ABD Başkanı Donald Trump, İsrail ile İran arasında tam kapsamlı bir ateşkes konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu. Peki İsrail-İran savaşında ateşkes kalıcı olacak mı? Transatlantik’te Ruşen Çakır ve Gönül Tol son durumu yorumladı.
İsrail ile İran arasındaki çatışmanın 12. gününde ABD Başkanı Donald Trump, savaşın sona ermesi için ateşkes anlaşmasına varıldığını açıkladı. 13 Haziran’da İsrail’in İran’a yönelik saldırısıyla başlayan çatışmalarda ABD, 22 Haziran’da doğrudan İran’daki nükleer tesisleri vurarak savaşa dahil olmuştu.
İsrail-İran savaşı: Ne olmuştu?
İsrail ile İran arasındaki çatışmanın 12. gününde ABD Başkanı Donald Trump, savaşın sona ermesi için ateşkes anlaşmasına varıldığını açıkladı. 13 Haziran’da İsrail’in İran’a yönelik saldırısıyla başlayan çatışmalarda ABD, 22 Haziran’da doğrudan İran’daki nükleer tesisleri vurarak savaşa dahil olmuştu.
Trump, 22 Haziran Pazar günü Fordo, Natanz ve İsfahan nükleer tesislerinin vurulduğunu duyurdu. Trump, operasyonu, “çok başarılı bir saldırı” olarak nitelendirdi.
Bu savaşın “12 Gün Savaşı” olarak anılması gerektiğini savunan Trump, çatışmaların sürmesi durumunda “Tüm Ortadoğu’nun yok olabileceğini” ancak bunun yaşanmayacağını söyledi.
Açıklamasının ardından NBC News’e konuşan Trump, ateşkesin süresine ilişkin “Bir limiti yok, sonsuza kadar sürecek” dedi.
ABD basınına isimsiz kaynaklarca sızdırılan Pentagon raporuna göre, yer altındaki tesisler ciddi bir zarar görmedi. Saldırılar sonrası İran’ın nükleer programı sadece birkaç aylık bir duraksamanın ardından yeniden başlayacak durumda.
Rapora göre, Fordo’daki yeraltı zenginleştirme merkezi ciddi hasar almamıştı. Uranyum zenginleştirilen ana bölümlerin derinliğinin, ABD’nin kullandığı GBU-57 “bunker buster” bombalarının etkinliğini sınırladığı ifade edildi. Pentagon daha önce de bu bombaların Fordo’yu tamamen imha edemeyeceği konusunda iç brifinglerde uyarılmıştı.
ABD ve İsrail, düzenledikleri saldırılarla İran’ın nükleer altyapısına büyük darbe vurduklarını açıkladı. Ancak sızdırılan ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) istihbarat raporu, Fordo gibi yeraltı tesislerinin ayakta kaldığını, uranyum stoklarının ise önceden taşındığını ortaya koydu. Uzmanlar, “nükleer program aylar içinde kaldığı yerden devam edebilir” diyor.
İran, 25 Haziran Çarşamba günü üç kişiyi idam etti. Mizan haber ajansına göre, idam edilenler “Mossad ile işbirliği içinde hareket etmek” ve “bir suikastta kullanılmak üzere ülkeye ekipman
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta Ömer Taşpınar maalesef yok. Gönül Tol’la, Ortadoğu’yu, savaşı ve İsrail’in bölgede güçlenen konumunu konuşacağız. Gönül, merhaba.
Gönül Tol: Merhaba, Ruşen.
Ruşen Çakır: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Şu anda ateşkes halindeyiz, değil mi? Çünkü en son ateşkesi karşılıklı ihlal ettikleri için Trump çok kızmıştı. Ama şu anda ateşkes sürüyor gibi. Bu kalıcı bir ateşkes olacağa benziyor mu, ne dersin?
