurultayda iktidar mücâdelesi vermiş olanlar ve büyük kalabalıklar oraya gelerek Cumhuriyet Halk Partisi açısından gerçekten bir gövde gösterisi gerçekleştirdiler. Yani aslında bu dâvâ Cumhuriyet Halk Partisi’nin bölündüğü, eski genel başkanına sâhip çıkmadığı, kendi içinde kavgalı olduğu gibi bir imajı yansıtmak amacını taşıyor olabilirdi — olabilir değil, var zâten böyle bir amacı. Ama Cumhuriyet Halk Partisi bunu gördü ve dâvâda eski genel başkanını yalnız bırakmadı; büyük ölçüde yalnız bırakmadı. İmamoğlu konusu belki ayrı bir başlık altında değerlendirilebilir. Ama bu, bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu da siyâsette tutmuş oluyor. 

Bu açıdan, bu dâvâ kime hizmet ediyor diye baktığınız zaman da yine paradoksal bir şey var: Onu siyâsette tutarak hem Kılıçdaroğlu’na hizmet ediyor; ama Kılıçdaroğlu’nun siyâsette tutulması ise aynı zamanda hem Erdoğan’a hem de iktidâra ve rejime de hizmet ediyor. Çünkü Kılıçdaroğlu hem seçimde hem de daha sonra kurultayda aldığı yenilgiyi sindirebilmiş, kabul edebilmiş, hazmedebilmiş değil. Geri dönmeyi veya olmayacaksa da Cumhuriyet Halk Partisi üzerinde sürebildiği kadar bir nevi vesâyet oluşturmayı, eğer genel başkan olamayacaksa –ki ben buna pek ihtimal vermiyorum– tekrar bir kilit aktör konumuna gelmeyi arzu ediyor ve bu dâvâyı da bu amaçla kullanıyor. Bu dâvâ, bu açıdan da çok ilginç bir hal alıyor. Cumhuriyet Halk Partisi, iktidârın, rejimin ona kurduğu tuzağa düşmemek için, Kılıçdaroğlu’nu duruşmada yalnız bırakmamak için oraya kitlesel gücünü yığıyorsa, aynı zamanda Kılıçdaroğlu’na da, yarın belki bir kurultayda başka aktörlerle berâber mevcut yönetime meydan okuma imkânını da verecek. Gözümüzün önünde böyle çelişkilerle dolu bir durum, bir tablo var. Her bakımdan ilginç bir durum. 

Hattâ sana da gönderme yapayım: Bu tablo bu açıdan bana da çok acâyip geliyor. Sâdece iktidar, rejim tarafından muhâlefetin siyâset etmesi üzerindeki baskı arttırılarak siyâsetin alanını daraltmak değil. Evet, bütün bunlar var, ama bunların yanında başka şeyler de var. Meselâ Kemal’in de bahsettiği gibi, kimsenin kürsü dokunulmazlığına, milletvekilliği dokunulmazlığına güvenerek, siyâset yaparken, konuşurken yarınlarını düşünmeden hareket etmemesini de belki akla düşüren bir dâvâ bu. “Bakın, biz sizi yargılarız.” Burada rejimin kendi kendine oluşturduğu psikolojik bir tahkim var aslında. Yani kendini neredeyse artık bin yıl sürecek ebedî bir rejimmiş gibi gösterme gayreti de var. Bu zâten Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın konuşmalarında sürekli dillendiriliyor. “Kimse güvenmesin, bu işin yarını da var” deniliyor. Ben ona katılıyorum. 

Burada belki vurgulanması gereken şey, Kılıçdaroğlu’nun konuşması. Üzerinde tek tek durmak istemiyorum. Siyâsî bir metin, siyâsî bir konuşma yaptı. Savunma yapmadı doğru, aslında yaptığı suçlamaydı; bir savunmadan ziyâde, itham edici bir konuşmaydı. İktidar da böyle bir şey olacağını pekâlâ biliyordu, tabii ki öngörebiliyordu. Ama Kılıçdaroğlu konuşmasını yaparken, acısının, uğradığı yenilgilerin ne kadar derin ve öyle kolay kolay kapanmayacak bir yara olduğunu gösterecek ifâdesi, Akşener îmâsıydı. Üzüntülerini paylaşırken, Akşener’e yönelik “Milliyetçi ve vatansever diye bildiklerimiz işbirlikçi çıktı. Onlara inandığım için hatâ ettim, hatâlıyım. Bu kadar kötü olabileceklerini tahmin etmezdim” demesi… Bu konu çok ilginç bence, altı çizilmesi gereken bir konu. Bu da aslında, Kılıçdaroğlu’nun bundan sonra izleyeceği siyâsette, 14 ve 28 Mayıs 2023’te uğradığı yenilgiyi ve daha sonra 7 Kasım’da kurultayda genel başkanlıktan uzaklaştırılmasında uğradığı bu âkıbetin temel nedenini açıklama gayreti içinde olacağını gösteriyor. Bu aynı zamanda, Meral Akşener’e de cevap hakkı doğuruyor. Böyle bir polemik doğarsa, bundan Kılıçdaroğlu kazançlı çıkacaktır diye düşünüyorum. Çünkü Meral Akşener’in bu bakımdan pek de yatacak yerinin olmadığı kanaatindeyim.

Ruşen Çakır: CHP’den MHP’ye geçelim Kemal. Üç milletvekili, altın kaçakçılığı nedeniyle istifâ ettirildi. Türkiye istifâ kavramına yenilikler getiriyor farkındaysanız. Bir tarafta hiç istifâ yok: Azlediliyor ya da görevden affını talep ediyor. Bu olayda istifâ ettiler –aslında ettirildiler– ve istifâ eder etmez de ilk yaptıkları açıklama, partilerine ve liderlerine bağlılıklarını açıklamaları oldu. Bu üç milletvekilinden bir tânesi, daha önce Sinan Ateş sûikastında adı geçen ve o zamanlar Bolu Ülkü Ocakları Başkanı olup daha sonra Bolu Milletvekili olan kişi. Onun dışındakiler öyle çok bildik isimler değil. Gazeteci Timur Soykan, İstanbul Havalimanı VIP Salonu’nu kullanarak Körfez ülkelerinden kaçak altın getirildiğini, daha önce de bâzı eski milletvekillerinin böyle bir olaya karıştığı, ama isimlerinin saptandığını söylüyor. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın bu konuda, “Biz soruşturduk ettik, bu arkadaşların istifâsını istedik” dedi. Ama Adalet Bakanı bu kişiler hakkında herhangi bir soruşturma olmadığını söyledi. Yani bunlar soruşturması olmayan suç isnâdı diyelim. Böyle garip bir durumla karşı karşıyayız. Bu arada bu konuda haber ya da yorum yapan Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’a hemen ânında soruşturma açıldı. O da ayrı bir mesele tabiî. Ne diyorsun Kemal? Burada bir şey var belli ki. Bir iddiaya göre, “Devâmı gelecek” deniyor. Hattâ MHP’de üst düzey isimler de olduğu söyleniyor ve istifâya zorlayarak ya da istifâ ettirerek olayı bir şekilde hem bir taraftan açık ediyorlar hem de bir taraftan örtmeye çalışıyorlar. Yine böyle tuhaf bir durumla karşı karşıyayız. 

