PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 25 Nisan 2025 tarihli perspektif metni, tarihsel materyalizme karşı radikal bir revizyon önerir: Tarih, sınıf mücadelelerinden değil, devlet ile komün arasındaki çatışmadan ibarettir. Bu formülasyon yalnızca klasik Marksist ayrımları geçersiz kılmakla kalmaz; aynı zamanda bugünün belediyecilik tartışmalarına doğrudan etki edebilecek teorik bir araç da sunar. “Komün”, Öcalan’a göre yalnızca tarihsel bir kategori değil, aynı zamanda güncel bir örgütlenme potansiyeli. Bu bağlamda Türkiye’deki yerel yönetimlerin merkezi iktidarı sarsan dönüşümü, özellikle de Saraçhane direnişi, Öcalan’ın komün teorisinin çağdaş bir izdüşümü olarak okunabilir mi?
Öcalan’ın “devlet-komün çatışması” Saraçhane’de somutlaşmış olabilir mi?
Belediyeciliğin ve komünalizmin merkezi devlet açısından doğurduğu riskleri kavrayabilmek için biraz geriye gitmek gerekir. 2009 yerel seçimlerinde 59 belediye kazanan Kürt hareketi, KCK yapılanması çerçevesinde ve ağır operasyonlara rağmen 2014 seçimlerinde 104 belediyeye ulaşmayı başardı. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde ise 80 milletvekili çıkararak devletin yapısal temellerini ciddi biçimde sarstı.
Kendisi de eski bir belediye başkanı olan ve yerel yönetimlerin dönüştürücü kapasitesini en iyi bilen figürlerden biri olarak Recep Tayyip Erdoğan, Kürtlerin öncülük ettiği bu komünaliteye doğrudan müdahale etti. AKP, devletin denetimi dışında gelişen bu siyasallaşmaya karşı panzehiri, MHP ile kurduğu ittifak ilişkisiyle buldu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, HDP’li belediyeler doğrudan merkezi iktidarın hedefi hâline geldi. Bu belediyelere yönelik kayyum atamaları, yalnızca demokratik siyasetin kurumsal kanallarını değil, Öcalan’ın “komün” olarak tanımladığı toplumsal inşa mekanizmalarını da ortadan kaldırdı. Kürtlerin öncülük ettiği ve hızla yayılan komünal deneyim, resmî olarak dağıtıldı.
Ancak sorun yalnızca devlet baskısıyla sınırlı değildi. Öcalan’ın görüşme notlarında ifade ettiği üzere, bu “belediyeler halktan kopmuş, aşiretler ve çıkar gruplarının ele geçirdiği yapılar”a dönüşmüştü. Bu nedenle devlet müdahalesiyle tasfiye edilirken, toplumsal düzeyde güçlü bir halk direnişiyle savunulmadılar. Komün, kitlelerin kolektif hafızasında yer etmiş olsa da, yine Öcalan’ın ifadesiyle “ahlaki-politik toplumun temeli” hâline gelemedi ve ideolojik olarak da çözülmeye uğradı.
2019: CHP’nin bürokratik alandan komünal alana geçişi
2019 yerel seçimleriyle birlikte Türkiye’nin batısında yeni bir “komünal alan” doğdu. Uzun süre iktidar olamayan ve zamanla devlet bürokrasisindeki mevzilerini de kaybeden CHP, HDP ile kurduğu dolaylı ittifaklar sayesinde İstanbul, Ankara, Mersin ve Adana gibi stratejik kentlerde belediyeler kazandı. Ancak daha kritik olan, bu belediyelerden bazılarının geçmiş pratiklerin ötesine geçerek alternatif bir yerel yönetişim anlayışı inşa etmeye yönelmiş olmasıydı. Sınıf mücadelesine dair belirgin bir anlatısı olmayan CHP, böylelikle devlet–komün geriliminde güçlü bir cephe açmış oldu.
