Karl Marx, 1843 yılında Arnold Ruge’a yazdığı mektubunda, meşhur bir şekilde “var olan her şeyin acımasızca eleştirisini” dile getirmişti. Bu ifade, o zamandan bu yana Marx’ın entelektüel ve politik duruşunun simgesi hâline geldi: hiçbir şeyi esirgemeyen, hiçbir otoriteye saygı göstermeyen ve hiçbir dogmayı kabul etmeyen bir eleştiri. Marx o sırada, Alman idealizminin kurumsallaşmış ve içe kapanmış felsefi geleneğine karşı çıkıyordu. Paris’e giderken, daha radikal ve maddi temelli bir düşünceye yönelmekteydi — eleştiriyi, yalnızca akademik bir egzersiz değil, mevcut durumu yeniden üreten ideolojik yapılarla savaşan canlı ve tavizsiz bir güç olarak görüyordu.
Marx sadece Alman felsefesinin katılığını reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihsel zeminden yoksun olduğunu düşündüğü anarşist eğilimlerin çocukça ütopyacılığını da eleştiriyordu. Marx’ın talep ettiği, soyut bir yadsıma değil, mevcut mücadele koşullarını dönüştürebilecek bir eleştirel güçtü. Bu “acımasız” eleştiri, yalnızca yıkıcı olmakla kalmıyor; aynı zamanda arzuları, çelişkileri ve tarihsel anın içinde bulunan olanakları da açığa çıkarmalıydı.
Şüphe ustaları – olağan dedektifler
Yıllar sonra Roland Barthes, Marx’ı Nietzsche ve Freud ile birlikte “şüphe ustaları” olarak tanımladı. Her biri, bir dedektif gibi çalışarak, toplumsal uyum, ahlaki değerler ya da psikolojik bütünlük gibi yüzeydeki görünümlerin, aslında derin yapılarda yer alan iktidar, bastırma ve çelişkiyi gizlediğini ortaya koydu. Bu şüphe hermeneutiği, eleştirmenlerden yüzeyin altını kazımalarını, görünürdeki hakikatin ötesine geçmelerini talep etti. Marx bağlamında bu, kapitalist tahakkümün ve ideolojik yapının nasıl deneyimin her alanını etkilediğini ve bu yapıların ortaya serilmesi gerektiğini ifade ediyordu.
Ancak Marx’ın kavrayışı aynı zamanda eleştirmenin yükümlülüğüne de işaret eder: Eleştirmen tarihsel olarak konumlanmış, dâhil olmuş ve açıkta olmalıdır. Eleştirmen, analiz ettiği güçlerden muaf değildir. Tarafsız bir gözlemci konumuna çekilmek mümkün değildir. Eleştiri, somut bir konumlanma içinde yapılmalı; bir risk içermelidir.
Parrhesia ve hakikati yaşamak
Tam da bu noktada, Michel Foucault’nun parrhesia — yani “hakikati söyleme” — kavramı üzerine yaptığı analizler de hatırlanmalıdır. Geç dönem derslerinde Foucault, parrhesia’nın kökenlerini Atina demokrasisinden alıp Kinik filozoflara kadar izledi. Kinikler için parrhesia, yalnızca iktidara karşı doğruyu söylemek değil, aynı zamanda hakikati yaşamak demekti. Parrhesiastēs, yani doğruyu söyleyen kişi, konumunu, itibarını ve hatta hayatını riske atardı — tıpkı Diogenes’in Büyük İskender’i güneşi gölgelediği için terslediği ya da bazı Kiniklerin ahlaki ilkeleri yok sayıp agorada mastürbasyon yapmaları gibi. Doğruyu söylemek, etik bir bağlılık biçimi hâline gelir; yaşamın kendisi hakikate tanıklık ederdi.
Post-truth çağında doğruyu söylemenin kırılganlığı
Bu antik düşünce, özellikle otoriter rejimler altında çalışan çağdaş eleştirmenler için güçlü bir yankı taşır. Eleştirmen yalnızca bir analist değildir; aynı zamanda bir tanıktır. Ancak bugünün post-truth (gerçek-ötesi) koşullarında, sosyal medyada bozulan söylemde ve silah hâline getirilmiş dezenformasyon ortamında, parrhesia kavramı da kırılgandır. Dilin anlamını yitirdiği, olguların komplo teorileri içinde boğulduğu bir dünyada, en cesur hakikat söylemi bile suistimal edilebilir veya önemsizleştirilebilir. Bu sorular çağdaş medya analizlerinde oldukça merkezi bir konumda yer alır. Özellikle dijital çağın retorik araçlarıyla demokrasinin epistemolojik temelleri arasındaki gerilim, eleştiri etiğini yeniden düşünmeyi gerektirir.
