Tarık Çelenk yazdı: Diyarbakır’dan geçmiş ve bugün yakınsamaları

İnsan Hakları Derneği, şehit aileleri ile PKK ya da faili meçhul kayıpların annelerini bir araya getirmek üzere geçen hafta Diyarbakır’da bir etkinlik düzenlemişti. Davetliydim ve oradaydım. Gitmeden önce, yeni sürecin hassasiyeti gözetilerek bile olsa devletin şehit ailelerinin böyle bir etkinliğe katılımını teşvik etmesinin pek mümkün olmayacağını öngörüyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek de haksız çıkmadım. Trabzonlu şehit Eren Bülbül’ün ailesinden gelen bir telgraf ve başka bir şehit ailesinin mesajı dışında, bu taraftan bir katılım gerçekleşmedi.

Buna rağmen, toplantıya şehit bir yüzbaşının Barış Akademisyeni olan oğlu ile geçmişte solculuktan dolayı soruşturma geçirmiş, operasyonlara katılmış bir F-16 pilotunun duygularını paylaşmaları toplantıya farklı bir anlam ve derinlik kattı. Özellikle, bu eski asker pilot ile yaklaşık 30 yıl cezaevinde yatmış ve yeni tahliye olmuş eski bir örgüt mensubunun kucaklaşması etkileyiciydi.

Barışa Giden Yol, Hafıza ve Adalet
Barışa Giden Yol Konferansı, 21 Haziran 2025.

Dikkatimi çeken bir diğer husus ise, 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla ülkeye teslim olan ve 9 yıl hapis yatan Yüksel Genç Hanım’ın, teslim oldukları yolculuk sırasında ilk kez karşılaştıkları TSK mensuplarıyla yaşadıklarıydı. Kendisinin anlattığına göre, tabur komutanı bir binbaşı, kendilerine güven ve nezaketle yaklaşmış, insani bir teslim alma süreci yaşanmıştı.

Toplantıya dağda çocuklarını geri çağıran Diyarbakır Anneleri ya da Yasin Börü’nün annesinin davet edilmemiş olması bir eksiklikti. Ancak dernek yöneticilerinin bana verdikleri izlenim, bu isimlere ulaşmak için çaba gösterdikleri ve bu konuda samimi oldukları yönündeydi. Elbette sonuç almak kolay değil.

Özellikle faili meçhul yakınlarının duygularını dinlemek, insanı en az iki gün iştahsız bırakacak denli sarsıcı. Aynı şekilde, çatışmalar sırasında kazara ölen çocukların parçalanmış cesetlerine dair hikâyeler de öyle… Bunlardan biri, Sezen Aksu’nun Tarkan’ın Ceylan için yaptığı şarkıya konu olmuştu; abisi de toplantıdaydı ve aynı ruhsal acıyı taşıyordu. Örgütte hayatını kaybeden gençlerin kemiklerinin ailelerine kargo ile gönderilmesi ise başlı başına bir trajedi.

Yanımda oturan genç bir arkadaşın anlattığı son hikâye hâlâ aklımdadır: Babası, bir gün tarlaya gelen alt rütbeli bir görevli tarafından “sadece sorgu için birkaç saatliğine” götürülür. Babası, “Beni tanıyorsun, sebebim olma” diyerek yalvarır. Ancak ondan bir daha haber alınamaz. Devlet yetkilileri bu kişiyi tanımadıklarını söyler. İki yıl sonra o görevli şehit olur. Çiftçinin oğlu, cenazeye gider. Şehidin annesi, “Oğlumu öldürenler bu yörenin insanı, onları avluda görmek istemiyorum” der. Ancak şehidin eşi, kayınvalidesinin kolundan tutup bu genci yanına getirir ve şöyle der: “Oğlunun işlediği cinayetler başka ailelerin yıkımına neden oldu, işte karşınızda duruyor.” Bu sözlerden sonra kayınvalide susar.

1990’lı yılların acıları ve travmaları, bu bölge için hâlâ kapanmamış bir yara. Buna İnsan Hakları Derneği gibi köklü STK’lar da dahil, 90’ların “fincancı katırını ürküten” terörle mücadele yaklaşımı, sadece bazı sonuçlara odaklanmıştı. Ne dersek diyelim, 2000’li yıllar—Roboski ve Hendek operasyonları gibi bazı istisnalar hariç—90’lı yılların yoğun acılarıyla doğrudan ilişkilendirilemez.

Kürt sorunu gibi konularda elini taşın altına koyan İHD gibi köklü STK’lar sol ve liberal gelenekten gelmekte. Özellikle ısrarla kullanılan 80’lerin sınıfsal ve sol dili, mahalle ve Kürt muhafazakârlarla güven ilişkisini kurmasını zorlaştırmakta. Toplantıda değerli konuşmacılardan birisi işçi sınıfını desteğe çağırdı. Robotik çağında işçi sınıfı yaklaşımı tam mantığıma oturmadı doğrusu.