Gönül Tol: Olabilir, çünkü her iki taraf da, özellikle yaptığı misillemenin doğasına baktığımızda İran, Amerika’nın saldırısına, Katar’daki Amerikan üssüne saldırarak yanıt vermişti. Ama bu aslında Amerikalılara daha önceden haber vererek, özellikle seçtiği bir hedefti. Neden Katar’ı seçti? Çünkü Körfez ülkeleri arasında İran’ın kendine en yakın bulduğu ülkelerden bir tanesi Katar. Körfez ülkelerindeki diğer Amerikan üslerine saldırsaydı o zaman bu ülkelerle ilişkileri çok gerilebilirdi. O nedenle Katar’a da haber verdi, Amerika’ya da haber verdi ve zaten Katar’daki o El Udeyd üssü çok önemli bir üs. Fakat yerleşim yerlerinden uzakta ve bu üssün içerisinde Amerikan askerlerinin aileleri yok. Dolayısıyla bir sivili vurma tehlikesi yoktu ve zaten Amerikan askerleri üssü terk etmişti. Dolayısıyla bu bize mesajını İran’ın tansiyonu düşürmek istediğinin mesajını veriyor. Trump bu açıklamayı ilk yaptıktan sonra, Twitter’da sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada ‘’bir ateşkese varıldı’’ demişti. O açıklamanın ardından taraflar birbirine saldırmaya devam etti. Fakat şimdi görünen o ki bir ateşkese varılmış. En azından İran’ın perspektifinden baktığımızda, İran’ın bunu daha fazla tırmandırmak istemediğini görüyoruz. Burada bence asıl endişe edilmesi gereken İsrail. Çünkü Netanyahu’nun bundan sonraki adımının ne olacağını bilmiyoruz. Sonuç olarak, İran bu ateşkesinin devam etmesini istiyor, fakat İsrail’den emin değilim.
Ruşen Çakır: Burada, Pentagon’dan bir analiz sızdı biliyorsun. İran’a yönelik bu saldırıların İran’a çok ciddi zayiat vermediği, zaten uranyumların taşınmış olduğu, birkaç ay içerisinde tekrar kaldığı yerden devam edebileceği yönünde. Ve Trump başta olmak üzere Amerikan yönetimi buna çok kızdı; bunun doğru olmadığını, çok başarılı olduğunu söylediler. Burada genel eğilim, daha tarafsız bakan uzmanlar neye yakın? Gerçekten İsrail ve ABD, özellikle nükleer konusunda İran’a gerçekten çok ciddi darbeler indirdiler mi, yoksa o sızdırılan belgedeki gibi, İran zaten hazırlıklıydı, tedbir almıştı ve çok da fazla zarar görmedi mi? Ne dersin?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Gönül Tol: Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun ve diğer uluslararası bağımsız organların söylediklerine bakarsanız, özellikle Fordo’da vurduğu diğer nükleer tesislerde bir şekilde uydu görüntülerine bakarak bir sonuca varabiliyorlar, zarar gördüğünü düşünüyorlar. Ama bu, İran’ın nükleer faaliyetlerini bütünüyle durduracak düzeyde bir zarar mı ondan emin değiller. Ama Amerikan saldırısı, asıl o yerin altındaki Fordo nükleer tesisine nasıl bir zarar verdi, ondan emin olamıyorlar ve emin de olamayacaklarını söylüyorlar. Çünkü İran, bu uluslararası nükleer mesele konusundaki gözlemcilerin İran içerisindeki faaliyetlerini sınırlandırmış durumda. Dolayısıyla Fordo’yu bilemiyoruz. Fakat bu son saldırıdan bağımsız olarak, aslında hep Amerikan istihbaratının, Amerikan askeri yetkililerinin yıllardır söylediği bir şey vardı: Ne kadar güçlü bir saldırı olursa olsun, askeri bir saldırının İran’ın nükleer programını sonsuza kadar yok edecek bir kapasitesi olmadığını, dolayısıyla bir askeri saldırıyla İran’ın nükleer bomba yapma kapasitesini en fazla 2 yıl geriletilebileceğini söylüyorlardı. Dolayısıyla eğer askeri bir seçenek olacaksa, bunun buna paralel olarak bir diplomatik süreçle