Kemal Can: Evet, sen de söyledin zâten: İstifâ yeni, ama hâdiseyle ilgili dedikodular, haberler, daha önceki birtakım isimlendirilmemiş tartışmalar yeni değil. Sanıyorum Ekim ayı başı civârında bu konuyla ilgili, doğrudan isimlendirmeden bâzı milletvekillerinin altın kaçakçılığıyla ilgili olduğu konusunda haberler yapılmıştı. Hattâ bunlar arasında bir tânesi eski, bir tânesi mevcut, bir tânesi de isimle zikredilen AKP milletvekili de vardı. Ekim ayında bunun haberini yapan arkadaşlar oldu. Yine Timur Soykan yapmıştı bu haberi sanıyorum. Ama haber olmadan önce de –ki haber olma sürecinin de bir zaman aldığını düşünürsek–, epeydir bu konuyla ilgili bir hareketlenme var. Senin dikkat çektiğin nokta, yani Adalet Bakanı’nın bir soruşturma yok demesiyle, MHP’nin “Biz soruşturduk ve onların istifâsını gerekli ve doğru bulduk” açıklaması arasında da şöyle bir mantık kurulabilir: Dokunulmazlığı olan milletvekillerinin yaptıkları hâdise, adlî soruşturmayı şu anda mümkün kılmayacak biçimde, diplomatik dokunulmazlık ve başka nedenlerle ya da milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle açık bir soruşturmaya dönüşmemiş olabilir. Ama bunu yaptıkları çok net ortaya çıktığından ya da MHP bu bilgiye sâhip olduğundan ve bunun bir süre sonra da gayet duyulacak, bilinecek bir şey olmasından dolayı, ön alarak böyle bir şey yapmış olabilirler. Burada bir şey yok. İsmail Saymaz ve Fatih Altaylı’ya soruşturma açılmasına neden olan şey, Erdoğan’ın bu konudaki son durumu Bahçeli’ye aktardığıyla ilgili bir bilgi paylaşımı yapmalarından kaynaklanıyor. Yani öyle bir bilgi paylaşımı yaptıkları için, bunun doğru olmadığı iddiasıyla bir soruşturma açılması söz konusu oldu. 

Şimdi bu istifâlar da gerçekleştiğine göre, muhtemelen bu işin kendisi, belki üzeri kapatılarak, belki de açık bir soruşturmanın konusu olarak gündeme gelecek. Ama bu milletvekillerinin MHP’den istifâ ettirilmesiyle ilgili gerekçe, büyük ihtimalle siyâsî bir gerekçe değil. Böyle bir gerekçe olmadığı çok anlaşılıyor. Daha önce MHP’den siyâsî gerekçelerle istifâ ettirilen milletvekilleri oldu. Onlar da yine bağlılıklarını sunarak ayrıldılar; bâzıları geri döndü, bâzıları başka partilere gittiler. Ama bu hâdisede de yine üç milletvekili Bahçeli’ye bağlılıklarını sundular ve tâlîmatı yerine getirerek istifâ ettiler. Fakat anlaşılan o ki bu bir siyâsî gerekçeye dayanmıyor. Ama bu hâdisenin arkasına baktığımızda, tamam şu anda üç milletvekilinin istifâsıyla bunu konuşuyoruz; ancak, biraz önce de bahsettiğim gibi, bâzı AKP’li milletvekillerinin aynı tür, yine altınla ilgili bâzı soruşturmalara konu olduklarından, hattâ Timur’un Ekim başındaki haberinde bayağı bir skandaldan; gümrükte bir yakalanma olayından, bir milletvekilinin eski özel kalem müdürünün de karıştığı bir hâdiseden bahsediliyor. Yine kısa bir süre önce, CHP’den bir milletvekili istifâ ettirildi. O da, altın değil ama başka bir kaçakçılık işine karıştığı hâdisesi üzerine ya da bu konudaki bilgi veya söylentiler üzerine istifâ ettirildi. Çünkü ihraç edilecekti. Sonra bir Tuğgeneral göçmen kaçakçılığından ihraç edildi.

Ruşen Çakır: Bu göçmen kaçakçılığı bağlamında MHP’nin de bir il başkanı var biliyorsun.

Kemal Can: Evet. 

Ruşen Çakır: O da benzer bir şeydi. Yanılmıyorsam Muğla İl Başkanı. 

Kemal Can: Bütün bu resme baktığımızda, başka alanlarda da gördüğümüz şöyle bir tablo var: Bu genel hukuksuzluğun, kimi zaman şiddet ve zorbalık, kimi zaman akçeli meseleler, kimi zaman yolsuzluk, kimi zaman iltimas… hattâ hatırlarsanız Sinan Ateş Dâvâsı’nın da büyük ölçüde bu “FETÖ borsası” diye târif edilen meseleyle ilişkili olduğu iddiaları da ortaya atılmıştı. Bütün bunlara baktığımızda, bu hukuksuzluk, cezâsızlık, kuralsızlık atmosferinin, özel ayrıcalıklara sâhip olan ve bu ayrıcalıkları kullanmaları konusunda biraz fütursuzlaşmış pek çok kişiyi, çok da meşrû olmayan yollarla para kazanmak, nüfuz kazanmak, etkinlik kazanmak için kullanıldığını görüyoruz. Buna yaygınlaşan genel bir çürüme de diyebiliriz. Ama bu, kuralsızlığın, hukuksuzluğun, keyfîliğin ve cezâsızlığın hüküm sürdüğü bir zeminde zâten kendiliğinden oluşan şeyler. Buradaki siyâsî aktörler de bunun içerisinde kimi zaman akçeli, kimi zaman siyâsî, kimi zaman başka imkânları kullanan küçük çeteleşmeler hâlinde önümüze geliyor. 

