Modern siyasi düşünce, aydınlanmanın evrensel özgürlük, eşitlik ve adalet gibi ideallerini hayata geçirme hedefiyle şekillendi. Bu bağlamda ulus-devlet, modernitenin en belirgin siyasi ifadesi olarak ortaya çıkarken bireysel hakların ve ulusal egemenliğinin meşruiyetini vurguladı.
Ulus-devlet, ulusal kimlik ile merkezi hükümetin muazzam birleşimi olarak tanımlandı. Kitlesel eğitim, uyumlu bir siyasi sınıf ve merkezi kontrol altındaki ordu gibi özelliklerle donatılan bu yapı, ortak bir vatandaşlık anlayışı üzerinden toplumsal birliği ve eşitliği sağlamayı amaçladı. Bireysel hakların ve devlet egemenliğinin meşruiyeti, bu yapının temelini oluşturdu.
Ancak 1960’lardan itibaren yükselen post-modern düşünce, modernitenin “büyük kurtuluş vizyonlarını”, yani ideolojileri aşırı totalleştirici bulurken bireyleri de silikleştirdiğini iddia etti.
Post-modernizm, bunun yerine farklılıkları yüceltti, evrensel haklar yerine belirli grupların kendi hakları, çıkarları ve kültürleri için mücadele etmesini savundu.
Bu bağlamda ortaya çıkan kimlik siyaseti, etnisite, ırk, cinsiyet, din gibi belirli bir kimliğe dayalı politikaları ifade ederek, sistematik baskıyla karşılaşan marjinalize grupların deneyimlerini merkeze almayı ve onlara daha fazla alan açmayı hedefledi.
İddia, bunun toplumu daha kapsayıcı ve gerçek bir demokrasiye taşıyacağı yönündeydi. Ancak bu da en az eleştirdikleri kadar totalleştirici sonlar üretti.
Yani post-modernizmin çok kimlikliliği kutsayan ve demokrasiyi güçlendireceği yönündeki iddiası pratikte ciddi bir çöküşe yol açtı.
Bu çöküş, toplumsal parçalanma, merkezi otoritenin zayıflaması, vatandaşlık kavramının aşınması ve ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesi gibi sonuçlar doğurdu.
Modern siyasetin evrensel haklar ve ortak vatandaşlık ideali ile post-modern siyasetin “indirgenemez farklılıklar” ve “belirli değerler” vurgusu arasında temel bir gerilim oluştu.
Bu durum, birleşik bir siyasi irade oluşturmayı zorlaştırarak ulus-devletin temelini sarstı. Kimlik siyaseti, marjinalize gruplara güçlenme alanı açma potansiyeli taşırken, diğer yandan kimliğin “özcü” ve “yeniden pekiştirilmiş” kavramlarının üretilmesine yol açma riskiyle de paradoks yarattı: Bireyleri dışarıdan dayatılan kategorilerden kurtarmayı hedeflerken, onları grup içi gettolaşmaların içine hapsetti.
Post-modernizmle alakalı bu eleştirilerin temelini ise Harvardlı Profesör Robert D. Putnam’ın “içe kapanma” (hunker down) etkisi kavramı oluşturdu. Buna göre, etnik çeşitliliğin yüksek olduğu topluluklarda insanların hem kendilerine hem de farklı olanlara karşı sosyal güvenlerinin azaldığı, bireylerin içe kapandığı gözlemlenmişti. Putnam’a göre bu durum, sosyal bağların zayıflamasına, toplumsal sermayenin aşınmasına ve atomize toplulukların ortaya çıkmasına yol açıyordu.
Putnam’dan hareketle yükselen çokkültürlülük eleştirileri, bazı göçmen toplulukları tarafından kurulan “paralel toplumların” yükselişini de vurguluyordu.
Bu eleştiriler, siyaset sahnesinde de karşılık bulmaya başlamıştı. Almanya’da Angela Merkel’in 2010’da çokkültürlülük çabalarının “tamamen başarısız olduğunu” açıklaması ve ardından Suriye kriziyle beraber göçmen meselesinde Türkiye’deki iktidarla girdiği kirli pazarlıklar, Batı’nın kendi ürünü olan çokkültürlülük meselesinin pratikte yarattığı sonuçlardan kendisi adına ne kadar korktuğunu göstermek açısından epey çarpıcı bir örnekti.