yürütülmesi gerekiyor. Nitekim, Obama 2015’te İran’la nükleer müzakereleri imzaladığında, Obama ve uluslararası camia o anlaşmayla, tek bir kurşun sıkmadan İran’ın nükleer silah kapasitesini 15 yıl geriletmişlerdi. Dediğim gibi saldırının sonuçlarını bilmiyoruz, fakat en iyi ihtimalle 2 yıl geriletebilecek. Kaldı ki bu bahsettiğin istihbarat raporu, iki yıl dahi geriletmeyeceğini, ancak birkaç ay geriye attığını söylüyor. Bence bir de şunun altını çizmek gerekiyor: İran’ın nükleer programını çalışan uzmanlar şunu söylüyorlar: Birincisi, bu nükleer teknoloji denilen şey çok gelişmiş bir teknoloji değil. Amerika, İsrail, İran’ın bu nükleer bilim insanlarını öldürdü. Yani know-how’ını bir şekilde yerle bir etmeye çalışıyor. Diğer taraftan, nükleer altyapıyı, nükleer tesisleri vurdu. Bütün bunlar aslında bir ülkenin nükleer silah yapabilme kapasitesinin sadece birkaç ayağı. O ülke eğer isterse, her zaman nükleer silaha sahip olabilir. Çünkü bu teknoloji çok gelişmiş bir teknoloji değil. O öldürülen bilim insanlarının yerine yenisini koyar, ki İran bunu uzunca zamandır tekrarlıyor. Biliyorsun, İsrail uzun zamandır İran’ın nükleer bilim insanlarını hedef alıyor ve İran her seferinde, alttan gelen yeni bir jenerasyon olduğunu, bu insanları sürekli eğittiklerini açıklıyorlar. Dolayısıyla istediğin kadar bu insanları öldürmüş ol, ardından gelen yetişmiş insanlar var. Eğer İran’ın nükleer silah edinme isteğini kırmazsanız, İran her zaman nükleer silah edinebilir.
Peki, bütün bu saldırılar İran’ın nükleer silah edinmek isteğini kırdı mı yoksa daha mı cesaretlendirdi? Tabii ki daha çok cesaretlendirdi. Çünkü şimdi kendinizi İran rejiminin yerine koyun. Bütün bu olanlardan öğrendikleri şey nedir? Ayrıca sadece bütün bu olanlar değil, mesela Libya’da hatırlayalım Kaddafi de yaptırımların kaldırılması sonucunda uluslararası camiayla bir anlaşmaya varmıştı ve bu silahlarından vazgeçmişti. Saddam da benzer bir müzakere süreciyle bu silahlardan vazgeçiyor. Ukrayna da benzer şekilde ve şu anda İran dünyaya baktığında, nükleer silahın olmadığı zaman hep bu tür saldırılara açık hâle geldiğini görüyor. Nitekim Muammer Kaddafi devrildi, Saddam devrildi, Zelensky şimdi ne kadar zor bir durumda. Eğer Ukrayna nükleer bir güç olmaya devam etseydi, Putin bu kadar rahat at koşturabilir miydi Ukrayna’da? Yani İran rejiminin bu olanlardan anladıkları, çıkardıkları ders şu: ‘’Biz çok daha önce nükleer silah sahibi olmalıydık.’’ O yüzden siz istediğiniz kadar altyapısını vurun, istediğiniz kadar bu konuyla uğraşan bilim insanlarını öldürün, İran’ın bu konudaki iradesini kıramıyorsunuz, tam tersine güçlendiriyorsunuz.
Ruşen Çakır: Peki, rejim değişimi meselesi, İsrail’in ve Trump’ın bundan vazgeçtiği bir telaffuz edildi, bir geri alındı. Çünkü Trump da topa girdi biliyorsun. “Rejim değişikliği kötü bir laf ama, İran’ı yeniden büyük yapalım,” dedi. Kendisinin ‘’Amerika’yı yeniden büyük yapalım’’ lafını çevirerek söyledi. Ama şimdi sanki bunu askıya almışlar gibi duruyor. Açıkçası pek güvenilir bir durum değil. Bu hâlâ akıllarının bir yerinde var mı? Hatta kimileri de, ABD ve İsrail’in, İran toplumunda, İran halkında çok fazla destek bulamadığı için geri adım attığını söylüyor, ama bilemiyorum. Netanyahu’nun İran rejiminin kalmasını istemediği kesin. Onu devirmek için elinden geleni yapmaya devam edecek gibi geliyor bana. Ne dersin?
