Onur Alp Yılmaz yazdı: Sakın savaşın da barışın da kazananları aynı olmasın?

Hiç şüphesiz “silahların susması”nı bir ilerleme olarak selamlayabiliriz. Ancak, her meselenin özü içeriğin niteliğinde gizlidir. Öyle ki, yaygın kanaatin aksine, çatışma ile çatışmasızlık, savaş ile barış birbirinin mutlak karşıtı değildir; hatta çoğu kez bu kavramlar birbirini tamamlar. Çatışmanın nasıl bir bağlamda ve hangi dinamiklerle şekillendiği kadar, çatışmanın nasıl sonlandığı ya da barışın hangi koşullarda ve ne tür bir siyasi projeyle inşa edildiği de hayati önem taşır.

Peki, bizim önümüze koyulan projenin adı ne? İktidara göre “Terörsüz Türkiye”, DEM’e göre “barış”, MHP’ye göre ara ara “barış” ara ara “Terörsüz Türkiye”… Bu durum bana Vizontele’deki meşhur şampuan şakasını hatırlatıyor. Hatırlarsınız, Belediye Başkanı, kelliğinden dertli Sezgin’e saç dökülmesine karşı yeni bir şampuan çıktığını ifade ediyor ve Sezgin nasıl bir şey olduğunu sorduğu anda da o meşhur cevabı yapıştırıyordu:

“K*çına sürüyormuşsun, oradakileri döküp kafada çıkarıyormuş. Kıvırcık mıvırcık idare edeceksin artık.”

Bize aslında henüz içeriğe bile gelmeden, sürecin isminden başlayarak tam böyle bir şey dayatılıyor: “Muhtevasını boş verin, kıvırcık mıvırcık idare edin artık…” Öyle ki dün savaşın ne kadar kutsal bir şey olduğunu dinlediğimiz insanlardan (aynı insanlardan) bugün ise barışın ne kadar kutsal bir şey olduğunu dinliyoruz, değil mi? Bu insanlar deli olmadıklarına göre onları bu manevralardaki esnekliğe yönlendirecek bir motivasyonları olmalı öyle değil mi? İşte bu noktada Foucault’ya başvurmamız gerekir. Ona göre, söylemleri şekillendiren güç ilişkileridir ve elitler ile onların etrafında kümelenenler çıkarlarını sürdürmek için farklı anlatıları veya ideolojileri araçsallaştırabilirler.

Erdoğan’ın konuşması nasıl okunmalı?

Peki, o halde düne kadar ne olursa olsun savaşı kutsayan bu insanların şimdi ise barışı içeriğinden bağımsız olarak yeni bir tartışılmaz ahlaki kavrama dönüştürmelerinden edindikleri kâr nedir ya da bu dönüşüm neden gerçekleşmiştir? Aslında Erdoğan’ın dünkü konuşmasında bunun izleri vardı. Özellikle Türk, Kürt, Arap halklarının İslam çatısı altında birleştirilme iddiası bu açıdan çok şey söylüyordu. Yine bununla paralel biçimde sınırları aşarak Irak ve Suriye’deki Kürtlerin meselesinin de Türkiye’nin meselesi olduğunu ifade etmesi düşündürücüydü. Düşündürücüydü çünkü bu iki ifadenin toplamı laik ulus-devletin sınırlarını aşmak demekti.

İşte elitlerin ve koalisyonlarının savaştan barışa kıvrak dönüşlerinin sebebini anlayabilmek için bam teli de burası: Türkiye, bir taraftan ekonomik ve siyasal büyüme hedeflerini sürdürürken, diğer taraftan yeni katılacak etki alanlarıyla federatif ve çok uluslu bir yönetim modeline geçiş arayışında. Bu vizyon, yalnızca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel ajandasıyla sınırlı değil; aksine, iktidar koalisyonunun ortak iradesiyle şekilleniyor. Ordu bu dönüşümü destekliyor, sermaye kesimleri de bu yeni yapının -elbette- arkasında. Trump’ın Ortadoğu’yu ticarileştirme iddiası da Suriye’nin yeniden inşa süreci de iktidara yakın sermayenin ağzını sulandırıyor. Bu, iktidarın Türkiye’yi seçimsizleştirme sürecinde de ona rejimi finanse edebileceği fırsatlar sunuyor.

