I. Türkiye’de kurumların erozyonu ve yargının siyasallaşması
Türkiye, son yıllarda —özellikle 19 Mart kriziyle daha belirgin hâle gelen— derin bir siyasal dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu dönüşüm, hükümetin siyasi tercihleriyle birlikte demokrasiyi ayakta tuttuğu varsayılan temel kurumların ve ilkelerin aşındırılması anlamına geliyor. Özellikle bağımsız bir güç olarak kodlanan ve siyasal güce sınırlarını göstermesi umulan yargının, iktidarın bir aracı hâline gelmesi, bu sürecin en belirgin örneği.
Buna paralel şekilde, ana muhalefet partisi CHP’ye yönelik yargı müdahaleleri de benzer bir çizgide ilerliyor. Partinin son kurultayının iptali için açılan dava ve eski genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden öne çıkarılma çabaları, iktidarın sadece ülkeyi değil, muhalefeti de dizayn etme niyetinde olduğunu gösteriyor. Bu durum, gözlerimizin önünde gerçekleşen siyasal dönüşümün derinliğini ortaya koyuyor.
Elbette böylesi bir dönüşümün etkileri başka alanlarda da hissediliyor. Bugün gazeteciler, akademisyenler, düşünürler yalnızca görevlerini yerine getirdikleri —yani gerçekleri aktardıkları, analiz yaptıkları, eleştirel sorular sordukları— için cezalandırılıyor. Oysa bu gruplar, demokratik işleyiş içinde toplumun haber alma hakkını koruyan, kamuoyunu bilgilendiren, bu işleyişi canlı tutan aktörler olarak görülür. Bu bakımdan, mesleklerini tanımlayan temel nitelik bağımsızlık ve özellikle tarafsızlıktır. Ancak mevcut siyasi ortamda, siyasal iktidarın aklındaki rejim imajına uygun olarak tarafsızlığın baskıya açık bir pozisyon hâline geldiği aşikâr.
II. Otoriterleşen bir rejimde tarafsız kalmak mümkün mü?
Tüm bu gelişmelere rağmen, bir meslek etiği olarak “tarafsız kalmak” gerektiği, belli bir ölçüde savunulmaya devam ediliyor. Buna göre, gazeteciliğin ya da akademisyenliğin gereği olarak siyasete mesafeli durulmalı, olayları “soğukkanlı” bir şekilde değerlendirmeli ve “nesnel” bir pozisyon alınmalıdır. Siyasetteki dönüşüm, tarafsızlık aracılığıyla, tarafsızlığı savunarak mesele edilmelidir.
Ancak bu pozisyon, artık içinde bulunduğumuz siyasi bağlamda gerçekçiliğini bir ölçüde yitirmiş gibi görünüyor. Altını bir kez daha çizmek gerekir ki, bugün gerçekleşen şey, tarafsız kalınabilecek zeminin hızla ortadan kaldırılmasıdır. Medya özgürlüğünün yok sayıldığı, yargının bağımsızlığını kaybettiği, siyasi çoğulculuğun baskılandığı bir ortamda “tarafsızlık” iddiası, olayları nesnel bir şekilde ele alma ve tarafsızlığa atfedilen değerin dolaylı bir şekilde iktidarın uygulamalarına karşı işlevsiz kalmasına neden oluyor.
Bu nedenle, tarafsızlık sadece bir mesleki etik meselesi olmaktan çıkıyor; bizzat politik bir tutum hâline geliyor. Hatta bazı durumlarda, demokratik değerleri savunmak için taraf almak gerekebiliyor. Çünkü görünen o ki, bazı durumlarda tarafsızlığın yolu taraf, nesnel olmanın imkânı “subjektif” olmaktan geçiyor.
III. Siyasal/popülist akıl
Bu noktada, Arjantinli siyaset kuramcısı Ernesto Laclau’nun popülizm üzerine yaptığı bazı teorik tespitleri, tarafsızlık ve nesnellik meselesine dair önemli bir bakış açısı sunabilir. Laclau’ya göre, halkın çeşitli ve dağınık talepleri zamanla belli figürler veya kavramlar etrafında birleşebilir. Bu figür ya da kavramlar, kendi anlamlarının ötesine geçer ve daha geniş bir siyasi talep bütününü temsil etmeye başlar. Laclau bu tür kavramlara “boş gösteren” (ya da daha anlaşılır bir ifadeyle, yeni anlamlarla yüklenen simgeler) adını verir.