Gönül Tol: Bence Netanyahu açısından şöyle bakalım: İran için İran rejimini ayakta tutan kolonlardan bir tanesi İsrail. Hele de Netanyahu’nun bugün başında olduğu bu radikal koalisyon, İran’ın çok işine yarıyordu. Özellikle bölgedeki yumuşak gücünü arttırması açısından işe yarıyordu. Bu tür rejimler kendi varlıklarını meşrulaştırmak için hep bir düşmana, güçlü bir düşmana ihtiyaç duyuyorlar. Netanyahu açısından da bence benzer bir dinamik söz konusu. Hatırlayalım, birkaç yıl önce biz Netanyahu’nun koltuğunu kaybedeceğinden bahsediyorduk, değil mi? Sonra ne oldu? 7 Ekim saldırısı oldu ve ondan bu yana attığı bütün adımlar sayesinde, bütün İsrail halkı kısa bir zaman önce Netanyahu’ya karşı protestolar yürütürken, şimdi Netanyahu koltuğunu sağlamlaştırdı. Dolayısıyla, bölgede İsrail’e karşı radikal hareketlerin ya da İran gibi rejimlerin olması, Netanyahu gibi liderlerin koltuğunu sağlamlaştıran bir şey. O yüzden, İsrail’i bir tarafa bırakıyorum, Netanyahu’nun kendi perspektifinden bakıldığında İran’da radikal bir şey olmasını ister. Yani İran’da bir demokrasi olmasını istemez. Bence Netanyahu rejimi değiştirmekten çok, rejimi zayıflatmak istiyor. Rejimi değiştirebilir mi, değiştiremez mi bu ne kadar mümkün, biraz sonra o konudaki düşüncelerimi paylaşacağım. Ama rejim değişikliğinden çok, bence Netanyahu İran’da da Suriye’deki gibi bir ‘‘failed state’’ yani işlevliğini yitirmiş, kendi sınırları üzerindeki şiddet tekelini kaybetmiş, sınırlarını koruyamayan bir sistem oluşturmak istiyor ve o noktaya doğru da gidebilir. Biliyorsun, Şah’ın oğlu Pehlevi Amerika’da yaşıyor. Bu saldırıların ardından artık ortalıkta görünüyor ve bir rejim değişikliği ihtimalinde kendisini İran’ın yeni lideri olarak göstermeye çalışıyor. Hem Pehlevi hem Netanyahu ‘’İran halkını sokaklara çıkmaya davet ediyoruz” demişlerdi. Böyle bir şey olmadı. Siz hükümetinizden, rejiminizden nefret edebilirsiniz. Fakat sonuçta şehirleriniz bombalanıyor, halkınız ölüyorsa, İran halkının da tam tersine, çok milliyetçi reflekslerle, şaşırtıcı olmayan bir şekilde tabii ki rejimin etrafında kenetlenmeleri beklenen bir şeydi. İnsanlar sokaklara çıkmadı.
