15 Temmuz 2016, Fethullah Gülen ve onun düşüncelerini benimseyip “hizmet hareketi” içinde yer alanlar için belki de hayatlarının en büyük kırılma noktasıydı. O akşam saatlerinde gerçekleşen askeri kalkışmanın tüm sorumluluğu hızla Gülen cemaatine yüklendi. Türkiye’de başlayan süreç, cemaat mensupları için adeta bir “cadı avına” dönüştü. Yurtdışında cemaat yalnızlaştı; Türkiye içinde ise cemaat karşıtlığı, neredeyse tüm siyasi yelpazede birleşen güçlü bir pozisyona dönüştü.
20 Ekim 2024’te Fethullah Gülen’in ölümüyle birlikte hareket bir kez daha sarsıldı. Kısa bir yas sürecinin ardından, gücü ve parayı elinde tutan kamp yönetimi —yani cemaat statükosu— ortaya çıkan iki ayrı vasiyet nedeniyle tabanın büyük çoğunluğuyla karşı karşıya geldi. Bu gelişme, cemaatin iç dinamiklerinde beklenmedik bir kırılma yarattı.
Bugüne kadar yazılmış pek çok 15 Temmuz değerlendirmesi benzer bir tarihsel çerçeve sunar. Ancak ben, geçmişte takılı kalmadan, 2016’dan günümüze uzanan sürece odaklanmak istiyorum.
2024 yılının sonunda yaşanan bir diğer önemli gelişme, Türkiye’nin PKK ile 40 yılı aşkın süredir devam eden çatışmaları sonlandırmak için attığı barış adımları oldu. Süreç hızla ilerledi ve “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”, 5 Ağustos Salı günü 48 milletvekiliyle toplanarak kapsamlı bir uzlaşma zeminini tartışmaya açtı. Bu komisyon, suça karışmamış cemaat üyeleri için de önemli bir fırsat olabilir. Belki de 15 Temmuz’dan bu yana “ibadet tabanı” olarak anılan kesimin, kendilerini aklayabilecekleri ve kısmen eski hayatlarına dönebilecekleri en somut imkan bu.
Cemaat neden barış sürecini konuşmuyor?
Peki, 40 yıldır silahlı mücadele veren PKK ile masaya oturabilen Türkiye’nin bu adımı, neden cemaat tabanında konuşulmuyor bile? Neden cemaatin medyası, Türkiye’deki gelişmeleri anbean takip ederken bu barış sürecini yok sayıyor?
Cevap oldukça net: Cemaatin statükosu —gücü, parayı ve örgütsel yapıyı kontrol eden kesim— ve devlet içinde suç işlemiş bazı eski mensuplar, bu tür bir yüzleşmeyi istemiyor. Çünkü böyle bir normalleşme süreci hem kendi pozisyonlarını sarsacak hem de geçmişte yaptıklarıyla yüzleşmelerine neden olacak. Bu yüzden özellikle yurtdışında hâlâ aidiyet duygusuyla örgütlenmiş olan cemaat tabanı bu konudan uzak tutuluyor.
Ancak iki farklı vasiyetin ortaya çıkması, cemaat içinde bugüne kadar sorgulanmadan benimsenen söylemleri derinden sarstı. En sadık savunucular bile bu çelişkiler karşısında düşünmeye başladı. Statüko, bugüne kadar Türkiye’deki siyasi gelişmeleri cemaat medyasına aktararak tabana “rejimle uzlaşılmaz” fikrini pompalar, bu söylemi merkezde tutardı. Ancak şimdi, kendi içindeki iki farklı “vasiyet” ile benzer bir çarpıklığı ifşa etmiş oldu. Artık taban da bu söylemlere sorgusuz sualsiz inanmıyor.
Taban gerçeklerle yüzleşmeye daha açık
X’teki (Twitter) odalarda bunun etkilerini açıkça gözlemlemek mümkün. Daha önce “Üç vakte kadar düzeleceğiz”, “Devlet bizim ayağımıza gelecek” diyen insanlar, artık bu hayalleri sorguluyor. Cemaatin statükocu medya ve saha kadroları buna karşı anti-propaganda üretmeye çalışsa da artık kaybedecek çok şeyi kalmamış olan taban, gerçeklerle yüzleşmeye daha açık.
İşte tam da bu kırılma anında, suça karışmamış cemaat mensupları için bu yeni komisyon süreci gerçek bir fırsat olabilir. Süreci dikkatle izleyen bazı aydınlar da bu noktada “cemaatin feshini” gündeme getirmeye başladı. Ancak statüko bu kez de “fesih” kavramını şeytanlaştırma çabasına girdi. Oysa bana göre cemaatin tabanındaki en büyük sorun, kendilerine sunulan her şeyi sorgulanamaz bir şekilde kabullenmeleri. Bugün bile birçok insan “fesih” kelimesini duyduğunda sanki bir günah işliyormuş gibi hissediyor olabilir.