Bu hâdisede de anlaşılan, milletvekillerinin, bir imkânı kullanarak, yani üstlerinin aranmaması, gümrükteki bavullarına bakılmaması, diplomatik ve milletvekilliğinden gelen dokunulmazlıkları nedeniyle neredeyse bunu bir yol hâline getirerek, insan kaçakçılığına ve özellikle gri pasaport üzerinden otobüslerle insanlar taşındığına da tanık olmuştuk daha önce. Bu kuralsızlık âleminde hemen küçük çarklar oluşuyor. Büyük, dev yolsuzluk ve hukuksuzluk çarkının içine eklenen, ona eklemlenen, onunla birlikte dönen, ama birbirini de çalıştırarak aşağıya doğru yayılan böyle minik ve küçük bir sürü çarkın çalışmaya başladığını, burada kimi zaman siyâsî nüfûzun, kimi zaman kuralsızlığın, kimi zaman da biraz zorbalığın hâkim olduğu… Bunu şimdi milletvekilleri üzerinden konuşuyoruz, ama bu milletvekillerinin yaptığı hâdisenin içinde, birçok bürokratın da adının geçtiği söyleniyor. Yani yapılan haberlerde o bürokratlar isimlendirilmiyor ama, bu işe sâdece siyâsîlerin değil bürokrasinin de dâhil olduğu söyleniyor. Dolayısıyla, böyle bir düzenin içerisinde daha yeni, bugün hâlâ dâvâsı devam eden bu “Özel Hastâneler-Yenidoğan Çetesi” meselesinde olduğu gibi ya da başka konularda, çeşitli rant hikâyelerinde, FETÖ Borsası hikâyesinde, başka meselelerde olduğu gibi, küçük küçük derebeylikleri hâlinde işleyen bir hukuksuzluk ve gayrimeşrûluk zemini oluştuğunu ve bunun içerisine, siyâsî aktörlerin de kimi zaman çıkar amacıyla, kimi zaman da siyâsî nüfuz sağlamak için katıldığını anlıyoruz. Ama bu istifâların, bir yüzleşme, bununla bir hesaplaşma, bununla ilgili bir temizlenme hâdisesine dönüşecek olduğu kanaatinde değilim. Daha önceki hâdiselerin pek çoğunda olduğu gibi, bu, size değen kısmını kesip atıp, “Bizimle bir alâkası yok” denilerek, üstü kapatılarak geçilmenin bir operasyonu gibi duruyor. Bunun sonrasında, bu skandalın büyüyerek önemli bir gündem maddesi hâline geleceğini açıkçası beklemiyorum.

Ruşen Çakır: Birincisi, bu olay bize gösteriyor ki milletvekilleri sanıldığı kadar iyi para almıyormuş. Baksana, bayağı muhtaçlar! Şaka bir yana; bir de burada istifâ ettirilme meselesi var. Önümüzdeki günlerde belli ki yeni anayasa tartışmaları olacak ve her milletvekilinin bu aritmetik hesapta bir değeri var. Meselâ MHP bu milletvekillerini çok kötü bir şekilde atmış olsaydı, yarın öbür gün bu milletvekillerinin anayasa oylamasında ya da birtakım kritik oylamalarda iktidar aleyhine pozisyon almasından çekiniyor olabilirlerdi. En son Meclis’e gidip oradaki gazetecilerle ve siyâsetçilerle konuştuğumda, bütün milletvekillerinin tek tek hesaplarının yapıldığını biliyorum meselâ. Şu anda, çok sayıda bağımsız milletvekili var, çoğu da İYİ Parti’den kopanlar — bütün partilerin bunlar üzerine hesâbı var. Bugün olmasa bile yarın öbür gün, bunların hepsinin de bir değeri olacak. Böyle bir notu da düşmek istiyorum. Yani MHP, alenen karşısına almıyor. Bu kişiler de desteklerini beyan ederek, “Bize çok fazla dokunmayın, tadında bırakalım, biz nasıl olsa partimizin istediği gibi hareket edeceğiz” diyerek de bir karşılıklı taahhüt altına girmiş gibiler. Olayla ilgili sen ne dersin Kadri? 

Kadri Gürsel: Senin söylediklerin, bu denklemde tartışılması gereken çok saygıdeğer bir bakış açısı. Çünkü ileride Meclis’te böyle bir oylama yapılırsa, Cumhur İttifâkı’nın, bu milletvekillerinin desteklerine ihtiyâcı olacak. Ben milletvekillerinin desteğinin çantada keklik olduğunu düşünüyorum. Bunların desteğinin sürmesi husûsunda herhangi bir problem yaşanmayacaktır; bu konuda gerekli anlaşmalar yapılmıştır diye varsayıyorum. Tabiî bir bilgiye sâhip değilim. Normal bir hukuk devletinde, demokratik bir ülkede yaşıyor olsaydık, yargı bağımsız, tarafsız ve profesyonel olsaydı, büyük ölçüde tabiî ki, bir savcı, alınan istihbârat, duyum, ihbar yâhut buna benzer bir veri ışığında re’sen soruşturma başlatacaktı. Ondan sonra da fezleke düzenlenecekti. Belki fezlekenin Meclis’e gelmesinden önce veya gelmesinden sonra siyâsî ahlâkın buyurduğu neyse, o noktada, bir partinin bu mânâda kendisine zarar gelmesini önlemek için bu milletvekillerinin istifâsını istemesi elbette ki gündeme gelecekti ve bu milletvekilleri istifâ etmek zorunda kalacaklardı zâten. İstifâlarının gündeme gelmesinden önce, böyle bir olay duyulur duyulmaz partilerinden istifâ edeceklerdi. Hattâ milletvekilliğinden de istifâ etmeleri için muazzam bir kamuoyu baskısı oluşacaktı. Çünkü kaçakçılık yüz kızartıcı bir suçtur. Ama öyle olmuyor, tam tersi oluyor. Ne oluyor? Ortada bir soruşturma yok, böyle bir soruşturma belki de hiç olmayacak, belki de çok sonra olacak, onu bilemiyoruz. Ama ortada bir soruşturma yokken, kendisi başlı başına bir soruşturmanın açılması için yeterli delil teşkil eden bir istifâlar olayı gündeme geliyor. Bu milletvekillerinin gerçekten suça karıştıklarını, bir suç işlemiş olduklarını, kanunda suç olan bir fiili işlemiş olduklarını ve istifâ ettiklerini anlıyoruz, ama soruşturma yok. Çünkü Türkiye’de “cezâsızlık kanunu” var. Yani, iktidardan iseniz bir noktada, bir yere kadar, elbette iktidârın âlî menfaatine zarar vermemek koşuluyla, her türlü cezâsızlıktan faydalanıyorsunuz. 