Bu çarpıcı tavrın sebebi açıktı: Kimlik siyasetinin yükselişi ve çokkültürlülük uygulamaları, modern vatandaşlık kavramı üzerinde önemli bir aşınma yaratıyordu ve bu da insanları aşırılıklara (aşırı sağa) yönlendiriyordu.
Ekim 2024’ten bu yana devam eden Türkiye’deki çözüm süreci ve etrafında yürüyen tartışmaların olası sonuçları da yukarıdaki açıklamalardan hareketle değerlendirilmelidir.
Peki, neden?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Çünkü…
Kürt hareketinin talepleri, Abdullah Öcalan’ın açıklamaları, DEM Parti’nin istekleri ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bu konudaki tutumu, toplumsal parçalanma, merkezi otoritenin zayıflaması, vatandaşlık kavramının aşınması ve kimlik siyasetinin riskleriyle doğrudan ilişkilidir.
Çözüm süreci, temelde Kürt kimliğinin tanınması ve Kürtlerin siyasi, kültürel haklarının genişletilmesi talepleri etrafında dönerken, bu durum kimlik siyasetinin Türkiye bağlamındaki risklerini de gün yüzüne çıkarıyor.
Türkiye’de tüm sorunların çözümünün Kürt kimliğinin tanınmasına indirgendiği, Kürt kimliğinin tanınmasının adeta bir sihirli değneğe dönüştürüldüğü bu süreç, aksine toplumu kimlikler arası çatışmaların daha yoğun yaşanacağı bir sürece sürükleme riskine gebe. Çünkü böylesi özcü bir yaklaşım, toplum içinde “biz ve onlar” anlayışını pekiştirme riski taşıyor.
Post-modernizmin her kimliği kutsaması gibi, bu süreç de demokrasinin ve vatandaşlığın evrensel bağları zayıflatıp toplumu “parçalı reformlar”a, hatta çoklu bir hukuk sistemi gibi tehlikeli sulara itiyor. Yani, kendini ait hissettiğin toplum için istediğini öteki gördüğün, “onlar” olarak tanımladığın için istememek gibi demokrasiyle bağdaşmayan bir “ayrıcalık” pazarlığı yapma rejimine yönlendiriyor.
Yine Öcalan’ın “demokratik özerklik” veya “yerinden yönetim”gibi talepleri, ulus-devletin temelini sarsan “yerelcilik” akımlarıyla hiç şüphesiz paralel.
Bu talepler, ulusal kimlikten kopup daha küçük kimlik yoğunluklarına dayalı, daha katılımcı bir siyasi yaşam vaadiyle güç kazanma eğiliminde.
Ancak bu durum, ulus-devletin uyumlu bir siyasi sınıf ve merkezi kontrol altındaki ordu gibi temel özelliklerini aşındırma riski de taşıyor.
Bunun anlamı, hesap verebilir mekanizmalar olmadan yerel otoritelerin, yani “yerel despotik eğilimlerin” güçlenmesidir.
Tüm bunların toplamı ise bizleri bireylerin evrensel haklara sahip vatandaşlar olmaktan ziyade, belirli bir etnik veya kültürel gruba ait olmamız nedeniyle farklı hak ve statülere sahip tebaalar haline getirme riskiyle karşı karşıya bırakıyor.
Eğer DEM ve Öcalan’ın talepleri ya da iktidarla uzlaşma alanları ortak vatandaşlık hukuku yerine her grubun kendi kimliğine özel haklar talep etmesine yol açarsa, bu durum vatandaşlığın eşit ve evrensel niteliğini zedeleyecektir.
Özellikle merkezi otoritenin zayıflaması durumunda, Kürt hareketinin bazı unsurlarının kendi bölgelerinde “kimlik ağası” benzeri fiili yönetimler kurma riski ortaya çıkaracak, bunun anlamı da bireylerin koruma ve hizmet karşılığında bu yerel güç odaklarına tebaa olması, dolayısıyla vatandaşlığın yerini kişisel sadakate dayalı bir tebaalığın alması olacaktır.