Siyasi tartışmaların ahlaki zeminde yürütülmesi bir zorunluluk değil. Çünkü hayatta kimsenin tam olarak kontrol edemediği bir çoğulculuk var. Farklı kültür kodları, değerler, yaşam tarzları ve çıkarlar insanları birbirinden ayırıyor. Hatta birbiriyle karşı karşıya getiriyor. Dolayısıyla siyasetin temeline ahlakı koymak, aslında siyasal süreçleri tıkayan bir çıkmaz sokak. Öte yandan siyaseti ideolojiye, ideolojiyi ahlak ve felsefeye bağlayan büyük gelenekleri yadsımak da mümkün değil. Bu nedenle verdiğiniz veya vermekten kaçındığınız siyasi kararlar sıklıkla etik politik bir düzlemde yorumlanıyor.
Hele ki savaş gibi insan hayatını doğrudan ilgilendiren bir hususta bahsi geçen etik hassasiyet daha da yoğunlaşıyor ve kendinizi siyasetten çok ahlakın ve doğal hukukun alanında buluyorsunuz. İsrail’in İran’a saldırısı da bu nedenle etik politik bir bağlamda yorumlanmaya çok açık. Çünkü savaş kimin kime ne kadar füze attığı meselesiyle sınırlı bir simülasyon evreninden ibaret değil. Şüphesiz ki savaşlar hakkında, tıpkı hava durumunu yorumlar gibi her türlü insani kaygıdan uzak, salt jeopolitik düzlemde yorumlar üretmek mümkün. Ama akıl karar verip tercihte bulunmaya, vicdan da o kararları sorgulamaya yatkın olduğundan kim haklı sorusundan kurtulmamız imkânsız.
İsrail’in nükleer kapasitesi neden sorgulanmıyor?
Son gelişmeleri ele aldığımızda tabii ki İsrail haksız bir konumda. Gazze’ye son iki yılda yaşatılanları bir kenara koysak dâhi, İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşa adil dememiz olanaksız. İran’ın nükleer silah sahibi olma olasılığı ona savaş açılması için yeterli bir neden olamaz. Nükleer silahlanma şüphesiz dünya barışı için bir tehdit. Fakat bu tür silahlara sahip olmayı yasaklayan bir uluslararası hukuk kuralı yok. Üstelik nükleer silah sahibi olmak, otoriter rejimler için dış müdahalelerden sakınmanın en etkin yolu. Dolayısıyla Kuzey Kore ve İran gibi rejimlerin nükleer silahlanma arzularının rasyonel bir zemini var. Kaldı ki nükleer silahlanma kötü bir şeyse İsrail’in nükleer kapasitesinin neden sorgulanmadığı sorusunu sormak gerekir.
Buna karşılık olarak, demokratik ülkeler ile demokratik olmayan ülkelerin nükleer silah sahibi olmalarının aynı kefeye konulamayacağı, otoriter ülkeler söz konusu olduğunda savaş ve saldırganlık riskinin daha fazla olduğu söylenebilir. Ancak bu argüman da ikna edici sayılmaz. İsrail, Yahudi nüfusun siyasal hakları ve kamusal alana erişimi göz önüne alındığında kuşkusuz Ortadoğu coğrafyasının en demokratik ülkelerinden biri. Yine de tarihi savaş ve soykırımların tarihinden bağımsız ele alınamıyor. Gelişmiş burjuva demokrasileri olan ABD, İngiltere ve Fransa’nın tarihi bakiyesi de ortada. Dolayısıyla nükleer silahların yayılmasının dünyanın tamamı için genel bir risk teşkil ettiği doğru olsa da İsrail’in sahip olduğu askeri kapasiteye bir başka bölge ülkesinin de erişme niyetini, savaş ilanı için haklı ve yeterli bir neden olarak görmek mümkün değil.
İsrail mi İran mı?