Tabiî burada akla gelen bâzı sorular var. Ama bu soruların cevaplarının alınması şu aşamada mümkün veya değil. Cevâbı arayan gazeteci arkadaşlarımız, meslektaşlarımız da susturulmak üzere bâzı ibretlik soruşturmalarla zâten baskılanıyorlar. Bunu da yaşıyoruz şu an. Fatih Altaylı ve İsmail Saymaz’a karşı açılan soruşturmalar, tamâmen, bu olayın kurcalanmaması, üzerine gidilmemesi konusunda tüm meslek erbâbına yönelik bir uyarıdır. Ama cevapsız soruları sorabiliriz, soru sormak yasak değil. Netîcede bu olay hiç duyulmayabilirdi. Belki de bu milletvekillerinin kapalı kapılar ardında uyarılarak, bir şekilde bu işlerden vazgeçmeleri sağlanabilirdi. Bu yola gidilmedi. Bir şekilde, bu olayın kamuoyu tarafından duyulması istendi, arzulandı. Kendileri istifâ etmek zorunda bırakılmayabilirlerdi. Bu niye oldu? Milliyetçi Hareket Partisi bu sadmeyi nasıl hazmedecek? Milliyetçi Hareket Partisi’ne yönelik, iktidârın devleti yöneten, siyâsî ve idârî sorumluluğa sâhip olan kanadına yönelik rahatsızlığın sonucu budur. Gerçekten bu soruların sorulması lâzım. Milliyetçi Hareket Partisi bunu sîneye çekecek midir? Kanaatimce muhtemelen çekecektir, yanılıyor olabilirim. Niye çekecektir? Kelime oyunu yapmıyorum, konumuzla alâkası var ya da yok. Çünkü altın kaçakçılığı suç teşkil eden bir konu. Ama Milliyetçi Hareket Partisi bu hâdiseyi sîneye çeker. Zâten istifâya da zorlamıştır, yani temizlemiştir âdeta; ahlâkî yükümlülüğünü de yerine getirmiştir, öyle görünüyor. Ama zâten Milliyetçi Hareket Partisi altın çağını yaşıyor. Milliyetçi Hareket Partisi kuruluşundan bu yana hiç bu kadar umur görmemişti. “Umur” derken, bu açılabilir elbette. Bunun içinde güç, kudret, ama aynı zamanda zenginlik de var. Zâten bu altın kaçakçılığı konusu zenginleşmeyle de alâkalıdır. VIP’den geçmek, VIP’i kullanmak gibi, zâten milletvekilliği dokunulmazlığına sâhip olan bir kadronun, valizlerinin hiç aranmaması gibi bir açık var, kaçak var. Burada bir açık alan var ve cezâsızlık da olduğu için, elbette bu açığı da kullanmaya yelteniyorlar. 

Peki, Türkiye’de neden altın kaçakçılığı var? Neden son zamanlarda bu arttı? Aslında daha önce de vardı. Rıza Zarrab olayını hatırlayalım. Türkiye, uluslararası ambargo altında olan yâhut da Amerikan dolarını kullanması yasaklanmış olan bu durumdaki ülkelerle ticâretini altın üzerinden de yapabiliyor. İran’la böyle yürüyor işler, hâlâ da böyle yürüdüğünden eminim. Çünkü zâten İran dolar kullanamıyor, İran’dan bir şeyler alıyorsanız karşılığını altın olarak ödüyorsunuz. Hatırlansın, Rıza Zarrab hâdisesi bu işin röntgenini çok güzel vermişti. Altın kaçakçılığı arttı ve herkesin ağzı sulandı. Çünkü Türkiye çok kötü yönetilen bir ülke, Türk ekonomisi çok kötü yönetiliyor. Türkiye’nin gerçekten çok vahim bir enflasyon sorunu var. Türkiye enflasyon sorunuyla baş etmek için, cârî açığını kapatmak zorunda. Cârî açığını kapatmak için de ithâlâtını kısmak, ihrâcâtını artırmak zorunda. Hâdise bundan ibâret. Ama Türkiye’de altına olan talep artıyor. Türkiye dünyanın en büyük altın ithâlatçıları arasında, ilk beşe giriyor. Tam hatırlamıyorum, onu uzmanları bilir; hattâ bir ara üçüncü falandı diye hatırlıyorum. Türkiye altın ithâlatçılığında Hindistan’la yarışıyor. Neden? Kuyumcular çok muazzam şeyler yapıp ihraç mı ediyorlar? Hayır, onunla alâkası yok. Tamâmen iktidârın uyguladığı ekonomi politikasıyla alâkası var. 

İktidar kamuda tasarrufa gidemediği için, enflasyonla mücâdele etmek için yapabileceği başka bir şey yok, doları baskılıyor. Doları baskılarken, diğer taraftan da fâizleri de baskılıyor ki ekonomi daha çok soğumasın. Halbuki, bu mantık dâhilinde konuşacak olursak, ekonomiyi soğutması da gerekiyor. Yatırım aracı ihtiyâcı, hâliyle ortada. Amerikan dolarının bir yılda kazandığı değer, TL bazında %24. En son açıklanan resmî enflasyon %49-50 civârında, ama aslında gerçek enflasyonun bunun çok çok üstünde olduğunu biliyoruz. Aslında reel faizler de güçlü bir yatırım aracı değil. Mâlûmunuz, altın 2022-2023’te çok büyük değer kazandı. Altına büyük talep var. Türkiye’nin ambargo altındaki ülkelerle yaptığı ticârette de altın kullandığını göz önüne alırsak, altına büyük talep var, ama kota getirildi aynı zamanda. Çünkü altın ithâlâtı, cârî açığı artırıyor, cârî açık dolara talebi artırıyor, dolara talep artınca Merkez Bankası doların fiyatını bastırmak için, kontrol edebilmek için, bu sefer daha çok dolar satmak zorunda kalıyor arka kapıdan. Böyle olunca bir tarafta muazzam bir altın talebi, diğer tarafta da bir kanaldan altın getirme imkânı var. Bu da tabiî ağızları sulandırıyor hâliyle. Ruşen, stüdyoda galiba bir şey izliyorsun, onun sesi mi yansıyor nedir? Benim kulağıma gelen bir ses var. 

Ruşen Çakır: Anlatacağım birazdan size o sesin ne olduğunu.

Kadri Gürsel: Peki.

Ruşen Çakır: Başka konuşacak konularımız var.

Kadri Gürsel: Deveye sormuşlar: “Boynun niye eğri?” diye. “Nerem doğru ki?” demiş. Bu üç milletvekilinin bavullarla altın getirmesi de böyle. Türkiye’nin ne kadar berbat yönetilen, aslında ne kadar kalitesizliğe uğramış bir ülke olmasıyla alâkalı. Ülkenin getirildiği nokta bu, çürümüşlük… Tabiî bu da ülkeyi çürütüyor. 

Ruşen Çakır: Kulağına gelen sesi sordun. Şu anda İstanbul’da “Analogdan Dijitale Fotoğrafın Yolculuğu Sempozyumu” yapılıyormuş. NTV, CNN Türk, Habertürk canlı veriyorlar bunu. Ses oradan geldi.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Kadri Gürsel: Kim konuşuyor orada?

Ruşen Çakır: Fahrettin Altun. Haber kanalları “Analogdan Dijitale Fotoğrafın Yolculuğu Sempozyumu”nu canlı veriyor, yani böyle bir Türkiye’deyiz.

Kadri Gürsel: Ve sen bunlara haber kanalı diyorsun.

Ruşen Çakır: Evet, üç tânesini gördüm, diğerlerine bakamadım. Kemal, şimdi Teğmenler Olayı’na geçeceğiz. Ama bizim en favori konumuz olan, adının ne olduğunu bilmediğimiz olayla ilgili bir ayrıntı üzerinde kısaca konuşalım istiyorum. O da, Ufuk Uras’ın bir tür arabulucu gibi ortaya çıkması. Bahçeli’yle görüştü, DEM Parti’ye gitti. Birçok yere demeç verdi. Bu konuda en son ben konuşayım, size empoze etmiş olmayayım. Ne diyorsun Kemal?