İkincisi, rejim değişikliği durumunda ‘’şimdi ne olacak?’’ sorusu, çok büyük bir boşluk. Literatüre baktığımızda, bu tür rejimler devrildikten sonra, çok nadiren yerini işleyen demokrasiler alıyor. Dolayısıyla daha yüksek olasılıklı senaryo nedir? Diyelim ki Hamaney’i öldürdüler. Mesela şimdi Devrim Muhafızları’ndan yeni nesil bir grup generalin komutayı devraldığı söyleniyor. Bu ilk kez oluyor. 1979’dan beri biliyorsun hep mollalar, dinî sınıf yönetiyordu. Şimdi ilk kez bir grup general komutayı devralmış ve bu generallerin, Hamaney’in altında çalışan generallere kıyasla çok daha radikal oldukları söyleniyor. Dolayısıyla bu, ‘’hemen Hamaney’i öldürelim, İran rejimini devirelim, yerine güllük gülistanlık demokrasi olacak’’ anlamına gelmiyor. Bu iş askeri bir diktatörlüğe evrilebilir. Özellikle Devrim Muhafızları’nın bu rejimin devamından çok büyük çıkarları söz konusu olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani ekonomiyi kontrol ediyorlar, her şey onların kontrolü altında ve bu kurumlar yerle bir olmuş durumda değil. Dolayısıyla rejim değişikliğinde, yani Hamaney gitse bile onun yerini alacak şeyin bir demokrasi olma ihtimali çok düşük. Bu, Netanyahu’nun işine yarar mı? Yani ‘’İsrail’e ölüm’’ diyen bir İran’da bir hükümet, bir rejim Netanyahu’nun işine yarar mı? Kesinlikle yarar. Peki, Trump bu konuda ne düşünüyor? Trump’ın demokrasiyle, bu tür şeylerle çok ilgilenmediğini biliyoruz zaten. Trump’ın da kafasındaki bu. Etrafındaki ona yakın isimler, bu rejim giderse yerine gelecek rejim çok daha radikal olabileceğini, ayrıca Suriye gibi ‘‘failed state’’ olan yerlerde yeniden yeni bir kaotik bir senaryo istemediklerini söylüyorlar. O yüzden, bu rejim gitmesi demokrasiye geçileceği anlamına gelmiyor. Nitekim örgütlü, yekpare bir muhalefet de yok İran’da. O yüzden bu rejimin dönüşeceği şey çok daha radikal bir şey olabilir.
Ruşen Çakır: Geçenlerde Washington Post’ta, Ishaan Tharoor ‘’İsrail bölgenin yeni hegemonu olduğunu yazdı. Tam o sıralarda, bir gün önce, daha İran’a saldırı yokken, Öcalan’ın Nisan ayındaki o görüşme notları çıktı. İsrail’in, Trump’ın yardımıyla bölgenin yeni hegemonu olmak üzere olduğunu Öcalan da söylüyordu. Türkiye’yi yönetenler değişik şekillerde bunu söylüyorlar. Hatta sıranın Türkiye’de olduğunu da doğrudan ya da dolaylı olarak ima ediyorlar. Gerçekten Ortadoğu’nun hegemon gücünün İsrail olduğunu ya da olmakta olduğunu söyleyebilir miyiz?
Gönül Tol: Yine şuna referans vermek istiyorum: Uluslararası ilişkiler literatürü hegemonu nasıl tanımlıyor ve İsrail bu tanıma uyuyor mu? Uymuyor bence. Birincisi, dev bir coğrafyada, Arap Müslüman bir coğrafyada, Fars Türk coğrafyada siz 10 milyonluk bir ülkesiniz. Hegemon olmak için sizin ne kadar büyük, kuvvetli bir nüfusunuz olduğu da önemli. Aslında ‘’gerçekten hegemon mu?’’ konusu neden şimdi düşünülüyor, önce onu konuşalım. Bu, 10 yıl önce düşünemeyeceğimiz bir şeydi. Fakat neden şimdi İsrail’in bölgesel bir hegemon olup olmadığını konuşuyoruz? Çünkü çok etkileyici bir askeri gücü var. İsrail Ordusu, bölgedeki diğer Arap ülkelerinin ordularına ve Türk ordusuna da kıyasla, çok yüksek teknoloji kullanan, son derece disiplinli, çok etkin bir istihbarat ağı olan, çok güçlü bir ordu. Bölgede hegemon olmak için bu önemli bir şart, bu bir. İkincisi çok işleyen sağlam bir ekonomisi var. Üçüncüsü, çok eğitimli bir toplumu var ve her şeyden önemlisi, arkasında Amerikan desteği var. Yani dünyanın süper gücünün desteklediği bir ülke. Ayrıca, yine komşularına kıyasla düşündüğünüzde, aslında iç siyasette diğer Arap ülkelerinin ya da Türkiye’nin yaşadığı gibi bir iç çalkalanma yaşamadı İsrail. Bütün bunlar bence İsrail’i bölgesel bir süper güç kılan faktörler.
