İlk tanışma ve etki
Pınar Kür’ü ilk kez “Yarın Yarın” romanını okuduğumda tanımıştım. Romanı bitirdiğimde, üzerimde sarı bir anorak ile Cağaloğlu Yokuşu’nun başındaydım. Bitirdikten sonra, satırların insanı saran isyan duygusuyla birlikte, “niçin, ama niçin” diyerek o yokuşu, sapsarı, soluk soluğa koşarak katettiğimi hatırlıyorum. Bunun ardından gelen yıllarda, Türkiye’nin “yarın yarın” diye diye şimdiki zamanını ve gençlerini nasıl heba ettiğini garip bir buruklukla taşımamı, biraz da bu kitaba bağlıyorum. O buruklukta, neden hep romantik bir geleceğin içinde hapsolduğumuz sorusu başat rol oynuyor. Ona verilemeyen cevaplar da elbette mevcut. Neden Seyda’nın yalnızlığı hemen hepimizde var, vb.
Romanın derinliği ve anlatım tarzı
Gerçekten de Pınar Kür’ü ilk keşfettiğim roman “Yarın Yarın”dı ve bu roman bizleri karakterleri aracılığıyla politik bir zemine taşımasıyla dikkat çekiyordu. Ancak sadece bu değil! Oradaki anlatım beni gerçekten etkilemişti. Kitabı bir solukta okumuştum. Yıllar sonra Pınar Kür’le tanıştığımda bu anekdotu anlatmak için biraz sabretmem gerekti çünkü insanlarla ilişki kurarken belli bir mesafeyi korumayı tercih eden o insanlardandı. Önce karşındaki insanı ölçen, biçen, ondan sonra belli bir samimiyet kuranlardandı. Tanıştıktan üç dört yıl sonra, bu kitaptan nasıl etkilendiğimi ve o yokuştan nasıl aşağı koşarak indiğimi anlattığımda o da bundan etkilenmişti. O dönem yazı yazmıyordu ya da yazmayı tercih etmiyordu. Yazmanın bir anlamı olmadığını söyleyip duruyordu. Oysaki yazının onu hayata bağladığını, yazmaktan başka yaşama direnme gücünün olmadığını içimizde en iyi bilenlerden biriydi. Ancak tıpkı o romandaki gibi içinde garip bir hüzün taşıyordu.
Yazma süreci ve dönüş
Daha sonra tekrar kaleme sarıldığını ve “Hayalet Hikayeleri” adlı bir kitap yazdığını hatırlıyorum. 1997-2004 yılları arasında kaleme aldığı öykülerden oluşan bir kitaptı bu. Bu kitabın ilk röportajını o dönem Radikal Kitap’ta bana vermişti. Hatta orada söylediği bir cümle yüzünden çok eleştirildi. Söylediği, aslında söyleşinin akışı ve içtenliğine bağlı bir cümleydi: 12 Mart dönemindeki devrimcileri, 12 Eylül dönemindeki devrimcilere göre çok daha naif ve hümanist bulduğunu ifade etmişti. Bu, 12 Eylül’den çok çekmiş olan kimi arkadaşlarımızı incitmişti. Oysaki bunları konuşurken kimseyi incitme gibi bir derdi olmadığını biliyordum. O, durumu kendi yazarlık gözlemleriyle saptayan ve ona göre yoluna devam eden bir insandı.
Cesaret ve güçlü karakter
Bu anlamda cesurdu ve gerçekten güçlü bir karaktere sahipti. Yapılan eleştirilere de çok fazla bir şey söylemediğini hatırlıyorum. Sonrasında kitaplarına tekrar döndü ve yazmaya devam etti. İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki yedi yılımı onunla bitirirken garip anılarla ayrıldım ondan. Ruşen’le ABD’ye gidecektik. Bizi, kimi ortak öğrencilerimizi ve bölümdeki arkadaşları (bunlardan biri de şimdi fakültede dekan olan Itır Erhart’tı) bir meyhaneye davet etti. Orada onunla karşılıklı göbek attık. O gece çok duygusaldı. Yarın Yarın’ın yazarıydı. Benim yazarım.
