Ruşen Çakır, “İmralı Pensilvanya’yı yendi” başlıklı yayınında Abdullah Öcalan ile Fethullah Gülen’i kıyasladı, örgütlerinin şu anda geldiği aşamayı yorumladı.
“İmralı Pensilvanya’yı yendi” başlıklı yayında Ruşen Çakır, Abdullah Öcalan ile Fethullah Gülen’i kıyasladı, her iki aktörün de Türkiye’nin son 40 yılına damga vurduğunu hatırlattı.
Öcalan’ın Kürtlerin bağımsız sosyalist birleşik bir devlet yaratma iddiasıyla devlete meydan okuduğunu söyleyen Ruşen Çakır, “Diğeri her ne kadar Said Nursi’den, onun öğretisinden etkilenmiş olsa da Kürt meselesine hep soğuk ve mesafeli davranmış birisi. Ve öğretisinin temelinde de devlete sadakat, itaat var. Ama sonradan anladık ki esas meselesi devletin içine sızmak ve devleti ele geçirmekmiş. Yani birisi devleti kutsuyor, Fethullah Gülen. Bir diğeri devlete saldırıyor. Ama birisinin amacı devletin içine girerek devleti ele geçirmek. Bir diğeri de ayrı bir devlet kurmak” dedi.
Öcalan ve Gülen’i birleştiren en ilginç olayı açıklayan Ruşen Çakır, “1999 Şubat ayında Öcalan’ın Kenya’da Amerikalılar tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi ve bir ay sonra da, mart ayında Fethullah Gülen’in hastalık gerekçesiyle ya da bahanesiyle, nasıl derseniz deyin Pensilvanya’ya gitmesi ve bir daha da Türkiye’ye dönmemesi” diye konuştu.
Oslo süreci
Ruşen Çakır şöyle devam etti:
“Birisi İmralı’ya devlet eliyle nakledilip orada mahkum edilirken, bir diğeri Pensilvanya’da Fethullahçı şebekenin bütün küresel faaliyetlerini yönetti. Öcalan’ın devletle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu. Değişik dönemlerde devlet Öcalan’la görüştü ve örgütünü silah bırakmaya ikna etmeye zorladı. En baştaki çözüm sürecini yaşadık. Başarısızlıkla sonuçlandı. Onun öncesinde bir Oslo süreci var ve Oslo sürecini dinamitleyen esas yapının da Fethullahçılar olduğunu biliyoruz. Fethullahçılar devlet içerisindeki örgütlülükleri sayesinde bunu ifşa ettiler ve ardından Milli İstihbarat Teşkilatı’na bir yargı operasyonu çekmeye kalktılar.”
Türkiye’de Fethullahçılığın geleceği yok
Ruşen Çakır, Gülen’in Ekim 2024’te öldüğünü hatırlatarak, “O zamandan bu zamana örgütünü bir âli heyet dedikleri bir grup yönetiyor ve örgütün içerisinde çok ciddi tartışmalar var. Güç kaybı var. Ülke içerisinde hiçbir etkisi kalmadı. Bu, kimsenin kalmadığı anlamına gelmiyor ama bir zamanlar Türkiye’de siyasetin belirlenmesinde güçlü olan yapıda bulunanlar şu anda cezaevlerinde” dedi.
Fethullahçılığın Türkiye’de bittiğini söyleyen Çakır, “Fethullahçılığın artık Türkiye’de bir geleceği yok. Bugün PKK için geçerli olan gündemde olan fesih ve silah bırakma meselesi var. Yani bir tür pazarlık var. Devlet pazarlık demek istemiyor ama bir pazarlık var. Bu pazarlık sonucunda devletle Öcalan ve dolayısıyla örgüt anlaşacak ve örgütten insanlar Türkiye’ye geri dönecek” diye devam etti.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar ve tabii ki iyi sabahlar. Bugün iki kişinin öyküsünü karşılaştırarak anlatmaya çalışacağım. Birisi Fethullah Gülen, diğeri Abdullah Öcalan. Fethullah Gülen 1941, Abdullah Öcalan 1949 doğumlu ama her ikisi de Türkiye’nin son en azından 40 yılına damga vurdu. Birbirinden tamamen zıt iki kişiden bahsediyoruz. Birisi Kürt ve Kürtlere bağımsız, sosyalist, birleşik bir devlet yaratma iddiasıyla devlete meydan okudu.