Fakat bölgesel süper güç olmak ve bölgesel hegemon olmak birbirinden farklı şeyler. Bir ülkenin hegemon olabilmesi için birkaç şeyin olması gerekiyor. Mesela Amerika’yı düşünelim. 20. yüzyıl Soğuk Savaş sonrasında, Amerika dünyanın hegemonu haline geldi. Nasıl geldi? Öyle bir güçtü ki ne askeri olarak ne ekonomik olarak hiçbir ülke ya da ülkeler grubu, Amerika’nın o hegemon statüsünü sallayabilecek kapasitedeydi. Bu Amerika’yı hegemon yaptı. Şimdi İsrail’e dönelim. Bütün bu saydığım şeyler, İsrail’i süper güç yapan şeyler, ekonomisi, askeri gücü, istihbarat gücü önemli. Fakat “Bölgede onun gücüne karşı durabilecek başka hiç büyük güç yok mu?” sorusunu sorduğumuzda, ‘’Hayır, hiçbir bölgesel güç yok” cevabını veremiyoruz. Türkiye var. Belki Türkiye’nin tek başına İsrail’i dengeleyecek gücü yok, askeri gücü de yok, ekonomik gücü de yok. Fakat yine de 85 milyon nüfuslu bir ülke. Bence diğer Körfez ülkeleri ile birlikte bir cephe olabilir ve İsrail’in karşısında, İsrail’in o gücünü dengeleyebilir. Sadece bu gerçek dahi İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösteriyor. İkinci şey, neden bölgesel hegemon olmuyor? Hegemon, gücünü kendi iç kaynaklarından alır ve ona dayanır. Fakat Amerika’nın askeri desteği, diplomatik, siyasi desteği olmasa, İsrail belki kendi topraklarını koruyabilir ama bölgeyi domine edebilmesi söz konusu değil. Bu nedenle de İsrail bölgesel hegemon değil.
Ama şununla bitireyim: İsrail 7 Ekim’den bu yana attığı bütün askeri adımlarla, bölgede yeni bir sayfa açılmasına sebep oldu. O kadar ki, mesela 1967’deki ‘’Altı Yıl Savaşı’’nı hatırlayalım. O zaman da İsrail bölgenin dinamiklerini o kadar sallamıştı ki, öyle derin bir şekilde değiştirmişti ki. İsrail, Mısır’ın Sina Yarımadasını işgal etmişti, Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni işgal etmişti ve o 1967 savaşı öyle bir yeni bölgesel düzene sebep oldu ki, ondan sonra gelen onlarca yılın siyasetini, ekonomik, diplomatik dengesini şekillendirdi. Şimdi, 7 Ekim’den bu yana ortaya çıkan yeni bölgesel düzen ve özellikle de İran’a saldırmasıyla perçinlenen yeni bölgesel düzen, o 1967’deki savaşın yarattığından çok daha radikal bir değişiklik yaratıyor. İsrail bugün tarihinde hiç olmadığı kadar etkili. Lübnan’da etkili. Mesela Hizbullah’la savaştıktan sonra Hizbullah’la bir anlaşma imzaladı ve Hizbullah nehrin kuzeyine çekildi. İsrail’in Lübnan’da çok ciddi, kuvvetli bir varlığı var. Suriye’de hiç olmadığı kadar etkisi ve kontrol ettiği bir alan var. Filistin topraklarında benzer şekilde. Suriye’nin hava sahasını istediği gibi kullanıyor. İran’ın hava sahası üzerinde full kontrolü var. Şimdi düşündüğünüzde bu öyle bir radikal değişiklik ki, bence henüz bunun ne kadar radikal bir değişiklik olduğu ve gelecek jenerasyonların, bölgenin geleceği için ne kadar önemli bir değişiklik yarattığı henüz konuşulmuyor. Ama bunu konuşmak gerekiyor.