Fesih gerekli
O halde artık şu soruyu sormak gerekiyor: Fesih gerekli midir? Evet, fesih; cemaat tabanı ve suça bulaşmamış kesimi ve özellikle Türkiye’de tamamen toplumdan dışlanmış mağdurlar için bir çıkış biletidir. Gülen cemaati 1970’lerde Anadolu’da kuruldu ve Türkiye içinde güçlendikçe yurtdışındaki etkinliğini de artırdı. Yani şu anda tabana pompalanan “Zaten Türkiye’de bir faaliyet yapmıyoruz” ifadesi, çözüm için hiçbir önerme içermemektedir. Aksine, Türkiye içinde hâlâ cemaatin “devleti ele geçirme” amacının diri olduğunu gözler önüne sermektedir.
Ancak tabandaki her fert, kendi başına düşünmeye başladığında bu bitmek bilmez kör dövüşün ne için olduğunu anlamayacak ve işte o zaman uyanmak isteyecektir.
Devlet neden ilk adımı atmaz?
Devletler; kurumları, yasaları, vatandaşları ve sürekliliği esas alan yapılarıyla büyük ve karmaşık organizasyonlardır. Bu nedenle, içinden çıkan ayrılıkçı gruplar veya yasadışı yapılarla ilişkilerinde doğal olarak ilk adımı atmazlar. Bunun temel nedeni, diplomatik mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesidir.
Asimetrik Müzakere Teorisi’ne göre güçlü taraf (bu durumda devlet), müzakereye başlamadan önce zayıf tarafın “müzakere edilmeye değer bir aktör” olduğunu ispatlamasını bekler. Bu, taraflar arasında doğrudan bir güç yarışı anlamına gelmez; zaten devlet örneğinden gidersek, ayrılıkçı gruplar için bunu ön şart olarak ister. Güçsüz tarafın ilk adımı atması müzakerenin meşru ve sürdürülebilir bir zemine oturması için ön koşul olarak değerlendirilir.
Bu anlayış doğrultusunda Türk devleti de pozisyonunu zayıflatmamak adına —örneğin PKK ile yürütülen süreçte olduğu gibi— cemaatle doğrudan bir müzakere başlatmak isterse ya da cemaat tabanı bunu isterse önce bazı somut göstergelerin ortaya çıkması gerekir. Bu çerçevede cemaatin:
- Kendi iç yapısında ciddi bir dönüşüm yaşadığını ilan etmesi, yani devletin tanımadığı paralel yapılanma biçimlerinden ve gizlilik esasına dayalı “sivil/ cemaat hadimleri” örgütlenme modelinden açıkça vazgeçtiğini kamuoyuna duyurması,
- Bu dönüşümün kamuoyuna şeffaf ve kurumsal bir dille açıklanması; örneğin cemaat adına konuşan meşru bir temsil mekanizması aracılığıyla geçmişte yapılan hataların kabul edilmesi,
- Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi başta olmak üzere, geçmişteki yasa dışı faaliyetlerinin hiçbir gerekçe sunulmadan, açık, net ve koşulsuz biçimde reddedilmesi ve bu eylemlerle kurumsal ya da bireysel olarak bağlarının kalmadığının açıkça belirtilmesi,
ve benzeri, adımlar beklenir.
Bu teorinin geliştiricilerinden Zartman¹, hazırlık sürecini müzakerenin ilk basamağı olarak tanımlar. Ona göre güçlü taraf olan devlet, ancak karşı tarafın ilkesel bir değişim geçirdiğini ve meşru bir temsil yapısı oluşturduğunu gördüğünde uzlaşı masasına oturmaya istekli hale gelir.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin güncel siyasi bağlamına da uygundur. İktidar, uluslararası kamuoyunda meşruiyetini uzlaşmacı kimliğiyle pekiştirirken, aynı zamanda son yıllarda eleştirilen insan hakları, hukuk ve adalet politikalarında da bir iyileşme sinyali verebilir. Bu şekilde hem iç kamuoyuna hem de dış aktörlere “sorumlu devlet” imajı sunulmuş olur.
Fesih nasıl gerçekleşecek?
Asıl duruma gelirsem: Cemaat içinde “fesih” kelimesi bile bu kadar şeytanlaştırılmış ve nefret söyleminin parçası haline gelmişken, bu nasıl gerçekleşecek?
Şu anda cemaat içinde bence üç farklı küme oluşmuş durumda:
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
- Birinci grup, Fethullah Gülen’in oluşturduğu fikir sistemine, topluluğa, değer yapısına tamamen karşı olan ve tümüyle reddedenlerden oluşuyor.