Kemal Can: Burada ilginç olan iki şey var. Birincisi, senin acâyip kategorinde, bu hikâyeden biraz önce de Bahçeli’nin son grup konuşmasında –ki seninle de konuştuk onu zâten ve sen de onun üstüne bir yayın yaptın–, böyle biraz resmî olarak “Erdoğan’la mutâbık kaldık” denmiş olmasına rağmen, Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili iktidar tarafındaki cevâbı çok tatmin edici bulmadığını düşünüyorum. Son konuşmasındaki vurguda, “Kürt kardeşlerime sesleniyorum…” diye başladığı, hattâ aslında konuşma bittikten sonra böyle bir paragraf ekleyerek söylediği bir şey var. Orada ilginç biçimde, “Amerika” demiyor, özel olarak “Biden” diyor: “Biden’ın üvey evlâtlarına Türk milletinin asil evlâtlarını kurban edemeyiz” diyor ve dolaylı olarak şöyle bir îmâsı da var: “Bu Amerika sizi bırakır, çünkü üvey evlâtsınız. Onun için bu uzatılan eli geri çevirmeyin ve buradaki mecbûriyetinizin farkına varın”. Çünkü Bahçeli, birinci konuşmasından îtibâren, yani Öcalan’ı Meclis’e çağırdığı konuşmasından îtibâren, herkes için; Erdoğan için, Türkiye için, Kürtler için, Öcalan için, DEM Parti için bir mecbûriyet haritası çiziyor. Aslında kimseyi iknâ etmeye çalışmıyor; bir tür, bu mecbûriyetin farkında olarak davranma tâlîmatnâmesi çıkartıyor. 

Burada Ufuk Uras’ın, haklı olarak DEM Parti’nin Bahçeli’yi çok iştahla destekleyecek çıkışlar yapamaması karşısında, böyle bir tür yumuşak temâsı mümkün kılacak bir köprü vazîfesine heveslenmesi ayrı bir şey. Bildiğim kadarıyla, Bahçeli onunla görüşmeyi kabul edip, DEM’le görüşmeyi kabul etmedi. Çünkü partiler turunda DEM Parti MHP’ye de başvurdu, ama Bahçeli onlarla görüşmeyi kabul etmedi. Fakat şimdi Ufuk Uras üzerinden DEM’e gönderdiği, hattâ sonradan yapılan söyleşilerden anladığımıza göre DEM’e ilişkin iyimserce birtakım sözler de söylediği bir görüşme yapıyor. Dolayısıyla, ben konuyu biraz o tarafından okuyorum. Yani ben Ufuk Uras’ın niye gittiğinden daha çok, “Bahçeli neden kabul etti ve neyin taşınmasını arzu etti?” diye düşünüyorum. Ben önümüzdeki zamanlarda, özellikle iktidârın ve Erdoğan’ın yapacaklarına bağlı olarak süreç değişebilir, ama birtakım üçüncü aktörlerin, başka seviyede de üçüncü aktörlerin bu konuda devreye girme gayretleri gösterebileceklerini ve bunun da özellikle Bahçeli tarafından destekleneceği kanaatindeyim. Çünkü Erdoğan, Bahçeli’yle görüşmesinden sonra kendi partisine yaptığı açıklamada, “Biz zâten hep mutâbakat içerisindeydik” değil, “Mutâbık kaldık” diyor. Çünkü kendisi çıkıp bir açıklama yapmadı. Bunlar duyum bilgileri olarak MYK’ya yaptığı açıklamanın sızan bilgileri. “Mutâbık kaldık” dediğini öğreniyoruz. Bence şimdi Bahçeli, çıkışıyla aldığı inisiyatifi devam ettirmek, ama büyük bir atakla değil bir tür rölanti pozisyonunda devam ettirmek ve kendisiyle temâsa gelecek başka ilişkilere de kapı açmakla ilgili bir hamle yaptı. Burada tabiî sen muhtemelen sonda daha çok gidene dâir bir şeyler söyleyeceksin, ama ben görüşmeyi kabul edene dâir konuşmuş olayım. 

Ruşen Çakır: Bakalım Kadri ne söyleyecek? Gidene mi kabul edene dâir mi? Kadri Bey.

Kadri Gürsel: Kabul edene dâir görüşlerim biliniyor zâten. Burada haftalardır bu konuyu konuşuyoruz. Benim bu konuda söyleyecek yeni bir sözüm yok, başından beri ne söylediysem aynı noktadayım. Hattâ benim, “Bahçeli el uzatmışsa, bu hamle, bu jest aslında Kürt sorununun çözülmeyeceğinin delîlidir” mânâsına gelen sözlerimi, sen kinâyeli bir şekilde, “Biz yayın yaptık ve o konuşmanı bölüm bölüm verdik. Ama sonra bak Bahçeli konuşma yaptı…” dedin. Sanki ortada gerçekten bu doğrultuda bir yönelim varmış gibi, “Bak, haksız çıktın” demeye getirdin. Ben hiç o kanaatte değilim, o sözlerimin de arkasındayım. Eğer konumuz buysa, Türkiye’de Kürt sorununu çözmekse, bu, Bahçeli’nin altından kalkabileceği bir misyon değildir. Bahçeli bunu yapamaz, başaramaz, MHP de yapamaz bunu. Kolaylaştırıcı bir rol üstlenebilir üstlenemez, o ayrı bir bağlamda tartışılır. 

Ama Ufuk Uras’ın pozisyonunu biliyoruz zâten. Ufuk Uras kendisini unutturmuş zannedilebilir. Özellikle 2016’dan sonra çok fazla aktif bir konumda görmüyorum kendisini. Ama öncesinde, AKP iktidârını destekleyen, hattâ AKP iktidârının yandaşı konumunda olan bir “sosyalist”ti — AKP iktidârını destekleyerek nasıl sosyalist olunabiliyorsa? Bu şekilde olumlu bir şeyler bulup, çıkartıp, böyle bir pozisyon inşâ etmişti kendisine. Kambersiz düğün olmaz. İşte, o kamber de herhalde Ufuk Uras’tı. Daha önce de bu işlerde rol almış, hattâ bir şekilde aktörleşmiş bâzı insanlar, bu yeni durum hakkında fevkalâde sitâyişkâr sözler söylediler, birileri eksik kalmıştı, Ufuk Uras’la da bu tamamlandı. Ama niye tamamlandı? Ufuk Uras burada tamâmen, Anglosaksonların Damage Control dedikleri hasar kontrolünü yapıyormuş. Ufuk Uras, Bahçeli’yle görüşme talebinde bulunmuş. Görüşmede Bahçeli, Ufuk Uras’a, Erdoğan’ın kendisine “Bu sorunları kendi başımıza, başkalarını karıştırmadan çözelim” teklifini götürdüğünü aktarmış. Demek ki Erdoğan geçen ayın başında Bahçeli’yle bunu konuşmuş. Bu durumda birlikte hareket ettiklerini de çok net olarak söylemiş oluyor aslında. Bahçeli bunun üzerine, “Peki bunu kim yapacak? DEM grubuna gittim, el sıktım, başsağlığı diledim” demiş. Ben bunları Candan Yıldız’ın yazısından aktarıyorum.