İran’a karşı haksız bir savaş ilan edildiyse, İran rejiminin bu savaşta haklı taraf olduğu sonucuna varabiliriz. Sonuçta İsrail kendi içerisinde apartheid benzeri bir sistem uygulayan ayrımcı bir ülke, ABD ise küresel bir emperyalist. İran’ı bu iki ülkeye karşı desteklemek siyaseten değilse bile ahlaken son derece makul, hatta zorunlu görünüyor. Nitekim Türkiye’de de pek çok kişi ahlaki bir duruşun, anti-emperyalist tavrın gereği olarak İran’dan yana bir tutum sergilenmesini istiyor. Ancak İsrail’e karşı İran’dan yana tavır alırken dikkatli olmak gerek. Çünkü İran kendi halkına sistematik şekilde şiddet uygulayan bir devlet. Başörtü takmadığı veya rejimin istediği şekilde örtünmediği için karakollarda işkenceyle öldürülen kadınları unutmuş değiliz. Devrim Muhafızları’nın karargahları devrimi sadece dışarıya değil, aynı zamanda halka karşı da koruyor. Bir diğer ifadeyle İsrail’in İran’a karşı başlattığı savaşın haksızlığına karşın, İran’daki rejimin bizatihi kendisi gayrı-meşru ve kendi halkına karşı on yıllardır haksız bir savaş yürütmekte. Yaşam hakkı başta olmak üzere vatandaşlarının en temel haklarını tanımayan, bunları sistematik bir biçimde reddeden bir rejimi hak sahibi bir ahlaki özne olarak kabul edebilir miyiz? Bir diğer ifadeyle, yurttaşlık haklarının reddi üzerine kurulmuş bir rejime “haksızlık” yapmak mümkün müdür? Bu sorulara kesin bir cevap vermek kolay değil.
Pek çok insan için İran’ın bu savaştaki haklılığının en önemli dayanağı, emperyalist güçlerle karşı karşıya geliyor oluşu. İran rejimi ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları ile mücadele ettiği için anti-emperyalist bir duruşa sahip kesimlerin sempatisine mazhar oluyor. Oysa bir devletin İsrail karşıtı olması ona kendiliğinden bir ahlaki üstünlük sağlamayacağı gibi, ABD ile karşı karşıya gelmesi de onun anti-emperyalist olduğunu göstermez. İran teokrasisi uzun yıllar boyunca kendi rejimini diğer ülkelere ihraç etmeye ve nüfuz alanını genişletmeye çalışmış, bu uğurda ülkemizde dâhi siyasi cinayetlere adı karışmış, ancak bu stratejiden istediği sonucu alamamıştı. Dolayısıyla İsrail’e karşı İran’ın yanında saf tutmak emperyalizme karşı durmaktan çok, jeopolitik emellerini henüz gerçekleştirememiş, başarısız bir emperyalist rejimin yanında durmak anlamına gelir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Hangi kötüyü tercih edeceğiz?
Öyleyse kendimize şu soruyu sormalıyız: Hangi kötüyü tercih edeceğiz? İsrail-ABD ittifakının başlattığı haksız savaşa karşı çıkarken aynı zamanda İran’dan yana olmamak mümkün mü? Gündemin sıcaklığı içerisinde bu soruya olumlu yanıt vermek kolay değil. Oysa yapılması gereken tam da bu. Her olayı ahlaki dikotomilere indirgeyerek bizden taraf tutmamızı talep eden popülist kitle siyasetinin etik politiğine direnmek ve siyasal tartışmaları dikotomiler üzerinden yürütmemek gerekiyor. Hayatın gerçekliği etik politik söylemlerde sunulandan çok daha karmaşık ve nüanslı. Bu karmaşıklığın içerisinden birbiriyle çelişen ve eşit oranda geçerli çok sayıda yorumu üretmek mümkün.
Öyleyse en makul yol aklı selimle, çoklu gerçeklik olasılığını kabul ederek, devletlerden çok bireylerin haklarını ve insanlık onurunu öne çıkaran bir perspektif lehine kamusal tartışmaları zenginleştirmekten geçiyor. Bunu başarabilmenin ve politikada ısrar etmenin birinci şartı ise, mevcut durumun bir karar talep ettiğine ve somut gerçeklik karşısında yapılması gereken ahlaki-politik seçimin apaçık ortada olduğuna dair telkinlere direnmek.