Diğeri, her ne kadar Bediüzzaman Said Nursi bir Kürt olsa da onun öğretisinden etkilenmiş olsa da Kürt meselesine hep soğuk ve Kürtlere de mesafeli davranmış birisi ve öğretisinin temelinde de devlete sadakat, itaat var. Ama sonradan anladık ki esas meselesi devletin içine sızmak ve devleti ele geçirmekmiş. Yani birisi devleti kutsuyor, Fethullah Gülen; bir diğeri devlete saldırıyor.
Ama birisinin amacı devletin içine girerek devleti ele geçirmek, bir diğeri de ayrı bir devlet kurmak. Ama aradan geçen zaman içerisinde baktığımız zaman çok büyük iniş çıkışlar oldu. Ama bu iki kişiyi birleştiren en ilginç olay, 1999 Şubat ayında Öcalan’ın Kenya’da Amerikalılar tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi ve bir ay sonra da Mart ayında Fethullah Gülen’in hastalık gerekçesiyle ya da bahanesiyle, nasıl derseniz deyin, Pensilvanya’ya gitmesi ve bir daha da Türkiye’ye dönmemesi. Birisi İmralı’ya devlet eliyle nakledilip orada mahkûm edilirken, bir diğeri Pensilvanya’da örgütünün, bu Fethullahçı şebekenin bütün küresel faaliyetlerini yönetti.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Öcalan’ın devletle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu. Değişik dönemlerde devlet Öcalan’la görüştü ve onu bir anlamda örgütünü silah bırakmaya ikna etmeye zorladı. En son çözüm sürecini yaşadık, başarısızlıkla sonuçlandı. Onun öncesinde bir Oslo süreci var ve o Oslo sürecini dinamitleyen esas yapının da Fethullahçılar olduğunu biliyoruz.
Fethullahçılar devlet içerisindeki örgütlülükleri sayesinde bunu ifşa ettiler ve ardından Millî İstihbarat Teşkilatı’na bir yargı operasyonu çekmeye kalktılar. Bütün bu süre içerisinde Öcalan devletten birtakım isimlerle, ki genellikle istihbarat yöneticileri, kimi zaman müsteşarlarla da görüştüğünü anlıyoruz ama daha çok birtakım belli ki üst düzey MİT yöneticileriyle sürekli temasta oldu ya da devlet onunla temasta oldu. Bu arada değişik dönemlerde Öcalan’ın ailesiyle ve avukatlarıyla, kimi zaman siyasi parti, dönemin siyasi partisi dün HDP’ydi, bugün DEM Parti, oradan temsilcilerle görüşmesine izin verildi. Şimdi bu son çözüm sürecinde de anlıyoruz ki devlet bu kritik aşamada Öcalan’ın doğrudan örgütün Kandil’deki ve Avrupa’daki ve hatta Suriye’deki yöneticileriyle doğrudan görüşme kanallarını da açmış. Onlar herhâlde önümüzdeki süreçlerde ortaya çıkacak.
Bu iki profile şimdi bugün baktığımız zaman, Fethullah Gülen geçen yıl Ekim ayında hayatını kaybetti. O zamandan bu zamana örgütünü bir ‘‘Ali Heyet’’ dedikleri bir grup yönetiyor ve örgütün içerisinde çok ciddi tartışmalar var. Güç kaybı var, bunu biliyoruz, çok ciddi bir güç kaybı var ve ülke içerisinde hiçbir etkisi kalmadı. Bu, kimsenin kalmadığı anlamına gelmiyor. Ama bir zamanlar Türkiye’de siyasetin belirlenmesinde, toplumsal alanın belirlenmesinde, medyada, bürokraside bu kadar güçlü olan yapı, şu anda Türkiye’de cezaevlerinde insanlar var, onun dışında işlerini kaybetmiş, birçok şeyi kaybetmiş insanlar var. Yatıp çıkmışlar var, kimileri hiç yatmamış belki ama kalakalmışlar var. Bunların büyük bir kısmı ne yapacağını bilmiyor. Bir diğer taraftan da tabii ki örgütün hâlâ birtakım yasa dışı faaliyetlerini sürdürmeye çalışanlar var, onlara da değişik dönemlerde operasyonlar yapıldığını görüyoruz. Ama şu hâliyle baktığımız zaman Türkiye’de Fethullahçılık bitti, Türkiye’de bitti. Yurt dışında hâlâ varlığını sürdürüyor ama Fethullahçılığın artık Türkiye’de bir geleceği yok.