İlişkimiz ve yazma sürecindeki dönem
Arada yazıştık. Kimi yerlere benim için referanslar yazdı. Zaten bu konuda çok bonkördü. Müthiş İngilizcesiyle müthiş referans mektupları yazardı meslektaşları ve öğrencileri için.
İki yıl sonunda yurda geri döndüğümüzde o artık bir televizyon yıldızıydı! Ancak o zaman da benzer şikayetler onun hayatında devam etti. Onun meşhur olduğunu ifade edenler vardı. Oysaki “Asılacak Kadın”ı yazdığında da çok meşhurdu. Daha sonra, emekli olduğunda, ben de okula geri dönmüş ve ortak verdiğimiz dersi devralmıştım. “Asılacak Kadın” romanını her dönem okutmayı bir vefa borcu olarak görmüştüm ama zaten o kitap her daim okutulması gereken bir kitaptı. Hatta bir tanesinde kendisi de geldi. Öğrencilerimle “Asılacak Kadın”ı bizzat tartıştı. Öğrencilerin getirdiği yorumları da çok beğendiğini söylemişti.
Medyascope ve son dönem
Sonrasında Medyascope’taki Zeytin Dalı programına “Sadık Bey” kitabıyla onu çağırdık. O dönem Nazan Haydari ile birlikte yapıyorduk programı. Hatta programa çok yoğun bir trafikle gelmişti. Bir buçuk saat kadar uğraşmıştı o yolu kat etmek için. Nazan Haydari de ona eşlik etmişti. Geldikten sonra güzel bir program yapmıştık hep birlikte. Fakat her zamanki umutsuzluğu gene baki idi. Ülkenin gidişatının ve sorunlarının bitmeyeceğini, Türkiye’nin hiçbir zaman arzu edilen bir seviyeye gelemeyeceğini ifade ediyordu. Ona göre Türkiye’deki eğitim sistemi de iflas etmişti. İflas etmeyen hiçbir şey kalmamıştı aslında. Üstelik bu süreçte düşmüştü, belinde ve sırtında ciddi sıkıntılar vardı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Yazma ihtiyacı ve son söyleşi
Ama bereket, artık yazıyordu. En son “Kıraathane”de onunla bir söyleşi yapmıştık. Covid zamanıydı. Çok zayıflamıştı. Ama buna rağmen, o garip muzipliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
Burada bir parantez açmak farz oldu: Bu zeka dolu, keskin, bıçkın, ironi dolu muzipliği beni her zaman çok güldürdü. O da bana her daim kızardı: “Niye gülüyorsun?” diye. Halbuki çok dozajı yerinde ve zekice bir bakışı vardı hayata. İçinde bulunduğumuz durumu hemen özetleyen bir mizahtı bu. Bazen kendisine bunu hatırlatırdım. O da bunu katiyen kabul etmezdi. “Olayın ciddiyetinden dem vuruyorum. Komiklik bunun neresinde, mizah bunun neresinde? Niye benim her söylediğime gülüyorsun?” der durur ve beni daha çok güldürürdü. Bu satırları yazarken onun o zeka dolu taşlamalarını gene duyuyorum. Eminim, “Bak hâlâ gülüyorsun Müge,” demeye devam edecektir.
Duygulara gelince…
Doğruya doğru, başlangıçta benim için zor bir ilişkiydi onunla yaşadığım süreç. Ama sanırım daha sonra birbirimizi anladık ve bu anlayıştan doğan bir sevgiyle birbirimize bağlandık. Bana, “Sen benim kızımsın,” dediğini bilirim. Ve sanırım ben de onu çok özel bir kıyıda sevdim. Cağaloğlu’ndan aşağı koşan kızdan, o kızın koştuğu köprülerin altından çok sular akmıştı. Ve evet, bugün bu satırları yazarken, sadece büyük bir edebiyatçıyı değil, artık bir dostumu kaybetmenin hüznünü yaşıyorum.