Bence bütün bu olanların, özellikle Amerika’nın İran’a son saldırısıyla birlikte, bütün bu savaşın bize anlattığı bir şey daha var: Dış güçler, yani bölgede tarihsel olarak ya da yakın zamanda etkin rol oynamak isteyen dış güçlerin hiçbiri, ki buna Amerika da dâhil, o rolü oynayamıyor. Mesela Rusya ne yaptı? Rusya daha bu yılın başında, Ocak ayında İran’la bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamıştı, ama İran’ın yardımına geldi mi? Gelmedi. Körfez ülkeleri hep Çin’in Ortadoğu’da Amerika’ya alternatif olacak güç olduğunu söylüyorlardı, ama Çin ortada yok. Ben aslında bunu çok daha önce söylemiştim. Mesela Husiler’in Kızıldeniz’e saldırıları olduğunda da Çin çok ciddi bir askeri rol oynamamıştı. Çin sadece ticaret yapmak istiyor, onun dışında bir stratejik ittifak, bir askeri partner olarak alternatif sunamıyor. Üçüncüsü, Avrupa ülkeleri de yok ortalıkta. Amerika İran’a saldırdı. Avrupa Birliği’nin Dış Politikadan Sorumlu yetkilisi bir gün sonra, “Biz yarın buluşup ne yapacağımızı konuşacağız” diye mesaj attı. Avrupa Birliği de yok ortada. Evet, Amerika gidip saldırmış olabilir. Trump bir sürü bomba bıraktı İran’a. Fakat neyi başardı bu? Yani İran’ın nükleer tesislerini mi yerle bir etti? Edemedi. Bunu kendi istihbaratı söylüyor. Ya da rejimi mi değiştirdi? Hayır. Dediğim gibi, 2015’te Obama’nın tek kurşun sıkmadan başardığı şeyi bile başaramadı. Obama hiç değilse İran’ın 15 yıl nükleer silah sahibi olmayacağını garantilemişti. Trump’ın saldırısı bunu birkaç ay bile başarabilecek potansiyelde değil.
İkincisi, hatırlarsan, savaş başlamadan önce pazar günü nükleer müzakereler yapılacaktı İran’la ve birkaç gün öncesine kadar Trump bölgedeki Körfez müttefiklerine, “Ben diplomasiyi önemsiyorum. İsrail’i durduruyorum, savaş istemiyorum” diyordu. Şimdi birden döndü ve Amerika savaşa girdi. Bütün bunlar bölge ülkelerinde ‘’Amerika’ya güvenilmez’’ algısını yaratıyor. Zaten bu ‘’Amerika’ya güvenilmez’’ algısı, özellikle Körfez’de uzun bir süredir vardı. Hatırlayalım; Trump’ın birinci döneminde, 2019’da, İran, Suudi Arabistan’ın petrol altyapısına saldırı düzenlediğinde Trump Amerikan Başkanıydı ve hiç yanıt vermedi. Biz o dönemde Körfez ülkeleriyle çok konuşuyorduk ve o dönemde, Suudiler, Birleşik Arap Emirlikleri inanılmaz bir hayâl kırıklığına uğramışlardı ve aslında ondan itibaren o bir dönüm noktası oldu. Körfez ülkeleri 2019’dan itibaren bölge stratejilerini yavaş yavaş Amerika’nın olmadığı bir bölge üzerine kurmaya başladılar. Ama Trump ikinci kez seçildikten sonra, o görüşe böyle hafif bir iyimserlik enjekte edilmiş oldu. Ne diye düşündüler? Trump bölgeye gitti, Körfez Ülkeleri’ne gitti. “Savaş istemiyorum, kaos istemiyorum. Ticaret yapalım, para kazanalım, hepimiz mutlu olalım” dedi. Öyle kısacık bir an, Körfez ülkeleri ‘’belki de Amerika bu yeni kurduğumuz bölgesel düzenin parçası olabilir’’ diye düşündü. Sonra bu savaş geldi ve yeniden başa döndü bölge ülkeleri. Şimdi ‘’Amerika’ya güvenemeyiz, Rusya’ya güvenemeyiz. Çin ortada yok. Avrupa Birliği’nin artık hiçbir etkisi yok’’ diyorlar. Dolayısıyla bütün bundan çıkarılan sonuç, belki de gerçekten artık ‘’Post-American’’ denilen ‘’Amerika sonrası bölge’’ dönemine girmiş durumdayız. Şimdi bu bölgede yepyeni bir dinamik var. Nedir o dinamik? Süper güç olmuş bir İsrail ve rejim devrilsin ya da devrilmesin, son derece zayıflamış bir İran var. Her şeyden önce bütün vekilleri zayıfladı; yani vekâlet savaşını onların yardımıyla güttüğü Hamas, Hizbullah yok ortada. Bunların hiçbiri İran’ın yardımına gelmedi. Dolayısıyla yepyeni bir bölgesel dinamik var. Bu yeni konjonktürde İsrail’i dengelemek için bölge ülkeleri ne yapacak? Dediğim gibi Türkiye bunu tek başına yapamaz, Körfez Ülkeleri’yle bir ittifak içerisinde bunu yapmak zorunda.