Bugün PKK için geçerli olan, gündemde olan fesih ve silah bırakma, bir tür pazarlık var. Devlet pazarlık demek istemiyor ama bir pazarlık var. Bu pazarlığın sonucunda devletle Öcalan ve dolayısıyla örgüt anlaşacak ve örgütten insanlar Türkiye’ye, hepsi mi bir kısmı mı, nasıl dönecekler, işte bu Meclis Komisyonu çalışmaları sonucunda şekillenecek. Ama insanlar buraya geri dönecekler, bir ceza almadan büyük bir ihtimalle geri dönecekler ve toplumsal entegrasyon söz konusu olacak ve yasal bir alanda siyaset yapacaklar. Bunun karşılığı var çünkü bu hareket öteden beri bütün engellemelere rağmen yasal alanda çok güçlü bir şekilde var.
Partisi var, kurumları var, elinden alınsa bile belediyeleri var ve şimdi devletle yapılacak anlaşma sonrasında bir entegrasyon olacak ve bu aslında tarihi bir barış olacak. Yani varlığını devlete karşı olmak üzerine kurmuş bir yapının devletle anlaşıp toplumsal hayata, siyasi hayata geri dönmesi olacak ve döndüğü andan itibaren zaten güçlü olan yasal hareket ya daha güçlenecek ya da belki zamanla yeni sürece ayak uyduramayıp etkisi azalacak ama geri dönüşün orada bir anlamı olacak ve bu anlamıyla Öcalan, nasıl söyleyelim, kazandı. Ne kazandığını herkes farklı farklı değerlendirebilir ama en azından yenilmedi ve kendi deyimiyle hareketi belli bir aşamada Türkiye siyasetine demokratik entegrasyon yaşayacak.
Fethullahçılara bakalım. Fesih tartışmasını Gökhan Bacık Medyascope‘ta başlattı ve çok ciddi bir şekilde sürüyor. Ama sonuçta ortaya şöyle bir şey çıktı: Kendini feshetse ne olacak? Yani bu hareket kendini feshetse tabii ki iyi olur. Şöyle iyi olur, geride kalan özellikle Türkiye’deki insanların topluma entegrasyonu söz konusu olabilir, yurt dışında yaşayıp Türkiye’ye dönmek isteyenlerin önü açılır. Bu anlamda bireysel anlamda bir geri kazanım olacaktır ve bu, şahısların her biri için, aileleri için çok değerli bir şey olacak. Ama hareketin kendisi için böyle bir şey söz konusu olamaz.
Şöyle ki, tamam, anlaştılar diyelim ve geldiler, ne yapacaklar? Yani Cevdet Türkyolu yok, Mustafa Özcan, Abdullah Aymaz, Ekrem Dumanlı. Ekrem Dumanlı gelip Türkiye’de tekrar bir gazete çıkartıp onun genel yayın yönetmeni olduğunda kim onu okuyacak? Ya da düşünün, okul açmaya kalkacaklar diyelim yeniden, kim çocuklarını onların okuluna yollayacak, o okullara hangi iş insanı yardım edecek? O devir kapandı. Fethullahçılık yenildi, çok net bir şekilde yenildi.
