Barbaros Gökdemir yazdı – Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel

Uzun zamandır sinema ile ilgilensem de belgesel sinemayı ciddi anlamda son beş senedir takip ediyorum; yeni sayılırım. Kurmaca sinemayı daha iyi bilen biri olarak, belgeselin açık fikirli ve biçime meydan okuyan yapısı, hayatı kendi akışı içerisinde doğal bir şekilde kaydedebilmesi beni her geçen gün daha da çok etkiliyor. Yaşadığımız şu hızlı çağda anlattığı insan hikayeleri ve dili özgürleştiren estetik tercihleri dünyayı farklı bir gözle yorumlamamıza yardımcı oluyor.

Barbaros Gökdemir yazdı - Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel
Barbaros Gökdemir yazdı – Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel

Geçtiğimiz günlerde, Washington DC’de düzenlenen ve Amerika’nın en önemli belgesel film festivallerinden biri olan DC/DOX’da, senenin öne çıkan yeni işlerini izleme fırsatı yakaladım.

Ve bu haftaki yazımda, Berlinale, Sundance, SXSW ve HotDocs gibi film festivallerinin bu seneki edisyonlarında prömiyerlerini yapmış ve seyircilerden tam puan almayı başarmış, kaçırmamanız gereken 3 film önerisi yapıyorum.

Şimdiden iyi seyirler.

Festivalde izlediğim ve bu sene kaçırmamanız gereken 3 belgesel film:

Coexistence My Ass (Amber Fares)

Önereceğim ilk film, Amber Fares imzalı Coexistence My Ass belgeseli.

Film, İran asıllı Musevi aktivist ve komedyen Noam Shuster Eliassi’nin hayatını konu alıyor.

İsrail’in Filistin ve Musevi halklarının bir arada yaşadığı tek yerleşim yeri olan Oasis Köyü’nde yaşayan sanatçı, tüm hayatını Filistin – İsrail barışına adayarak geçiren bir performans sanatçısı.

Film boyunca Eliassi’nin, oldukça eğlenceli ve komik stand up gösterilerine tanık oluyoruz. Yer yer iğneleyici dili ile her iki tarafı da ters köşeye yatırmayı başarıyor; kendine has mizahı ile bize barışın ve birlikteliğin öneminin ve olmazsa olmazlığının altını çiziyor.

Elbette on yıllardır süregelen bu savaş son iki senedir Gazze’de yaşananlarla son derece kanlı ve keskin bir dönemece girmişken, hala Filistinlilerin ve İsraillilerin aynı topraklarda huzur içinde yaşayabileceklerini savunan bir sanatçının kolay bir hayatı olabileceğini düşünemezdik.

Yoğun eleştirilere, çevrimiçi saldırılara ve medya karalamalarına maruz kalan sanatçının, barışa olan inancı, komedi ile olan güçlü ilişkisi ve ailesi, arkadaşları ile kurduğu içten bağlılığı onun dirençli bir komedyen olarak bildiğini okumaya devam etmesine yardımcı oluyor.

Film boyunca popülaritesi her geçen gün artan, fenomenliği ile sadece İsrail’de değil, Amerika, Avrupa ve Arap Ülkeleri’nde de kendisinden bahsettirmeye başlayan Eliassi bize, gitgide büyüyen ve derinleşen Filistin – İsrail savaşını da farklı bir gözden bakmamıza fırsat tanıyor.

“Coexistence My Ass,” savaşın gölgesinde, umudun ve barışın yeşerebileceği tohum niteliğinde bir film.

The Stringer (Bao Nguyen)

Önereceğim ikinci belgesel, geçtiğimiz şubat ayında, Sundance Film Festivali’nde prömiyerinin yapılacağının açıklandığı ilk günden itibaren Amerika’da özellikle basın alanında büyük tartışmalara neden olan, Amerikalı Vietnamlı yönetmen Bao Nguyen’in elinden çıkma The Stringer filmi.

Barbaros Gökdemir yazdı - Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel
Barbaros Gökdemir yazdı – Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel

Film, Vietnam Savaşı’nın en önemli fotoğraflarından biri olarak kabul edilen Napalm Kızı isimli işin, başka bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş olabileceğinin ihtimalini tartışıyor.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Yıl 1972. Associated Press haber ajansı için serbest bir şekilde çalışan Vietnamlı fotoğrafçı Nick Ut, savaşın sivil halklar ve de özellikle çocuklar üzerindeki etkisini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyan o ünlü fotoğrafı çeker. Fotoğraf, batı dünyasını ayağa kaldırır; Amerika’nın birçok yerinde savaş karşıtı gösterilere sebep olur. Birçok prestijli kuruluştan ödüller kazanan Nick Ut artık dünyaca tanınan bir foto muhabiridir.

