Bilgehan Uçak “Liberaller ve AKP” başlıklı üç bölümden oluşan yazı kaleme aldı. Uçak, “Avrupa Birliği (AB) yolunda” başlıklı yazısında AKP’nin AB süreciyle başlayan demokratikleşme hamlesini anlattı, liberallerin bu sürece neden destek verdiğini açıkladı. İşte ikinci yazısı.
Şöyle biraz geçmişe gidip hafızamızı tazeleyerek bugüne gelelim istiyorum.
Cesaretiniz varsa şu soruyla yüzleşin: AKP’den önce Türkiye, nasıl bir yerdi?
Ben size söyleyeyim; hiç öyle öykünülecek, ahlanıp vahlanacak bir ülke değildi.
Siyasetteki en yüksek rütbe “paşa”ydı, asker canının istediği her konuda görüş beyan ederdi, katilleri ve yargısıyla faili meçhul cinayet bürokrasisi tam hızla çalışıyordu, askerin Yargıtay’ı ve Danıştay’ı vardı, mesela onların maaşları açıklanmaz, harcamaları denetlenemezdi, YÖK’te askeri üye yer alırdı.
Kemalist vesayetin başında duranlar kendilerini ülkenin sahibi zannederlerdi.
Başörtülülerin, Kürtlerin, solcuların, gayrimüslimlerin vs hiçbir zaman onlarla denk olacağı düşünülemezdi.
Bir başörtülü hastaneye bile giderken sorun yaşardı, gayrimüslim subay olmayı tahayyül edemezdi, Kürt anadili konuşamazdı, solculara reva görülen ikametgâh hapishanelerdi.
Gene de, gidişatı beğenmediğinde, askerin darbe yapıp demokrasiye “balans ayarı” vereceği bilinirdi.
Kendini ülkenin sahibi gören “askeri cumhuriyet” sevdalıları, “ideolojik kör” bir devlette yaşamak isteyenlerin böyle bir hakkı olmadığını rahatlıkla söylerdi.
Nasıl yaparlardı bunu?
Her kamu kurumunda “Güçlü Ordu Güçlü Türkiye” afişleri asılırdı mesela, “Orduya sadakat şerefimizdir” diye panolar kurulurdu.
Susurluk ne zaman yaşanmıştı, Cumartesi Anneleri neden onlarca senedir haklarını arıyorlar?
Faili meçhul cinayetlerden ötürü hiç kimse mahkum edilmediği için, işkence olduğu için.
Bilgehan Uçak yazdı | Liberaller ve AKP (II): AB yolunda
AKP’nin devraldığı Türkiye işte böyle bir yerdi.
Ne yazık ki, Türkiye, kendi iç dinamiklerini kullanarak dönüşümünü gerçekleştiremediği için bir dış desteğe ihtiyaç duydu; bu da, Avrupa Birliği’ydi.
AB reformları, adeta AKP iktidarının can suyu oldu.
AKP’nin siyasi meşruiyetini sağlamakla kalmadı; ekonomik kalkınmanın, toplumun bütün kesimlerinin yaşam şartlarının iyileşmesinin de reçetesini sundu.
İşte senelerdir AB diyen liberallerle AKP’nin yolu böyle kesişti.
Liberallerin AB demesi, züppece bir Batı hayranlığından değil, Türkiye’nin iç dinamiklerinin böyle bir dönüşümü sırtlanamayacağını düşünmelerinden kaynaklanıyordu.
İrtica korkusunun çözümü de AB’ye girmekti, tarım ürünlerinin zehirli ilaçlardan arındırılması da, binaların sağlamlığı, şehirde kişi başına düşen yeşil alan oranı da…
Ve tabii ki, AB, kamu ihale yasalarının yandaşa peşkeş çekilememesi demekti.
Radikalliklerini törpülemiş, insan haklarına saygılı, demokrasi ve piyasa ekonomisini içselleştirmiş bir Türkiye, tam da 11 Eylül ve Irak harekâtının ertesinde dünya için istenen, arzulanan bir ülkeydi.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
“Müslüman demokrat” muhtemelen sadece Türkiye’de ortaya çıkabilecek, peşinden başkalarını da sürükleyecek muhteşem bir sentezdi.
90’ların nüfuzlu isimleri Türkiye’nin içe kapanmasını isterken AKP dışa açılmayı, AB’yi savunuyor, Kopenhag ve Maastricht Kriterlerini dilinden düşürmüyordu.
Mesela, AKP iktidara geldikten kısa bir süre sonra Uluslararası Af Örgütü ilk kez Başbakan düzeyinde kabul edildi.
O günlerde, antidemokratik rejimin “iktidardaki muhalefeti” AKP’nin en büyük müttefiki AB’ydi.
Derken, AKP, sansasyonel bir başarıya imza atarak kısa zamanda AB’den bir müzakere tarihi almayı başardı.
Türkiye’nin AB’nin bir parçası olma ihtimaline ilk kez böylesine yaklaşılmıştı, Anadolu’nun en muhafazakâr şehirlerinde bile AB desteği yüzde 70’leri yakalamıştı.
2014’te tam üyelik olabileceği ciddi ciddi konuşuluyor, AB İlerleme Raporları iktidarın attığı adımların ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu.
Ama bu yolda tavizsiz şekilde, kararlılıkla ilerlenmesi gerekiyordu çünkü ancak müzakere sürecini 2010’a kadar tamamlanabilirse Türkiye’nin tam üyeliği AB’nin 2014 bütçesinde yer bulabilecekti.
AKP’nin programı da AB’yi destekler nitelikteydi.
Türkiye’nin AB reformlarıyla dönüşmesi, ayrıca AKP’nin nitelikli kadrolarla bu süreci yönetmesinin karşılığı ekonomik verilerle de sabitti.
Gelgelelim, liberallerin “AB yolundaki” bu desteği hiçbir zaman bugünküne benzer kör bir destek değildi.
Şemdinli’de süreci sümenaltı eden iktidarın karşısında durmaktan çekinmediği gibi AB süreci ile örtüşmeyen ve birlikte gitmesi düşünülemeyecek şekilde ifade özgürlüğüne getirilen bütün kısıtlamalara, Kaymakam’ın kitap yakmasına, yaşam tarzına getirilen tedrici müdahalelere, ekonomideki dönüşümün sağlanamamasına, bir türlü evrensel hukuk standartlarına ulaşılamamasına ve daha yüzlerce konuya hayır diyorlardı.
Zaten AKP’nin başarısı da buradan geliyordu, ülkenin iktidarı destekleyen gazetelerin köşeleri ülkenin en nitelikli isimlerine tamamen açıktı.
Sonra her şey bir bir değişmeye başladı.
Liberaller bildikleri şekilde AB, evrensel hukuk, yapısal reformlar demeye devam ettiler ama iktidara yakın isimler her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor ve eskinin alışkanlıklarıyla devletin yeni sahipleri olarak ortaya çıkıyorlardı.
Devleti dönüştürmek yerine o koltukların yeni sahibi olmak fikri pek çoklarına daha cazip geldi.
AB’nin kısıtlamalarını, kurallarını, dünyayla rekabet içinde üretim yapan bir ekonomiyi, AB standartlarındaki kamu ihale yasasını istemez oldular.
2014’te AB’ye tam üyelik, bir ortak hedefti.
Daha sonra, aynı yerde duruyor olsalar da liberallerin yapayalnız kaldığı bir dönem başladı.