Ekrem İmamoğlu’nun 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak dile getirdiği “kişilere ve tarikatlara hizmet dönemini sona erdireceğim” söylemi, sadece bir seçim vaadi değil; aynı zamanda patronaj ağlarını dağıtmayı hedefleyen bir kamusal müdahalenin manifestosuydu. AKP’nin İstanbul’da inşa ettiği müteahhit–tarikat–bürokrasi üçgenine dayalı rant sisteminin çökertilmesi, sermayenin mekânsal örgütlenmesine karşı İmamoğlu’nun en görünür müdahalesini oluşturdu. Kanal İstanbul projesine karşı duruş ise yalnızca ekolojik hassasiyet değil; aynı zamanda rant ekonomisinin temel dinamiklerini hedef alan stratejik bir siyasal yönelimdi.
Bu dönüşüm, İBB bünyesinde hayata geçirilen birçok somut uygulamayla görünür hâle geldi. Pandemi döneminde merkezi hükümetin engellemelerine rağmen sürdürülen Askıda Fatura sistemi, piyasa dışı bir dayanışma modeli sundu. Halk Market, Türkiye’nin dört bir yanındaki tarım kooperatifleriyle tüketiciler arasında doğrudan ve komisyonsuz bir pazar oluşturarak gıda hakkını savundu. Öğrenci yurtları, öğrenci abonmanları, Anne Kart, Halk Süt ve Kent Lokantaları ise kentsel ekonomi içinde yeni bir etik çerçeve oluşturdu. İBB’nin sosyal yardım anlayışı, hayırsever bağışlara değil, kurumsallaşmış ve hak temelli bir yaklaşım üzerine kurulu hale geldi; burada amaç, refahı dağıtmak değil, onu komün ile birlikte örgütlemekti.
Benzer biçimde; ihalelerin canlı yayınlanması, iştirak şirketlerinin kâr maksimizasyonu yerine kamu yararını öncelemesi ve bütçenin halkla birlikte tartışılması gibi adımlar, belediyeyi yalnızca bir hizmet kurumu olmaktan çıkarıp bir katılım mekânına dönüştürdü.
Kültür politikalarında, yetersiz olsa da, benzer bir çoğulculuk ve katılımcılık yaklaşımı benimsendi. İBB, pandemi sırasında Kürtçe koronavirüs afişlerinden Kürtçe kamusal hizmetlere, Kürtçe tiyatrodan İSMEK’teki Kürtçe dil kurslarına ve Rumca ve Ermenice kültürel etkinliklere kadar geniş bir alanda destek sağlayarak kültürel alanı tek tipleştirici ulus-devletçi normlardan özerk kılmaya çalıştı. Özellikle Kürtçe çocuk kitaplarının basılması ve ücretsiz dağıtılması, merkezi iktidarın tek-dilli ideolojik sınırlarına karşı sessiz ama etkili bir müdahale niteliğindeydi. İstanbul Kitapçısı raflarında Süryanice, Lazca ve Ermenice yayınların görünürlük kazanması, kültürel çoğulluğun yalnızca bir hoşgörü meselesi değil, bilinçli bir kurumsal tercih olduğunu gösterdi.
Tüm bu çabalara yönelik sayısız eleştiriye rağmen, İstanbul yönetiminin yerel halkla kurduğu ilişki, Öcalan’ın tarif ettiği “ahlaki-politik toplum”un güncel ve kentsel bir versiyonunu çağrıştırmaktadır. Bu uygulamalar, Öcalan’ın komün teorisinde yer verdiği “demokratik ulus”, “eko-ekonomi” ve “komünal örgütlenme” kavramlarıyla dikkate değer paralellikler taşımaktadır. Nitekim Öcalan’ın “sınıf mücadelesi yerine devlet–komün ikilemi”ne dayalı çözümlemesi, İstanbul ve İBB örneğinde devlete karşı kendi adayını dayattı: Ekrem İmamoğlu.