Bahçeli’nin DEM grubuna gidip el sıkıştığı o fotoğrafa baktığınızda, arkasında eski İçişleri Bakanı Efkan Âlâ’yı görüyoruz. İktidârın bundan haberi vardı tabiî ki. “İktidârın” derken Erdoğan’ı kastediyorum. Ufuk Uras’la bu konu nasıl konuşulabilirse… Aslında kamuoyuna duyurmak ve yansıtmak istedikleri şeyler. Yani “Bunu dış dinamiklerle yapmayalım. Bu iş 1967’den beri tıkandı, gelin bu işi çözelim.” Ben bu tartışmayı tekrar açmak istemiyorum ama, aslında konu hiç de böyle değildi. Buradaki bütün murat, Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesinin imkânını sağlayacak bir anayasa değişikliğine DEM Parti’nin desteği olduğu, bunun karşılığında da Bahçeli’nin istedikleri tabiî ki maksimalist şeylerdi. Hadi diyelim ki bu “devlete devlet olma” anlayışı onu karşılayabilir, hukuken mümkün değil ama diyelim ki karşıladı. Sonuçta ABD’nin vesâyeti altına girmiş bir örgütten silâhlarını bırakmasını istiyorsun. Her şeyini bırakacak, teslim olacak, gelip cezâsını çekecek. Ne karşılığında olduğunu söylemiyorsun. En tepe noktada en maksimalist şeyi söyleyip, karşılığında ne vereceğinin ucunu bile göstermediğin sürece, vereceğin belki sâdece bir konfor alanı, o kadar. Uzatmayayım. Ben Ufuk Uras’la Bahçeli’nin görüşmesine zerre kadar değer vermiyorum, onu söyleyeyim. Bu iktidârın artık süreç kurgulama, uygulama kapasitesi yerlerde geziniyor. Çok zayıflamış durumda. İleride belki bir pazarlık kapısı tekrar açılır, ama üç haftada gerçekten bütün dinamiğini bitirdi. Şimdi, iktidârın bunun altına bez bağlama gibi bir derdi var. Bahçeli bu olayda bir numaralı aktör gibi gözüktüğü için –daha önce açıkladığım nedenlerden dolayı Tayyip Erdoğan geride kaldı– Ufuk Uras aracılığıyla da bu bez bağlama işini gerçekleştiriyorlar. Hasar kontrolüdür, başka hiçbir amacı yoktur. Değer vermiyorum. 

Ruşen Çakır: Evet. Söylenecek çok şey var. Bahçeli, “Siz Soros’çu olmadığınız için sizi kabul ettim” demiş. Demiş olabilir. Ufuk Uras bunu kendisiyle röportaj yapıldığında aktarmış. Burada Soros’çu deyince akla kim geliyor? Tabiî ki öncelikle Osman Kavala geliyor. Osman Kavala kaç yıldır hapiste?

Kadri Gürsel: Yedi. Yedi yılı geride bıraktık.

Ruşen Çakır: İnsan o cümleye bir cevap verir. “O bana böyle dedi, ben de ona şunu dedim.” Ama o cümleye bir cevap yok. Böyle olduktan sonra, tabiî ki her şeyi konuşursunuz. Bahçeli “Soros’çu” diyerek bütün Gezi dâvâsını, Osman Kavala’yı, birçok kişiyi kastediyor. Tamam, olabilir, ama orada bir duruş sergilemeyeceksen sen neyin arabulucusu olacaksın? Sâdece herkesi dinleyip, sâdece herkesin suyuna giderek bu iş olmaz. Türkiye’nin Kürt sorunu ve PKK sorunu, Ufuk Uras’ın arabuluculuğunu kaldıramayacak kadar, daha doğrusu onunla çözülemeyecek kadar büyük bir sorun. Birçok şey yanlış başladı, ama o başlangıç, yani şimdi ilk ortaya çıkan, arabulucu gibi olan kişi o olunca, açıkçası çok da fazla bir şey beklememek gerektiği düşüncesinin bende bir kere daha depreştiğini söyleyeyim. Çok uzatmayayım.

Kadri Gürsel: Ruşen, çok özür dileyerek iki cümle daha söyleyeceğim. Bak bu yeni şeyde yeni isim yok, iktidar yeni isim üretemedi. Anlatabiliyor muyum?

Ruşen Çakır: Tamam, anlıyorum. 

Kadri Gürsel: Birincisi şu: Aslında hepsi sicili bozuk tipler. İkincisi de, Bahçeli’nin “Soros’çu” diye kastettiği şey, aslında doğrudan Osman Kavala ve Gezi mahpusları değil. Soros’çu diye kastettiği, dünyayla ilişkisi olan, yani ufku Türkiye sınırlarının ötesine geçen, dünyayı kavrayan, dünyayı anlayan ve dünyalılarla ilişkisi olan tüm Türk insanları. Tüm Türkiye!de yaşayan bütün gazeteciler, akademisyenler, vs.. 

Ruşen Çakır: Tabiî, ama ilk aklıma gelen elbette Osman Kavala, diğerleri, hepimiz. Meselâ kabul ettiğini duyduğumuz zaman “Hadi ya!” diyeceğimiz bir isim olsaydı, belki üzerinde bir şeyler konuşurduk. Neyse şimdi isim zikretmeyeyim. Son olarak teğmenler meselesini hızlıca konuşalım. Bu olayda ısrarlı bir şekilde, “Bu bir disiplin soruşturmasıdır” diye açıklamalar yapılıyor. İktidardan gelen birtakım bilgi notları var. Bakıyorum da iktidar yanlısı bâzı köşe yazarları onu olduğu gibi kullanmışlar. Yani olay “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” olayı değil, olay, “kılıç çatma” olayı da değil. Belli ki orada bâzı genç teğmenleri “disiplinsizlik” adı altında ordudan atacaklar, öyle gözüküyor. Bir tarafta, bunu yeni bir kutuplaşma, eski tür, tekrar laik-anti laik, askerî vesâyet gibi şeyler için kullanmak isteyen bir iktidar var. Ama diğer taraftan da iktidar içinde bunların artık ters tepeceğini düşünen birileri var sanki. Ne diyorsun Kemal? Bu olay da yeni bir Ekrem İmamoğlu Dâvâsı gibi uzayacak mı? Ama herhalde kısa süre içerisinde bir şeyler olacak gibi gözüküyor. 