Nitekim iktidar, bu bölüşümden pay alabilmek amacıyla Güney Kafkasya’da Avrupa’yla Ortadoğu’da ise ABD’yle tezlerini uyumlu hale getirmek için çok ciddi bir çaba sarfetti. Başka bir ifadeyle, NATO ve ABD’yle uyum sorunlarını azaltan iktidara ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, BAE, Suudi Arabistan ve Katar’ın Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan’ı yağmalama projesinin sonucunda oluşan yoksulluğu ucuz emek gücü olarak kullanma projesinden paye verilmiş gibi görünüyor. Peki neye karşı? Bu karşılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında da referans verdiği ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Barrack tarafından tanımlandı aslında:

Osmanlı İmparatorluğundaki ‘millet sistemi’ yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkân verdi. Türkiye, tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere.”

Türk-Kürt-Arap ittifakı

Burada şunu ifade etmek gerekir ki millet sistemindeki millet, bugünkü anlamıyla milleti, yani ulusu ifade etmez. Çok özet bir ifadeyle Osmanlı’da millet, dinsel topluluk demektir. Başka bir ifadeyle, Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında yaşayan farklı dini ve mezhepsel grupların, din ya da mezhep esasına göre örgütlenip yönetilmesine “millet sistemi” deniyordu. Yani bu, çoklu hukuklu ve çoklu yönetimli bir sistem anlamına geliyordu.

Peki, bayram değil seyran değil, Barrack neden böyle bir şey söyledi? Bildiğiniz üzere 7 Ekim 2023’ten ve özellikle de Trump’ın seçilmesinin ardından İsrail’in bölgedeki yayılmacılığı geri döndürülmesi güç bir seviyeye ulaştı. Benim Ortadoğu’nun İsrailleştirilmesi süreci olarak adlandırdığım bu süreçte Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in nüfuzuna meydan okuyan İran’ın bütün direniş hattı kırıldı ve böylece İran, bu projenin, yani Ortadoğu’nun İsrailleştirilmesi projesinin gerçekleşmesinin önündeki yegâne engele dönüştü. İşte ABD bu yüzden bölgede bir Türk-Kürt-Arap ittifakı istiyor. Dolayısıyla bunun adı barış değil, daha büyük bir savaşa hazırlık.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Sorunların çözülmesinin yolu

Şüphesiz, bunun anlamı “Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur”a çıkmamalı. Ancak iktidarın iktidarda kalma kaygısıyla emperyalizmin bölgeye biçtiği rollerin içinde yer alıp, Kürt sorununu da yalnızca etnik kimliğin tanınmasına indirgemesi Kürt sorununu çözmeyeceği gibi Türkiye’nin demokratikleşmesine de negatif etki yapar. Kürt sorununun Türkiye’nin her bir vatandaşının da sorunlarının çözümüne katkı yapacak biçimde çözülmesinin yolu bellidir: Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü, refahın adil bölüşülmesi ve anti-emperyalizm.

Yalnızca kimliklerin tanındığı, çoklu hukukun var olduğu, vatandaşlığın yok olup Türkiye’nin tebaalara bölündüğü bir düzen ise Türkiye’yi hiç olmadığı kadar kırılganlaştırır. Neden mi? Ortadoğu’nun İsrailleştirilmesi sürecinde emperyalizm, Arap coğrafyasındaki sosyalizmle harmanlanmış milliyetçiliği, yani anti-emperyalist Arap ulusalcılığını parçalamak için kimlik farklılarının çatışmaya dönüşmesini destekledi ve büyüttü. Arap ülkelerinin dirençleri böylece kırıldı. Bir ulus niteliği taşımadıkları ve dolayısıyla demokratik bir rejime de sahip olmadıkları için kaynakların ortak kullanımı ve dağıtımının nasıl olacağı seçimler değil, kimliksel çatışmalar sonucu belirlendi. Elbette bu çatışmalarda tarafların arkasında ABD ve İsrail ya da Rusya ve İran gibi güçler vardı ve nüfuz mücadelesi veriyorlardı. Bu nüfuz mücadelesi, buraların kaynaklarının asıl sahibinin kim olacağı sorusundan da bağımsız değildi.