Trolleme, algı savaşları ve anlamın bozuluşu
Bu koşullar altında oldukça önemli bir sorunla karşı karşıya kalınır: Gerçeğe bağlılık taşıyan bir eleştirmen olmak, kamuoyunun hakikat zeminleri sistematik olarak yıkılırken ne anlama gelir? Demokrasi logos’a — yani rasyonel söylem, ortak dil ve tartışmalı anlamlara — dayanıyorsa, logos trolleme, dezenformasyon ve popülist gösteri tarafından ele geçirildiğinde ne olur?
Bu sorular çağdaş medya analizlerinde oldukça merkezi bir konumda yer alır. Özellikle dijital çağın retorik araçlarıyla demokrasinin epistemolojik temelleri arasındaki gerilim, eleştiri etiğini yeniden düşünmeyi gerektirir.
Bu meselenin, özellikle, 19 Mart Operasyonlarından sonra Türkiye bağlamında daha da yakıcı hâle geldiğini söylemek gerekir. O anın, bir kırılmayı simgelediğini söylemek hiç de abartı olmaz: Uzun süredir sarsılmaz sanılan otoriter rejim, yalnızca seçim yoluyla değil, siyasi imkânları yeniden şekillendiren toplumsal hareketlerin yükselişiyle de ciddi bir dirençle karşılaştı.
CHP’yi değiştiren toplumsal baskı ve eleştirmenin ikilemi
İşte bu bağlamda, “acımasız eleştiri” mirasını yeniden düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Marx, Nietzsche ve Foucault’dan gelen gelenek, kurumsal işbirlikçiliğe karşı sürekli bir tetikte olmayı talep eder. Ancak bu tetikte olma hâli, kimi zaman eleştirmeni, beklenmedik dönüşümleri görme kapasitesinden alıkoyabilir mi? Eleştiri öyle “acımasız” hâle gelirse, gerçek politik özneleşme biçimlerini fark edemez duruma gelebilir mi?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bu sorunun güncel bir örneği, Selahattin Demirtaş’ın bir zamanlar dile getirdiği bir vaatte bulunabilir: “Recep Tayyip Erdoğan’ı başkan yaptırmayacağız.” Bu sadece bir slogan değildi. İdeolojik ve sınıfsal sınırları aşan bir muhalefet hareketini harekete geçiren siyasal bir vaat, yemindi. Uzun süre Türkiye’nin siyasal sistemine ortak olmuş olan ana muhalefet partisi CHP, bu yemini kendi isteğiyle değil, toplumsal hareketlerin baskısıyla sırtlanmak zorunda kaldı.
Bu dinamik, eleştirmen için ciddi bir sınav anlamına da gelir, kanımca. Yıllar boyunca CHP’yi rejimin bir uzantısı olarak ele almak, hem kolay hem de çoğu zaman haklı bir tutumdu. Ama artık zemin kaydığının altını çizmek gerek. Tanıklık ettiğimiz şey, CHP’nin ideolojik dönüşümünden çok, aşağıdan gelen baskılarla değişmeye zorlanmasıdır: Kendi yaratmadığı bir vaadi, yemini üstlenmeye mecbur kalmasıdır.
O hâlde soru, CHP’nin ne kadar “saf” ya da “masum” olduğu değil; bu partinin, kusurlu da olsa, demokratik bir talebin taşıyıcısı olup olamayacağıdır.
Bu noktada, her uzlaşmayı deşifre etmeye kararlı olan eleştirmen, belki de acımasız değil, huzursuz hâle gelir: Gücün, toplumsal baskı karşısında gerçekten geri adım atabileceğini öngöremeyen bir huzursuzluk.
Acımasız eleştiriden umutlu tanıklığa
Bu elbette eleştirel sessizlik çağrısı değil. Parti siyasetini savunmak da değil. Aksine, eleştiri etiğini yeniden kalibre etme çağrısıdır. Bugün önemli olan sadece neyi yıktığımız değil; hangi talepleri yükselttiğimiz, hangi vaatleri taşıdığımızdır. Eleştirmenin görevi, belki de artık yalnızca gerçeği iktidara söylemek değil; zaten aşağıda söylenen gerçekleri dikkatle dinlemek ve bu yarıkta yalnızca şüpheye değil, umut ihtimaline de alan açmaktır.
Böylesi anlarda, acımasız eleştirmen, belki de şaşırma riskini de göze almalıdır.