Kemal Can: Bilmiyoruz. Dâvâlar açıldığında üç aşağı beş yukarı niye açıldığı ya da bunun siyâsî muhtevâsı hakkında, çok da gizli olmadığı âşikâr birtakım bilgilere sâhip oluyoruz. Ama genellikle dâvâlar açıldıktan sonra gelen reaksiyonlar, o dâvânın seyri, sürmesi ya da bir an önce bitirilmesi konusundaki karârı etkiliyor. Çünkü olay, hep konuştuğumuz gibi hukukî mülâhazalarla olmadığı için, onun siyâsî etkilerine göre dâvâların seyri de değişiyor. Bu hâdiseyi nasıl kullanmayı düşünüyorlar ve bu teğmenler dâvâsına verilecek reaksiyonun nasıl bir içerik kazanacağına bağlı olarak süreçte belirlenecek bence. Bir an önce birkaç kişiye bir cezâ vererek kapatacaklar mı? Yoksa bu dâvâyı biraz daha uzatmayı mı tercih edecekler ya da kapsamını biraz daha büyütmeye mi yönelecekler onu göreceğiz. 

Ben burada iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bir tânesi, bu hâdise ilk olduktan sonra, iktidar çevreleri henüz bu hâdiseye nasıl tepki vereceklerini kestiremezken, Erdoğan çok yüksek perdeden, “O kılıçları kime sallıyorsunuz?” diye bir çıkış yaptı. O çıkıştan sonra, hâdise birdenbire hızlandı. Erdoğan’ın “Kılıçları kime sallıyorsunuz?” hikâyesinde kastettiği şey, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye yapılan bir yeminle, eskinin o vesâyet tartışmalarını, kutuplaştırma tartışmalarını hatırlatan bir îmâya dayanıyordu. Açılan dâvânın, “Disiplin meselesi, emre itaatsizlik, bu olay ordu içinde kabul edilemez” gibi Millî Savunma Bakanlığı’nın yaptığı resmî açıklamalara sıkıştırılarak yürütülmeye çalışıldığı bir tabloyla karşı karşıyayız. Burada bence, bir süre önce AKP çevrelerinde ve zaman zaman Erdoğan’ın da dile getirdiği, “Mustafa Kemal yaşasaydı AKP’ye üye olurdu” söylemi, Kemalistlerin veya kendince “Gardırop Atatürkçüleri” dediği kişilerin en çok Mustafa Kemal’e zarar verdikleri gibi tezlerin arkasında, aslında Mustafa Kemal’i baz alarak, Atatürk’ü işâret ederek, toplumda bir kutuplaştırma yaratmanın riskleri var. Çünkü pek çok araştırmada, bu memleketin yaklaşık %80’inin, belki de daha fazlasının, Atatürk’le ilgili gayet olumlu kanaatlere sâhip olduğu ortaya çıktı. Dozu, derecesi değişebilir, bağlılık derecesi de değişebilir. Ama hakîkaten, bir özel sembol olarak Atatürk ya da Atatürk isminin temsil ettiği şey konusunda, bu memlekette kutuplaştırmayı buradan kuracak birinin çok fazla kazanabileceği bir şey yok. Ama bu, “Bu sevgiyi ya da bu olumlu düşünceyi birileri hak etmemiş ve yanlış biçimde kullanıyor” imajı üzerinden, aslında yine bir popülist diskur üzerinden kullanıma sokuluyor. “Bizim derdimiz, Atatürk demeyi çok tercih etmeyip, ‘Mustafa Kemal’ ya da ‘Gazi’ diyerek değil, ama onu kullanarak darbe îmâsı, kılıç sallamak, parmak sallamak, vesâyet hevesi filan kabul edebileceğimiz şeyler değil” teması üzerinden bir şey kuruluyor. 

İktidârın bunu niye yaptığını ve aslında burada nasıl bir problem gördüğü için buna böyle bir karşılık verdiğini başka örneklerle de biliyoruz. Ama buna verilen reaksiyonla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Bugünkü basın toplantısında Özgür Özel, “Bu iktidar bize birtakım tuzaklar kuruyor. Bizim eski CHP gibi olmamızı, Atatürk söz konusu olduğunda büyük bir reaksiyon vermemizi istiyor. Evet, biz teğmenlerle ilgili gereken karşılığı veririz, ama biz bu oyuna düşmeyeceğiz, bu reaksiyonu vermeyeceğiz. Biz onlara bu kozu vermeyeceğiz. Hattâ bu teğmenler meselesi aslında Erdoğan’la benim aramda” diyor. Yani “Aslında Erdoğan bize yapıyor” diyor. Fakat bu yaklaşımda şöyle bir şey var: “O sarı öküzü vermeyecektik” meselesi var ya; sürekli kurban vererek, sürekli birtakım dâvâlarda, “Asıl mesele bizi bir kutuplaştırmanın içine çekmek, asıl mesele bizi başka türlü göstermek, asıl mesele biziz, asıl hedefteki bu,” diyerek, gayet açık olan haksızlıkları, hukuksuzlukları ve mağdûriyetleri dikkate almadan, buna çok güçlü cevaplar üretmeden, “Gökkubbeyi indiririz, şöyle direniriz, böyle bilmem ne yaparız” gibi retorik söylemlerin bir karşılığı olmuyor. Bu tür şeyler olmadığında da o kutuplaştırmadan kaçmış oluyorsunuz. Biçilmiş role veya tuzağa düşmüş olmuyorsunuz, ama bir başka şeyi yaratmış oluyorsunuz. “Bizim de yanımızda birileri var, haksızlığa uğradığımızda bunu güçlü biçimde dile getirecek, bunu savunacak ve bu haksızlığın sonuç vermesine engel olacak bir şey var.” Dolayısıyla, “İşte bu kıymetli” dedirtecek bir pozisyon da almıyorsunuz. Hattâ gidip MİT Başkanı’ndan kendinize katılacak insanlar için güvenlik soruşturması talep ettiğinizi açıklamakta bir sakınca görmüyorsunuz. Burada bir tuhaflık olduğu kanaatindeyim. Teğmenler olayı vesîlesiyle, yine bir muhâlefete muhâlefet edesim geldi. 

Ruşen Çakır: Kadri Bey, sizinle sonlandıralım.

Kadri Gürsel: Evet, galiba alışılmış süremizi bayağı aştık. Şimdi şöyle: İktidar 15 Temmuz 2016 darbe girişimini fırsat bilerek, kurumlarından Fethullahçılıkla, Fethullahçı örgütle alâkalı olanları temizlemek ve tasfiye etmekle pekâlâ yetinebilecekken, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin kadrolarını yetiştiren tüm kurumları yıkmak ve yerine yenilerini kurmak gibi bir yol seçti. Bunlar gerçekten artık her türlü revizyonu ve tâmiri kabul edemeyecek kadar berbat durumda olan kurumlar mıydı? Bu tartışılması gereken bir şey. Bu arada askerî liseleri de kapattılar. Askerî liselerin yanında, Harp Okulları’nı da sözde sivilleştirdiler, adını değiştirdiler. Gülhane Askerî Tıp Akademisi’ni kapattılar. Böyle bir şey yaparak, aslında askerî hekimlik müessesesini ortadan kaldırdılar. Millî Savunma Üniversitesi’nin başına, milliyetçi-mukaddesatçı bir târih hocasını sivil rektör olarak atadılar, dekanları da sivil. Aslında buradaki amaçları ideolojik bir transformasyondu. Yani Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin subay kadrolarının ideolojik transformasyonu. Bu, Pakistan’daki gibi siyâsal İslâmcı subaylar yetiştirmek anlamına gelmiyor. İran’daki gibi doğrudan rejimi savunan, rejimin muhâfızı konumunda olan ayrı bir güç teşekkül etme yoluna da gitmediler. O ayrı bir konudur, tartışılır. Ama ortaya şunu çıkardılar, asıl amaç buydu çünkü. Daha çok, Atatürk’te ve Atatürkçülükte anlamını bulan bir ideolojiyi içselleştirmiş bir subay kadrosunun, subay nesillerinin yetişmesini önlemekti. 