Türkiye’nin 35 yıldır terörle mücadeleye ayırdığı kaynak, yıllık bütçenin katbekat üzerindedir. Bu nedenle gelinen bu kritik eşikte, Sayın Erdoğan ve Bahçeli’ye çözüm arayışları konusunda destek verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kürt radikalleşmesi ve dağa geçiş örneklerinin en yoğun yaşandığı bölgelerin artık İzmir veya Bursa gibi Batı kentleri olduğunu biliyorum. Bazı örneklere de şahidim. Dağa veya KCK’nin sivil kanadına katılan Batı’daki gençlerin çoğunun Kürtçe bilmediği söylenebilir. Buna karşın Diyarbakır’da gözlemlediğim şey, etnik ve kültürel bilincin oldukça yüksek olduğudur. Kürtçe günlük yaşamın doğal bir parçası. Ancak artık halk örgütü, siyasi yapıları ve hatta AK Parti’yi de sorgulamakta. Etnik bilinç yerli yerinde, fakat sivil aidiyet tartışmasız şekilde İstanbul’a yönelmiş durumda.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu tablo bana İran’ı anımsattı. Yaklaşık bir ay önce oradaydım. Gerek Türklerde gerekse Kürtlerde belirgin bir etnik bilinç vardı, ancak aralarında bir etnik gerilim ya da dedikodu bile yoktu. İran, uçsuz bucaksız coğrafyasında belli hassasiyetleri (örneğin resmi dili) koruyarak, teokratik yapısına rağmen adeta bir emperyal ya da imparatorluk mantığıyla yönetilmekte. Zaten ilk izlenimim, Batılı apokaliptik ve sömürgeci aklın İran’ın yakın zamanda dağılacağı yönündeki beklentisinin beyhude olduğuydu.

Bizde ise devlet kaygısı, etnik aidiyetlerin güçlenmesinin yabancı manipülasyonlara ve ayrılma motivasyonlarına yol açacağı düşüncesine dayanmakta. Bu kaygı yersiz değildir; Ermeni, Boşnak ve Arnavut tecrübeleri devlete bu konuda tarihsel dersler vermiştir. Ancak ben, kültürel güçlülüğün bir tatlı rekabet ve dostluğu artıracağına inananlardanım. Ne var ki, devlet bürokrasisinde hâlâ anadil eğitimi ya da uçak anonslarında bile temkinlilik hâkim.

Gerçek bir çözüm ve reform için, bugünü konuşmadan önce dünü anlamak gerekir. Türkiye’nin reform karnesi, zaman zaman cesur adımlar içerse de genel olarak başarısızdır. Reformlar çoğunlukla ya dış baskılar ya da güvenlik gerekçeleriyle yapılmıştır. Oysa 200 yılı aşkın süredir bu ülkenin temel meselesi, farklılıkların eşit vatandaşlar olarak tanınıp tanınmadığı sorunudur. Osmanlı dönemindeki reformlar, modern yönetim, adalet ve eşitlik kurmak için yapılmıştı ama bu süreç halklar arası güven inşasını değil, merkeziyetçi tahakkümü güçlendirdi. Böyle düşünenler az değil.

Taner Akçam’ın ve benim de sıkça dile getirdiğimiz gibi, son 200 yılda reformların fikirsizliği, uygulamada sınırlı başarı gösterse de sonuçta çoğunlukla ayrışma veya şiddetli çatışmalarla neticelenmiştir. Henüz “Terörsüz Türkiye” konseptinde belirsizlikler net açığa çıkmış değildir.

Geçmişe baktığımızda, 1856’dan 1911’e kadar yapılan etnik reformlar ne yazık ki çatışmalar ve tehcirle sonuçlandı. 1993 Özal girişimi, 1997 Erbakan dönemi, 2010 ve 2013’teki çözüm süreçleri de sonunda sert çatışmalara evrildi.

Yeni bir reformun bu kez bir fikri, bir rüyası olmalı. Kutuplaşmanın beslediği gerilim ve tasfiye içinde çözüm ısrarından vazgeçilmeli. Bu süreç, ülkenin tüm kesimlerince sahiplenilmeli.

Toplantıya katılan faili meçhul kurbanlarının yakınları dahi “bu ülkede bir Kürt sorunu yoktur; adalet sorunu vardır” noktasına gelmişti. Yalnızca hukukun üstünlüğü bile çözüm için yeterli olabilir. Bu seferki bir başarısızlık, daha önce yaşanmamış öngörülemez riskleri de beraberinde getirebilir. Reformun başarısı, kapsayıcı ve güven inşa eden bir adalet anlayışından geçmektedir.