Türkiye’de siyaset sahnesinin gün geçtikçe daha da karardığı herkesin malumu artık. Muhalefet liderleri, cumhurbaşkanlığı adayları ve gazeteciler akıl almaz gerekçelerle cezaevinde; yargı siyasallaşmış, devletin kurumları birer baskı aracına dönüşmüş olduğu inkâr edilemeyecek bir şekilde önünüzde. Fakat ülke siyasetinde yaşanan bu gelişmeler birçok meselenin yanında önemli başka bir konuyu da ele almamızı gerektiriyor: İktidarın yaptıklarının bir sınırı var mı? Siyaset dediğimiz şey, eninde sonunda bir duvara çarpar mı, yoksa her türlü sınırı, ahlaki ölçüyü aşabilir mi?
İktidarın her türlü kurumu kendi politik alanının parçası hâline getirdiği bir düzlemde, bu sorunun aciliyeti çok daha belirgin. Bu soruya yanıt verenler genellikle ikiye ayrılıyor. Bir kesim, toplumun ortak değerlerinin ve ahlaki hassasiyetlerinin bir yerde bu gidişata “dur” diyeceğine inanıyor. Yani bu yaklaşım, ülkenin kolektif vicdanına, demokrasinin yerleşik değerlerine güveniyor. Buna göre toplumsal vicdan, temel değerler, insanların iç sesleri bir noktada siyasetçilerin önüne set çekecek.
Diğer kesim ise çok daha karamsar. Onlara göre iktidarın yaptıkları, herhangi bir meşruiyet arayışından değil, gücünü göstermek istemesinden kaynaklanıyor. Bu anlayışa göre AKP, “yapabildiği için” yapıyor ve muhalefetin eylemleri de rutin bir hâle dönüşerek bu sistemin normalleşmesine hizmet ediyor.
Ancak bu iki bakış açısı da tek başına yetersiz. Ne yalnızca ahlaki sınır beklentisiyle ne de sadece güç gösterisi açıklamasıyla bugünkü tabloyu tam anlayabiliriz. Bunun yerine, siyasetin tarihsel örüntülerine ve gücün karşılıklı ilişkiler içinde nasıl şekillendiğine odaklanmak gerekiyor. Çünkü siyaset ne sadece “vicdan işi”, ne de sadece “güç gösterisi.” Daha fazlası var.
Duvarlar yıkılırken
Siyasi tarih bize pek umut vermiyor. Tarihe dönüp baktığımızda, siyasetin çoğu zaman hiçbir duvara çarpmadığını görüyoruz. Aksine, o duvarları yıka yıka ilerlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin Hannah Arendt’in Nazizm analizinde altını çizdiği bir gerçek var: “Öldürmeyeceksin” gibi temel vicdani, ahlaki bir kural, o rejimde “öldürmelisin”e dönüşebiliyor, milyonlarca insan gaz odalarına gönderilebiliyor. Ahlaki normlar, baskı rejimlerinde kolayca ters yüz edilebiliyor. O yüzden bugünün Türkiye’sine bakarken de siyaset ahlaki bir sınıra ulaşır diye beklemek, naiflik olabilir.
Sınır varsa nerede?
Yine de daha önceki bazı düşünürler, siyasetin sınırsız olmadığına dair önemli tespitlerde bulunmuştu. Ancak bu sınırlar onlara göre ahlaki değil; daha çok stratejik ve yapısaldı.
Machiavelli: Gücün hesabını yapan ahlak
Machiavelli genellikle “ahlaksız siyaset”in savunucusu gibi görülür ama aslında prensin gücünü sürdürebilmesi için bazı sınırlar, pratik sınırlar bulunduğunu da vurgular. Örneğin Prens’te Machiavelli, prensin siyasi rakiplerini öldürebileceğini ama onların malına el koymaması gerektiğini savunur. Çünkü ölüm bireysel bir meseledir; ama mülke el koymak, tüm aileyi ve toplumu karşısına alabilir.
Bu da gösteriyor ki, Machiavelli siyasetin “her şeyi yapabilirim” anlayışıyla yürümeyeceğini düşünüyordu. Siyasetin bir sınırı varsa, bu halkın tepkisinden, toplumsal dengelerden, yani gücün sürdürülebilirliğinden doğar. Sınır, güç ilişkisinin sonucudur. Yani iktidarın bile gözetmesi gereken bir “doğal sınır” vardır; bu, güç ilişkisinden kaynaklansa dahi, ahlaki kendi ötesinde bir noktaya dayanmadan.