Ben bunu şöyle görüyorum: İlk aşamada tamâmen siyâsî iktidârın hizmetinde ve siyâsî iktidarla ideolojik herhangi bir çelişkisi, derin bir çelişkisi olmayan bir genç subay kadrosu yetiştirmek ve onu, öncelikle bu iktidârın dış politikasında ve dış güvenliğinde, iktidârı sorgulamayan bir subay kadrosunu rahatça kullanmak. Zâten Türk Silâhlı Kuvvetleri iç güvenlik alanından önemli ölçüde çıkarıldı. Ama 2024’teki bu mezuniyet töreninde yaşananlar onlara bu konuda hiç de başarılı olamadıklarını gösterdi ve bu gerçekten bir hayal kırıklığına yol açtı. Ben öyle görüyorum. Duygusal açıdan baktığımızda, konu yenilir yutulur gibi değil; hazmı çok zor bir durum, çok zor bir tablo. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Kemal,”Türkiye’ye sorduğun zaman %80’i kendisini Atatürkçü olarak görüyor” dedi. Ama diğer tarafta da böyle kılıç çatıp, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atmış genç teğmenler de var. Bu başarısızlığı nasıl yönetecekler? Bence yönetemiyorlar, yönetemeyecekler. Çünkü Erdoğan en başta, “O kılıçlar kime çekildi?” diye bir tepki gösterdi olaydan dört gün sonra; yine uzun bir süre geçtikten sonra düşündü taşındı, orada işâreti verdi. Burada “kelle” isteniyor. Fakat bu bence bir infiale de yol açabilir. Dışa yansımaz, ama insanların içinde yaşadıkları bir infiâle yol açabilir ve bunun, olacak siyâsî sonuçlara katkısı olur. 

Meselâ bunu gerçekten bir disiplin suçu olarak görüp, bu teğmenleri orduda tutup, disiplin suçunun gereği neyse –terfî cezâsı olabilir, terfîi geciktirilebilir gibi– bunu bu şekilde geçiştirmeyi beceremiyorlar. Belki de bu konuda bir Ufuk Uras’ları olmadığı içindir. Bunu yapamıyorlar. Çünkü çok handikaplılar. Burada kendi içlerinde ciddî mânâda bir ideolojik kutuplaşma yaşıyorlar. Yani Türkiye’yi kutuplaştırdıklarından değil. Kendilerinin Atatürk’le, Atatürkçülükle, Türk Silâhlı Kuvvetleri’yle yaşadıkları, o geçmişteki bütün anılarıyla da biçimlenmiş, aslında çok acı bir kutuplaşmanın esîri olmuş durumdalar. Kutuplaşma kendi içlerinde ve ben buradan siyâsî hasarla çıkacaklarını düşünüyorum. Yönetecek kadar soğukkanlı olamıyorlar, dengeli düşünemiyorlar, muhâkemeleri çok zayıf. Gösterdikleri tepki çok saçma. Kılıç çatmak zâten yemin törenlerinde yapılan bir şey. Subaylar törenlerde kılıç çatarlar; bu, kılıç çekmek değildir. Orada onu kılıç çekmek gibi yansıtıyor şimdi. Dolayısıyla burada muhâlefete büyük bir rol düşüyor. Yapıcı mânâda büyük bir rol düşüyor. Yani ülkeyi kutuplaştırmak anlamında değil, gerçekten bu sorunun suhuletle halledilmesi açısından büyük bir rol düşüyor. Teğmenleri ordudan atarak, gerçekten kamuoyu vicdânında çok derin bir yara açacaklarını düşünüyorum. 

Bir cümle daha… Bu zâten resmî bir tören değil. Bu, kendi aralarında yaptıkları bir kutlama ve belli ki buna izin verilmiş. Çünkü askerî geleneklerde bu töreni okulun birincisi yönetiyor ve devlet ricâli de alanı terk ettikten sonra, oradan ayrıldıktan sonra oluyor. Şimdi bir dahaki yıl aynı şeyin tekrar etmemesini istiyorlar. İbretlik bir cezâ vermek istiyorlar, ama henüz bu cezânın ne olacağına bir türlü karar veremiyorlar. Yoksa bu bir disiplin suçu, çok basit bir şey ve çok kısa sürede hallolurdu. Halledemediklerine göre zor durumdalar. 

Ruşen Çakır: Bayağı uzun bir yayın oldu, ama kapatmadan önce bir iki not düşmek istiyorum. Nergis Demirkaya, Gazete Duvar’da, “Ahmet Türk’ün Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmesi bekleniyor” başlığıyla bir haber yazmış. Ahmet Türk, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’in, iktidar nezdinde birtakım girişimlerde bulunacaklarını açıklamış. Nergis’in bu haberini bir not olarak düşelim. Bir başka haber de Ufuk Uras’ın Ertuğrul Özkök’e verdiği röportaj. Ertuğrul Özkök ona, “Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş konusunu açtınız mı?” diye sormuş. O da “Hayır açmadım. Bu konunun önemini ben de çok iyi biliyorum, ama açmadım. Sâdece genel olarak hukukun üstünlüğü gibi konulara değindim. Nedeni şu: Çok güzel bir girişim oldu. Bu çok önemli gelişmede görüş ayrılıklarından ziyâde, görüş birliği olan konularda ilerlemeyi tercih ettim” demiş. Ufuk Uras Nagehan Alçı’ya da bir röportaj vermiş. Kadri, bu seni daha fazla ilgilendiriyor.

Kadri Gürsel: Seni üzmek istemem ama, hayır, ilgilendirmiyor. 

Ruşen Çakır: Nagehan Alçı’ya, “Benim gördüğüm, ciddî bir hazırlık var. Bu kısmî bir af ya da anayasada anadille ilgili bir şey olabilir” demiş. Bir yerlerden bir şeyler varmış gibi yapılmaya çalışılıyor. Ama bu olayın promosyonunu yapan kişilere baktığım zaman, benim beklentilerim otomatik olarak azalıyor tabiî. Neyse, burada noktayı koyalım, bayağı uzun bir yayın oldu. Bir saat 20 dakika kadar oldu. Evet, rekor kırdık galiba.  

Kadri Gürsel: Umarım rahat izlenen bir program olmuştur. 

Ruşen Çakır: İnşallah. Kemal Can ve Kadri Gürsel’e çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.