Efruze Esra Alptekin yazdı: Kurtlukta düşeni yemek kanun değildir

Toplumsal hayata yerleşmiş, hemen herkesin diline pelesenk olmuş bazı deyimler vardır. Bu deyimler çoğu zaman bir doğa yasası gibi kabul görür, hakikatin özlü anlatımı sayılır ve neredeyse her ortamda dile getirilir. Ancak, her çok bilinen deyim pratik yaşamın doğru bir temsili değildir. Hatta bazıları, gerçekliği çarpıtan bir aldatmaca işlevi görür. Bunlardan biri de “Kurtlukta düşeni yemek kanundur” sözüdür.

Oysa bu ifade, biyolojik bir yasa değil, vicdansızlığın dile gelmiş hâlidir. Ne kurtlar her düşeni yer, ne de doğa, daima güçlü olanın zayıfı ezmesiyle ilerler. Doğanın kendisinde dahi yardımlaşma, dayanışma ve şefkat gibi davranışlar görülürken, “düşeni yemek”i bir kanun gibi sunmak, sadece zorbalığı meşrulaştırma çabasıdır. Kurtlukta düşeni yemek, olsa olsa zorbanın kanunudur. Ona da “kanun” demek ne kadar doğrudur, bu da ayrı bir tartışma konusudur.

Bu yazıda, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanından yola çıkarak, bu sözün ardındaki ideolojik yapıyı, devlet aklıyla birey vicdanı arasındaki tarihsel gerilimi ve bugünün siyasi atmosferiyle olan bağlarını tartışmak istiyorum.

Efruze Esra Alptekin yazdı: Kurtlukta düşeni yemek kanun değildir

Suç, sorumluluk ve vicdan

Kurt Kanunu” (1969), resmi tarihin söylemleri yerine, devletin gölgesinde kalmışların hikâyesini anlatan cesur bir metindir. Yazar, düşenleri yemeye kalkmak yerine onların yanından bakmayı seçerek bu davranışın bir doğa yasası olmadığını, aksine bir seçim olduğunu gösterir.

Roman, 1926’daki Atatürk’e yönelik suikast girişimi gerekçesiyle gerçekleştirilen tasfiyeleri ele alır. Ancak esas derdi, devletin bekası uğruna bireyi feda etme pratiğini ve bu pratiğin nasıl yeniden üretildiğini görünür kılmaktır. Düşeni yemek, bazen onu özellikle düşürerek mümkün hâle gelir; bu da bir feda pratiğidir. Bu tür bir pratiğin, güç kullanımını meşrulaştıran toplumsal fısıltılarla nasıl beslendiğini sormak önemlidir: Zorbalığı ayakta tutan şey yalnızca zor kullanılması mı, yoksa sessizce onay veren kalabalıklar da olabilir mi?

Kemal Tahir, bireyin vicdanı ile devletin aklı arasında açılmış derin yarığı sorgular. İkilemlerle yoğrulmuş karakterleri aracılığıyla, sorumluluğun ancak özgür bireylerce taşınabileceğini hatırlatır: “Çünkü sorumluluğu ancak hür insan duyar.”

Bugün de benzer sorularla karşı karşıyayız. Siyasi sadakat, liyakatin önüne geçiyor; güvenlik kaygısı şeffaflığı, ideolojik bağlılık ise vicdani itirazı bastırıyor. Suçsuz yere hapsedilen insanlar, karartılan deliller ve sessizlikle geçiştirilen haksızlıklar, hem hukuki hem de vicdani bir krize işaret ediyor.

Şefkati meşrulaştırmak

Kurtluk metaforu, siyasetin günlük diline yerleşmiş bir iktidar tekniğidir. Güçlünün zayıfı ezmesini “doğal” gibi gösteren bu söz, aslında şiddeti, tasfiyeyi ve kayıtsızlığı kültürel olarak meşrulaştıran bir zemin oluşturur. Oysa bu bir doğa yasası değildir. Kurtlar bile her zaman düşeni yemez; sürülerinde yardımlaşma ve koruma davranışları da görülür. Yani bu anlayış, doğal değil; açıkça siyasal bir yalandır.

Bu nedenle, şefkati hatırlamak ve meşrulaştırmak zorundayız. Yeni bir siyasi kültür ancak bu tür bir duyarlılıktan filizlenebilir. Vicdanın bastırıldığı, sorumluluğun bir yük gibi el değiştirdiği bu düzende, bireyin etik direnişi yaşamsal bir önem taşır.

Elbette, yapıların insanları görünmez duvarlarla çevreleyip onları yalnızca “mutlu mahkûm” formatında var olmaya zorladığı gerçeklikle yüzleşmeli ve bunu eleştirmeliyiz. Ancak aynı zamanda yazabildiğimiz, konuşabildiğimiz, “hayır” diyebildiğimiz o en küçük aralığı da kullanmak, yine bireysel bir sorumluluktur.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu aralıkları sesimizle, tanıklığımızla tutarak, dünyamızın tümüyle bir panoptikona dönüşmesini engelleyebiliriz. Yani, mutlu mahkûm olmak ile özgür esir olmak arasında hâlâ bir seçme şansımız varken, ben özgürlüğün ve şefkatin hem doğal hem de insanca bir ihtiyaç olduğunu vurgulamak istiyorum.

Hafızayı taze tutmak

Kemal Tahir’e sıkça “geçmişin yazarı” etiketi yakıştırılsa da, o aslında geçmişi değil, bugünü ve geleceği yazdığını özellikle vurgular. Bu bakış açısıyla Kurt Kanununu yalnızca bir dönemin değil, bir zihniyetin romanı olarak okumak mümkündür. Çünkü bu zihniyet, “düşeni yemek” sözünde vücut bulur ve kendini yeniden ve yeniden üretir.

Zorbalığın “kanun” diye sunulduğu böyle bir düzlemde, paratoner işlevi görecek şey anlatı ve tanıklıktır. Hafızayı diri tutmak, hakikatin izini sürmek; “ne olmuştu, neler yapılmıştı?” diye sormak ve farklı bir seçimin mümkün olduğunu hatırlatmak gerekir.

Bugün de benzer döngüleri yaşıyoruz. Bazı olaylar, mutlak surette tekrar ediyormuş gibi. Örneğin Kurt Kanununda açıkça görüldüğü üzere, iktidarların muhaliflerini sürekli bir tehdit olarak algılaması, onları yok etmeye çalışması, suç üreterek tasfiye mekanizmalarını işletmesi, halkın ise genellikle güçlüden yana konumlanması… Bunlar yalnızca geçmişin değil, bugünün ve muhtemelen geleceğin de hikâyesidir.

Yine de her seferinde, karşı tarafta başka bir ses de vardır: Devlet aklına boyun eğmek yerine vicdanını dinleyen, köşeye sıkışmış dostuna kapısını açan, mahkeme salonunda “Burada suç olan ne?” diye sorgulamaya cesaret eden karakterler…

Belki de kültürel değişim, güçlü anlatıya meydan okumakla; sisteme karşı direnen az sayıda bireyin tanıklığını tartının kefesine koymakla başlar. Çünkü “düşeni yemek” bir seçimdir, kanun değil. Ve o seçimi yapan kişi, bu tercihiyle kendi vicdanında yaşar.

Bu yüzden yaşananlar yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ahlaki bir problemdir. Karşımızda yapısal bir şiddet biçimi varsa bile, her şeyi yalnızca “sistem”le açıklayarak bireylerin seçim sorumluluğunu göz ardı edemeyiz.