İbn Haldun: Siyasette döngüsel yıkım
Siyasal düşüncenin önemli başka, ve bize daha yakın yazarlarından İbn Haldun ise daha geniş bir tarihsel döngü sunar. Ona göre iktidar, dayanışma duygusu (asabiyet) güçlü olan gruplar tarafından ele geçirilir. Ancak zamanla bu gruplar konfora alışır, yozlaşır ve güçlerini kaybeder. Sonra yeni bir grup sahneye çıkar ve döngü yeniden başlar.
Bu yaklaşım, siyasetin sınırını ahlaki değil, tarihsel ve yapısal bir yerden okur. Güç yozlaşır; yozlaşan güç zayıflar; zayıf güç ise devrilir. Siyaset burada bir sonuca ulaşır ama bu sonuç “doğru” olduğu için değil, kaçınılmaz olduğu için gelir. Yani bu döngüsel bakış, siyasetin doğasında bir sınır olduğunu söyler: İktidar, kendi dinamizmi içinde zaten sona mahkûmdur.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Peki, Türkiye özelinde bugün için siyasetin bir sınırından bahsedebilir miyiz; yapısal ya da stratejik, AKP iktidarının doğal sınırından söz edebilir miyiz?
Türkiye’de gücün dansı
Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda, iktidarın Machiavelli’nin çizdiği sınırları da aştığını görüyoruz. Yargı, medya, üniversiteler… Hepsi bir güç sergisinin parçası gibi işliyor. Muhalefetin unsurları tutuklu, yargı iktidarın sözcüsü gibi davranıyor. Burada artık meşruiyet arayışı yok; yalnızca “yapabiliyorsam yaparım” anlayışı var gibi duruyor. İnsanların mülklerine el koyabiliyor, bütün hukuki üstyapıyı yok sayarak. Ya da yeni bir hikâye, asabiye üretemeyen günümüz iktidarının kendi hâline bırakıldığında da uzunca bir şekilde yoluna devam edeceğini, yapısal bir sınır tanımadığını da söyleyebiliriz.
Fakat sadece bu tabloya bakarak, AKP iktidarının gücüne âşık gidebileceği kadar ileriye gideceğini ve muhalefetin eylemlerinin de rutin bir hâle dönüşerek bu sistemin normalleşmesine hizmet ettiğini iddia etmek eksik bir yaklaşım. Çünkü muhalefetin hamleleri de küçümsenmemeli. İstanbul’da, Anadolu’nun dört bir yanında düzenlenen mitingler, sokak hareketleri, savcıların doğrudan hedef alınması… Bunlar, alışıldık tepkiler değil. Burada Gramsci’nin tarif ettiği “manevra savaşı”na benzer bir strateji var: sistemin içindeki boşlukları kullanarak direnmek. Bu tür eylemler, iktidarı konuşmaya zorluyor, 19 Mart’ı ve özellikle de İmamoğlu’nu hatırda tutuyor. İktidar “Terörsüz Türkiye”yi, yeni anayasayı konuşmak ve tartıştırmak istiyor ve muhalefetin adımları iktidarın serencamında çatlaklar açıyor, gündem planını sekteye uğratıyor. Bu hiç de azımsanacak bir sonuç değil.
Sonuç: Ahlaki umut yerine ilişkisel okuma
Siyasetin sınırlarını sadece ahlaki değerlerde aramak yetersiz. Aynı şekilde her şeyi gücün mutlaklığına bağlamak da bizi çaresizliğe sürükler. Oysa asıl önemli olan, siyaseti bir ilişki olarak görmek: güç ile karşı güç arasındaki etkileşim.
Evet, ahlak önemli bir faktör olabilir. Evet, güç bugün her şeyi belirliyor gibi görünebilir. Ama asıl belirleyici olan, siyasetin içinde gelişen ilişkisel yapıdır. Her eylem, karşı eylemle şekillenir. Her güç gösterisi, bir karşı direnişle anlam kazanır. Ve her iktidar, sonunda bu ilişkilerden biriyle sınırlarına ulaşır.
Bugün Türkiye’de siyaset bir “ahlaki duvara” çarpmayabilir. Ülkede yaşananlar, sadece iktidarın ne kadar güçlü olduğunu değil, muhalefetin hangi yollarla bu güce karşı koyabileceğini de gösteriyor. Değişim, ne tek başına ahlakla ne de tek başına kuvvetle mümkün. Ancak siyasal alanın nasıl şekillendiğini, hangi hamlelerin nasıl sonuçlar doğurduğunu anlayabilirsek, bu oyunu okumak — ve değiştirmek — mümkün olabilir.