- İkinci grup, mevcut statükoya – cemaat jargonu ile Âli Heyet’e – karşı çıkan, fakat cemaatin temel dinamiklerini sorgulamayan; Fethullah Gülen’i hâlâ “lider/hocaefendi” olarak gören ve “cemaatin fabrika ayarlarına dönmesi” gerektiğini düşünenlerden oluşuyor.
- Üçüncü grup ise statükocu yönetimdir; yani kendisini “cemaat” adı altında sürdüren, mevcut “Âli Heyet”.
Üçüncü grubun asla “fesih” söylemine ya da fikrine yanaşmayacağını yukarıda açıklamaya çalıştım. Bu nedenle burada tekrar değinmeyeceğim. Öyleyse ikinci gurup neden “fesih” fikrine karşı?
Çünkü bu grubun sorgulama sınırı, yalnızca cemaatin mevcut yönetimiyle sınırlı. Fethullah Gülen’i birçok açıdan sorgulanamaz görüyorlar. Açıkça dile getirmeseler de “lider iyi, çevresi kötü” tezini örtülü biçimde savunuyorlar. Gülen’in 15 Temmuz’dan sonra hiçbir şekilde inisiyatif almamasını, hatta uluslararası kamuoyunda yanıltıcı beyanlarda bulunmasını bile rasyonelleştirmeye çalışıyorlar.
Onlara göre Gülen, zaten tüm söyleyeceklerini söylemiş, vermesi gereken dersleri vermişti. Bu yüzden, hareketi lider merkezinden çıkarmak için 15 Temmuz sonrası bilinçli olarak geri çekilmişti. Bu, Gülen’in ruhani/spritüal olarak “özel” bir insan olduğu fikrine dayanıyor. Fakat gerçek şu ki, cemaatin en sorunlu yapılarından biri olan “mahrem yapı” bizzat Gülen’in fikri ve uygulamasıyla inşa edilmişti.
X (Twitter) platformundaki odalarda yapılan tartışmalarda bu ikinci grubun “fesih”e değil, yönetimi devralıp kendi ifadeleriyle “daha şeffaf bir yapıyla” yola devam etmeye eğilimli olduğu görülüyor.
Bypass devreye girmeli
Öte yandan, birinci grubun ne istediği oldukça açık ve anlaşılır. Bu grup, birey olma yolculuğuna çıkmış ve cemaatin temel düşünce sistematiğiyle problem yaşıyor. Gülen’in fikirlerini açıkça reddediyor. Ancak bu grubun en büyük handikabı hem ikinci hem de üçüncü grup tarafından sıklıkla “istihbarat elemanı” olmakla suçlanmaları. Nedenleri açıklanmadan düşman ilan ediliyorlar ve amaçlarının “cemaatlerini bölerek yok etmek” olduğu iddia ediliyor.
Bu üç gruptan aslında fesih için en kapsayıcı, geniş kitleyi toplayabilecek olan ikinci grup. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi bu grup, fikre açıkça karşı çıkıyor. İşte tam da bu noktada, benim önerim devreye giriyor: Bypass. Özetle diyorum ki:
Birinci grup olarak bizler, artık ikinci ve üçüncü grubu bypass ederek, doğrudan bir bildiriyle kendimizi ifade etmeliyiz.
Bu bildiri, devletin halihazırda başlattığı komisyon süreci için elle tutulur, değerlendirilebilir bir sembol haline gelebilir. Tıpkı PKK’nın “silah bırakma” beyanı gibi, bu da kamuoyunda sembolik ve siyasal bir anlam kazanabilir.
Var mısınız?
“Fesih isteme” ilanı, sanıldığı gibi yüksek bariyerli, ağır, dogmatik bir metin olmak zorunda değil. Ana hatları temiz, net ve vicdani bir çerçevede oluşturulmalı. 2016’dan bu yana bu yapıya karşı durmuş, bugün hiçbir şekilde bu yapının parçası olmayan ama yine de etiketlenmekten kurtulamayan bizler, böyle bir fesih ilanıyla “garip” karşılanmayacak, aksine toplumun geniş kesiminde yankı uyandırabilecek bir zemin yaratabiliriz.
Bu grup, yani bizler:
Ne cemaatin sözcüsü,
Ne de eski suçların taşıyıcısıyız.
Ama artık kendi adımıza konuşmak istiyoruz.
Bu adım hem Türkiye kamuoyuna hem de suça bulaşmamış cemaat çevrelerine bir barış ve yüzleşme çağrısı olarak okunabilir. Ve belki de tarihe, “barışı isteyenler”, “harekete geçenler”, “sessiz kalmayanlar” olarak geçebiliriz.
Ne dersiniz? Var mısınız?
¹William I. Zartman, “Ripeness: The Hurting Stalemate and Beyond”, in *International Conflict Resolution after the Cold War*, National Academy Press, 2000.