Bugün Türkiye’de Ekrem İmamoğlu’nun temsil ettiği siyasal anlam tam da bu. Onun şahsı etrafında şekillenen mücadele, birçoklarının da belirttiği üzere artık sadece bir belediye başkanının siyasal geleceğiyle ilgili değil; aynı zamanda adaletin, hukukun üstünlüğünün, demokratik temsilin ve siyasal değişim arzusunun sembolü hâline gelmiş durumda.
Söz konusu olan, basit bir kişi kültü değil; bir figürün, çeşitli toplumsal talepleri kendi etrafında toplamaya başlamasıdır. İmamoğlu’nun hapse atılması, yalnızca bir siyasi figürün mağdur edilmesi değil; aynı zamanda demokratik olanakların tümüyle ortadan kalkmasına doğru giden sürecin bir parçası olarak okunmalıdır. Bu nedenle bu süreçte taraf olmak, “subjektif” yorum yapmak, demokrasinin yeniden inşasından yana olmaktır; tarafsızlığın ve nesnelliğin safında olmaktır—paradoksal görünse dahi.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
IV. Muhalefet ve tarafsızlığın koordinatları
Muhalefet içindeki süreç de bu bakış açısından okunmalıdır. Bugün yaşananlar, basit bir parti içi tartışmadan ibaret değil. Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun tutumu —ister bilinçli ister bilinçsiz olsun— iktidarın demokratik zemini zayıflatma çabasına katkıda bulunuyor. Kılıçdaroğlu’nun pozisyonu, tarafsızlığı sağlayacak zemini yeniden inşa edecek girişimin önünde bir engel oluşturmakta ve bilhassa böylesi demokratik zemini ortadan kaldırmaya katkıda bulunmaktadır. O hâlde CHP içindeki bu mücadele artık sadece bir partinin meselesi değil; Türkiye’nin gelecekte nasıl bir siyasal rejime sahip olacağına dair bir tercih meselesidir.
Bu bağlamda, İmamoğlu ve Özgür Özel etrafında şekillenen hareket, sadece CHP’nin geleceğiyle değil; tüm muhalefetin, hatta gazeteciliğin ve akademinin varlık koşullarıyla ilgilidir. Dolayısıyla bu hareketin yanında durmak, aslında yeni bir tarafsızlık zeminini mümkün kılacak anayasal çerçevenin savunulması anlamına gelmektedir.
Yani bugünkü koşullarda tarafsızlık, ancak belli bir siyasi mücadelenin içinden kodlanarak yeniden mümkün hâle gelebilir. Bu, klasik anlamda bir “taraf tutma” değildir. Tam tersine, toplumun tüm kesimlerine adil davranacak bir düzenin yeniden inşası için gerekli bir duruştur.
V. Tarafsızlık, demokrasi mücadelesinin neresinde?
Mesele, siyasal kampanyaların doğrudan bir parçası olmak değil. Ama bir gerçeğin altını tekrar çizmek gerekiyor: Tarafsızlık, ancak onu mümkün kılan demokratik zeminin varlığıyla anlam kazanır. Bu bakımdan bugün Türkiye’de demokrasinin kendisi tehdit altındayken, “soğukkanlı” analizler yapmak ya da olaylara “eşit mesafede durmak” tartışma konusu hâline gelmelidir.
Bu nedenle, İmamoğlu ve çevresinde şekillenen siyasal hareket yalnızca muhalefetin değil, tüm toplumun yeniden nefes alabileceği bir alanın sembolü hâline geldi. Ve bu mücadelenin yarattığı gerçeğe —özellikle yarattığı sokak gerçeğine— dikkat çekmek, partizanlık değil; gazeteciliğin, akademinin ve düşünce özgürlüğünün yeniden yeşerebileceği bir geleceğe katkı sunmak demektir. Aksine, soğukkanlı ve nesnel bir bakış açısıyla “sokak fetişizmi”nden bahsetmek ya da CHP’yi tekrar sadece parlamenter düzlemde tutmaya çalışmak, 19 Mart’ın gerçekliğini anlamamanın ötesinde, tam da tarafsızlık ve nesnellik olanağını ortadan kaldırma riskine katkıda bulunabilir.