Peki fotoğrafın esas sahibi bir başkası olabilir mi?

Barbaros Gökdemir yazdı - Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel
Barbaros Gökdemir yazdı – Filistin’den Florida’ya: Gerçekliğe ayna tutan 3 belgesel

Filmin yapımcıları, bir süredir tartışılmakta olan bu hassas konuyu masaya yatırıyor ve seyircileri derin bir araştırmanın içerisine dahil ediyor. Film boyunca Vietnam Savaşı, savaş esnasında batı merkezli haber ajanslarının çalışma biçimleri ve de özellikle yerel fotoğrafçılarla nasıl iş birliği yaptıkları detaylı bir şekilde inceleniyor. Sunulan tezler ve bulgular belgeselin yapımcılarını, fotoğrafı başka bir Vietnamlı fotoğrafçının çekmiş olma ihtimalinin yüksek olduğuna ikna ediyor.

Filmin, Sundance gösteriminin hemen öncesinde, Associated Press resmi bir açıklama yayınlamış: Yaptıkları altı aylık inceleme sonucunda, fotoğrafın başka bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş olabileceğine dair yeterli bulgu ve kanıt olmadığına ve dolayısıyla fotoğraf atfının değiştirilmeyeceğine karar vermişler. Nick Ut da belgeselin iddialarını reddetmiş ve fotoğrafı kendisinin çektiğini belirtmiş.

The Stringer özellikle batı dünyasının övünmekten çekinmediği ideallerinin temelini oluşturan kişisel haklar ve telif gibi konularda, farklı kültürlerle iş birliğine girdiği zaman ne denli esnek ve dikkatsiz davranabileceğinin resmini gayet net bir şekilde çiziyor.

The Perfect Neighbor (Geeta Gandbhir)

Önereceğim son film, içlerinde izlerken en çok zorlandığım, beni en çok göz yaşına boğan film oldu. Geeta Gandbhir imzalı “The Perfect Neighbor” belgeseli, Amerika’nın Florida eyaletinde, daha çok siyahların yaşadığı alt sınıf bir mahallede geçiyor. Hemen hemen tamamı polis memurlarının vücutlarına bağlanmış kamera görüntüleri ile oluşturulmuş filmde, sokakta oynayan çocuklardan devamlı şikayetçi olan yaşlı, yalnız ve beyaz bir kadının basit bir komşu anlaşmazlığında olayları nasıl tırmandırdığını ve bir trajediye neden olduğunu dehşet içerisinde izliyoruz. Film, Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanını andırıyor. Gelmekte olan kaçınılmaz sonuç herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Komşuların ve onlarla empati kuran biz seyircilerin çaresizliği, çarpıcı bir kurgu ile hayata geçiriliyor.

Film, Amerika’da sık sık tartışmalara neden olan ve kutuplaşmayı arttıran “Stand your ground” kanunu da yerinde inceliyor. Eğer siz, kamusal ya da özel bir alanda tehlikede olduğunuzu düşünüyorsanız, kaçmak ya da tansiyonu düşürecek savunma taktikleri kullanmak yerine güç kullanabilir ve karşınızdakine kendi hayatınızı savunmak adına zarar verebilirsiniz.

Peki bu kanun çerçevesinde meşru müdafaanın sınırları nedir? Eğer komşunuz sizin evinize izinsiz bir şekilde girmediyse ancak kapınızı yumrukluyorsa, bu sizin ne kadar tehlikede olduğunuzu gösterir? Size komşunuza zarar verme hakkı tanır mı? Ve daha da önemlisi, bu kanun özellikle de Amerika’nın muhafazakâr eyaletlerinde, insanların gayet önlenebilir bazı tartışmaları tırmandırmasına ve daha çok şiddete başvurmasına sebep olmuyor mu? Temelinde yüzyıllara dayanan derin ırkçılık ve nefret suçları, “Stand your ground” kanunu ile bir nevi koruma altına alınmıyor mu?

The Perfect Neighbor, Amerika’nın hiç eskimeyen ve bugün de devam eden ırkçılık ve silahlanma sorunlarına gerçekçi ve eşi benzeri görülmemiş bir yerden bakıyor.

Kapatırken

Belgeseller, yaşadığımız çağın karmaşıklığını çözümlememize ve gerçek insan hikâyeleriyle empati kurmamıza yardımcı oluyor. Aynı zamanda kurmaca sinemanın kimi zaman cesaret edemediği estetik denemeleri ve anlatı formlarını keşfetmeleriyle, sinemanın sınırlarını genişletiyorlar.

Bu üç film de sadece izlenmek için değil, üzerine düşünmek ve tartışmak için var. Belgesellerin büyüsü de aslında burada.