Türkiye’nin kaderi emperyalistlerin ihtiraslarına bırakılamaz

Yani iktidarın girdiği bu yol, toplumsal barışı daha da zedeleyecek, tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi emperyalistlerin kimliksel çatışmaları daha da körükleyecekleri bir kırılma yaratacak bir yol. Üç milliyetçiliğin birbirini sürekli tetikleyeceği ve demokratik yolların kapalı olması dolayısıyla anti-demokratik yollarla hesaplaşmanın görüleceği çıkmaz bir sokak. Dolayısıyla Türkiye’nin kaderi, geleceği, demokrasisi, toplumsal barışı otoriterliğiyle meşhur üç kişinin ve emperyalistlerin ihtiraslarına bırakılamaz.

Nitekim iktidarın Türkiye’yi soktuğu bu yol, dünyadaki yeni eğilimden de uzak. Dünyanın yeniden içe kapanmaya başladığı bu dönemde ulus-devletlerin demode olduğunu düşünmek hem emperyalizmin ’90 sonrası yaptığı bu propagandanın Lübnan ve Bosna gibi yerlerde yarattığı vahim sonuçları görmezden gelmektir hem de dünyayı aynı dönemin ezberleriyle okumaktır. Yine aynı şekilde, Ortadoğu yangın yeri olmaktan hiç sıyrılamamışken Türkiye’nin bir biçimde bunları en az hasarla atlatmasında ulus-devletin hiç payı olmadığını düşünmektir.

Kimlik siyasetinin temel çelişkisi

Bu bağlamda “post-modern millet sistemi” pek de orijinal bir fikir değil.  “Tarihin sonu” tezlerinin uçuştuğu dönemde denenmiş ve çok da iyi sonuçlar vermemiş bir sistem. Bunun sebebi, post-modernitenin teoride ifade ettiği kimlik temelli süslü lafların pratikte duvara toslamasıdır: Kimlik siyasetinin temel çelişkisi, farklı kimliklerin barışçıl bir arada yaşama idealini hedeflerken, pratikte kimliklerin daha keskin bir şekilde vurgulanmasına ve toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine yol açar. Bu yaklaşım, bireyleri ve grupları ortak bir toplumsal bağ etrafında birleştirmek yerine, kimlik temelli ayrımları pekiştirerek çatışma dinamiklerini körükler. Bu tür yapılar, tarihsel millet sisteminin hiyerarşik ve ayrıştırıcı doğasını modern kimlik politikalarıyla yeniden üretir, ancak çoğulculuğu uyum içinde yönetmek yerine yaygın bir anarşi ve parçalanma riski yaratır. Birlikte yaşama kültürünü güçlendirmek yerini içe kapanmaya ve kendi kültürünü sürekli tehdit altında görmeye bırakır.

Bu bağlamda yazıyı Lübnan’ın geldiği yıkım durumunu en iyi resmedenlerden biri olan Amin Maalouf’un yaptığı, Kürşad Oğuz’un aktardığı bir hatırlatmayla bitirmek gerekir:

“Ülkeyi cemaat ve milletlere bölerseniz; o zaman hepsi kendine bölgesel ve küresel bir müttefik arar. Lübnan milleti projesi bu değildi. İnsanların sadece kendi cemaatlerine değil öncelikle Lübnan milletine ait olmalarını sağlamaktı amaç. Ama onlar giderek daha çok kendi içlerine kapandı ve cemaat liderlerine bağımlı oldular. Bunun sonu trajedi oldu. Lübnan’ı zayıflatan sebeplerden biri her topluluğun kendine yabancı bir koruyucu bulmasıydı. Efendi ya da sahip de diyebiliriz. Bir yabancı hamiye sahip olmaları o kadar sağlıksız ve tehlikeli ki…”