Ruşen Çakır: Gönül, son olarak bambaşka bir şey sormak istiyorum. New York Belediye Başkanlığı için çok ilginç bir yarış var. Gencecik, 33 yaşında bir Müslüman aday Zohran Mamdani, Demokrat Parti’nin adayı olacak ve sanki seçilecek gibi. Mamdani’nin biyografisine baktım. Annesi Hintli yönetmen Mira Nair’miş. Mira Nair kadın yönetmen olarak çok dikkat çekici bir isimdi. Zohran Mamdani aslında Hint asıllı ama Uganda’da doğmuş. Hindistan Müslümanlarından. Babası da Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyesi. İslam’ın böyle konuşulduğu bir ortamda çok farklı, çok parlak bir isim. Karısı da 27 yaşında Suriyeli bir oyuncu. Sanki orası tamamen Amerika’daki akıntının tam tersine akıyor.
Gönül Tol: Birincisi şunu söyleyeyim: Seçim kampanyasına ve arka planına baktığınızda, aslında dinin, dînî motiflerin çok öne çıktığı bir figür değil. Ama bu resme baktığımda ilk gördüğüm şey, gerçekten de Amerikan siyasetinin hep bir uçtan diğerine giden bir şey izlemesi. Mesela George W. Bush Irak’ı işgal etti. George W. Bush’tan sonra, çok izolasyonist olmasıyla bilinen Obama, bölgede olanlar yüzünden izolasyonist olamadı, ama o şekilde seçildi. ‘’Bütün savaşları bitireceğim. Biz Ortadoğu’da ulus inşa etme işinden vazgeçtik. Önce kendi ulusumuzu inşa edelim” diyen bir siyahî başkan geldi. Yani bir uçtan diğerine. Obama, Amerika gibi bir ülkede, orta adı Hüseyin olan bir uçtu. Bu arada Amerikan halkının azımsanamayacak bir oranı da gerçekten Obama’nın Müslüman olduğunu düşünüyordu. Amerika, George W. Bush’tan Obama’ya savruldu. Sonra Obama’dan Trump’a savruldu. O yüzden şimdi New York’ta olanlara baktığınızda, hep onu görüyorsunuz; çok dramatik bir etki ve ona verilen dramatik bir tepki var. Bunun New York siyasetinden bağımsız olarak, bana ümit veren tarafı ne? Şimdi biz Trump yönetimi altında gerçekten Amerikan tarihinde daha önce görülmemiş şeyler yaşıyoruz. Mesela daha bugün Kongre, ‘’ bu saldırı yasal değil, anayasaya aykırı bir şekilde İran’a saldırdı. Kongre’ye sorması gerekiyordu’’ diye tartışıyor. Dolayısıyla kendi partisi içinde bile bu tür tartışmalar yaşanıyor. Yani daha önce hiç görmediğimiz şeyler yaşıyoruz Trump yönetimi altında. Şu anda Amerika yine bir uçta. Bunu New York’ta olanlarla birleştirdiğimizde, Amerika’nın, bir sonraki seçimde bir diğer uca savrulabileceğini anlatıyor bana.
Ruşen Çakır: Gönül çok teşekkürler. Bu hafta noktayı burada koyalım. Ömer’e de selam yollayalım. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.