Saraçhane: Komünün siyasal formunu yoklaması
Komünün merkeze doğru kendi modelini ve adayını taşıma kapasitesi, nihayetinde devlet tarafından operasyonel yöntemlerle bastırılmaya çalışıldı. Tepki olarak 19 Mart akşamı başlayan Saraçhane buluşmaları, bu komünal dönüşümün siyasal form arayışıydı. Ekrem İmamoğlu’na yönelik yargı süreci, CHP’yi ilk kez sokakta sürekli ve kararlı bir pozisyon almaya zorladı. Özgür Özel liderliğindeki CHP, bu kez parlamenter sınırlar içinde kalmamayı tercih etti. Saraçhane’deki doğrudan katılım, mekânın süreğen işgali, üniversiteliler ile tutuklu yakınları arasındaki dayanışma ağları, kolektif nöbetler ve hiyerarşisiz birliktelik; Öcalan’ın “komün” tanımındaki ana unsur olan “gündelik hayatın siyasallaşması” ile ciddi biçimde örtüşmektedir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Polis müdahalesiyle dağıtılan ilk eylemlerin ardından direniş, İstanbul’un ilçelerine ve oradan Bayburt, Yozgat, Konya, Diyarbakır gibi merkezlere yayıldı. Bu coğrafi genişleme, yerel düzeydeki bir direnişin ulusal karaktere dönüşebileceğini gösterirken, aynı zamanda CHP’nin zayıf olduğu kentlerdeki örgütlenme kapasitesini de sınamış oldu.
Saraçhane’de cisimleşen komün yalnızca devleti rahatsız etmekle kalmadı; aynı zamanda CHP’nin iç yapısında da köklü dönüşümleri tetikledi. Parti tabanı kolektif özneye dönüştü, geleneksel hiyerarşik yapı büyük ölçüde aşındı. Öyle ki yalnızca 1,5 yıl önce partiyi yöneten ve 13 yıl boyunca genel başkanlık yapmış Kemal Kılıçdaroğlu’nun ihracı dahi tartışılmaya başlandı.
Bu bağlamda Saraçhane, ne klasik bir protestodur ne de sadece sembolik bir çıkış. CHP’liler ve İstanbullular için Hannah Arendt’in deyimiyle “kamusal alanın doğuşu”, yani siyasetin parti koridorlarından çıkarak mekânda cisimleşmesi hadisesidir. Öcalan’ın “toplumun kendini yeniden kurma biçimi olarak komün” kavramsallaştırması, tam da bu mekânda yankı bulmaktadır.
Komünal dönüşümde teorik farklılıklar
Fakat Öcalan’ın anlatısına uzanan bu benzerlikler, mutlak bir örtüşmeye işaret etmez. Öcalan’ın teorisi; kapitalizmin, devletin ve patriyarkanın eşzamanlı reddine dayanır. CHP’nin pratiği ise temsili demokrasinin sınırları içinde, hâlâ devlet içi muhalefet refleksleriyle şekillenmektedir. Öcalan’ın anti-kapitalist komünalizmi, CHP’nin reformist yönelimiyle yapısal olarak çelişir.
Bu bağlamda Antonio Gramsci’nin “pasif devrim” kavramı açıklayıcı olabilir: Devletin yapısal biçimi değişmese de hegemonik aygıtlar yeniden yapılandırılır. CHP’nin yerel yönetim pratiği, bu anlamda komünal bir içerik taşısa da henüz devlet iktidarına alternatif bir kurucu güç üretme kapasitesine ulaşmış değildir.
Komünün olasılığı olarak Saraçhane
Saraçhane, Öcalan’ın teorisinin —tabi ki— bilinçli bir uygulaması değildir. Ancak onun tanımladığı komün formunun devletin merkeziyle mücadelesinin nasıl somutlaşabileceğine dair ilk ciddi ipuçlarını sunmaktadır. Belediyelerin halkla kurduğu yatay ilişki, siyasal katılımın mekânda ve gündelik yaşamda somutlaşması, sermaye düzenine karşı geliştirilen alternatif ekonomik ağlar… Tüm bunlar, komün fikrinin yalnızca Kürt coğrafyasına özgü olmadığını; İstanbul gibi devasa metropollerde de yaşayabileceğini — ve hatta arzu edildiğini — göstermekte.
Dolayısıyla Saraçhane, Öcalancı komünün bilinçli bir prototipi değilse bile, onun teorik olarak test edildiği ilk maddi eşiklerden biri olarak değerlendirilebilir. Bu eşik, Türkiye’nin siyasal modernitesine içkin krizlerin içinden doğan yeni bir siyaset biçiminin habercisidir.
Eğer bu çizgi kurumsallaşır, süreklilik kazanır ve halk katılımı kalıcı hâle gelirse, operasyonlara karşı daha dayanıklı hâle gelebilir. Hatta belki de tam da Abdullah Öcalan’ın işaret ettiği gibi, merkezi devlet otoritesi Saraçhane’de büyüyen komünün formuyla yeniden şekillenebilir.