Ama Kürt hareketi, Öcalan’ın liderliğini yaptığı Kürt hareketi yenilmedi. Bundan sonra ne yaşayacaklarını bilmiyoruz ama çok ilginç bir olay ortaya çıkıyor. Devletle kurulan ilişkinin konjonktürle bağı çok önemliymiş demek ki. Fethullah Gülen değişik zamanlarda, mesela 12 Eylül’de devletle iş birliği yaptı. Sonra askerlerle arası iyi olmadı ama değişik siyasi partilerle, liderlerle iyi ilişkiler kurdu. Sonra AKP ile ittifak yaptı ama bir yerden sonra kaybetmeye başladı ve şimdi mutlak anlamda kaybetti. Öcalan ise, bir zamanlar en alt düzeyde temaslara bile kapısı açık olan Öcalan şu anda devletin en üst kurumları ve isimleri tarafından meşru muhatap olarak görülüyor ve bunun gereğinde de bir süreç ilerliyor. Başarılı olur olmaz, o ayrı bir tartışma konusu ama baktığımız zaman net bir şekilde İmralı Pensilvanya’yı yenmiş oldu. Pensilvanya İmralı’yı yenmek için bayağı bir çaba sarf etti. Önünü kesmek, onun devlete ulaşmasını, devletle anlaşma yapmasını engellemek vesaire, bunların hepsi başarısızlıkla sonuçlandı ve geldiğimiz noktada Abdullah Öcalan Fethullah Gülen’e baskın çıktı. Bu da herhâlde en çok sadece Fethullahçıların değil aslında genel olarak İslami çevrelerin cevap vermesi gereken bir soru: Nasıl oldu da bu oldu? Burada benim gördüğüm kadarıyla en önemli husus, bu hareketin çok ciddi bir toplumsal tabanı olması ve bu toplumsal tabanı mobilize edebilecek kalıcı birtakım argümanlarının olması. Öteki tarafta, Fethullah Gülen’in insanlara ‘‘altın nesil’’ diye sunduğu bir şeyden başka – ki onun da nasıl altın olduğunu anladık – pek bir şey yok. Sonuçta şu aşamada baktığımız zaman, beklenenin tam tersi bir sonuç. Öcalan devletin yanında, Fethullah Gülen’in takipçileri devletin karşısında ve aslında çok da fazla devletin artık umurunda olmayan bir yapı.
Bugün yayını kime ithaf ediyorum? Konumuzla hiç alakası olmayan birisine, bir şaire ithaf ediyorum: Edip Cansever. Edip Cansever benim ilk şiir okumaya başladığım zamanlarda bildiğim bir şair değildi. Tabii her genç gibi ben de şiir yazmaya kalktım ve tabii ki o dönemlerde ortaokul, lise yıllarında ve cezaevindeyken 19 yaşında yazdığım şiirlerin aslında şiir falan olmadığını Edip Cansever’i, Cemal Süreya’yı, Turgut Uyar’ı ve diğerlerini okuduğum zaman iyice idrak ettim. Ama Edip Cansever benim için gerçekten bambaşka bir yerde. Onun şiirlerini büyük bir şaşkınlıkla ve açıkçası kendimden utanarak diyeceğim, şöyle kendimden utanarak diyeceğim; çünkü onu o zamana kadar bilmiyor olmuş olmanın suçluluk duygusuyla okudum. Şimdi bakıyorum, mesela ‘‘Yerçekimli Karanfil’’, ‘‘Kirli Ağustos’’, ‘‘Ben Ruhi Bey Nasılım’’, ‘‘Bezik Oynayan Kadınlar’’, ‘‘İlkyaz Şikâyetçileri’’, ‘‘Oteller Kenti’’, bunların hepsini ya cezaevinde ya da cezaevinden çıktıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde, bitiremediğim Boğaziçi Üniversitesi’nde okurken okumuş ve her birini ayrı ayrı çok sevmiştim. 1986 yılında, 57 yaşındaymış yanılmıyorsam. Çok erken, edebiyatçılarda bu çok yaygın maalesef, erken bir ölüm. Kaybettiğimiz çok değerli bir isim. Eğer bilmiyorsanız Edip Cansever’i muhakkak okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Bilenler zaten biliyor ama arada tekrar tekrar Edip Cansever okumak her zaman herkese iyi gelecektir. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.