Şahin Eroğlu yazdı: İsrail’in varoluş eşiğindeki İran dosyası

Şahin Eroğlu, “İsrail’in varoluş eşiğindeki İran dosyası” başlık yazısında İsrail’in İran’ı nükleer programı, milis ağı ve füze kapasitesi nedeniyle varoluşsal tehdit olarak gördüğünü anlattı. Tel Aviv’in pasif kalmayı intihar saydığını, tehditleri büyümeden kaynağında vurma ilkesini benimsediğini belirtti.

Ortadoğu’nun son on yılı, İsrail’in güvenlik doktrininin temelinde yer alan bir gerçeği defalarca gözler önüne serdi: Tel Aviv, varoluşsal tehdit olarak gördüğü hiçbir güç karşısında beklemeyi bir seçenek olarak görmez. İran söz konusu olduğunda ise bu refleks, ihtimaller alanında kalan geçici bir tepki biçiminden çıkarak, doğrudan İsrail’in stratejik kimliğini kuran asli unsur hâline geliyor. İsrail’in güvenlik elitleri, Tahran’ın nükleer programını, bölgesel milis ağlarını ve füze kapasitesini “beklenirse büyüyen kanser” olarak tanımlıyor. Böyle bir algıda, yerinde durmak savunma değil, intihar olarak görülür. Bu nedenle İsrail, kendisine tehdit oluşturan unsurların gelişmesini beklemek yerine, onları henüz güçlenme aşamasındayken vurmayı bir varoluş ilkesi haline getirmiştir.

İsrail İran
Şahin Eroğlu yazdı: İsrail’in varoluş eşiğindeki İran dosyası.

Önleyici saldırının tarihsel kökleri

Bu ilke, yalnızca askeri refleksin değil, aynı zamanda İsrail’in devlet aklının bir yansımasıdır. Tel Aviv’deki karar alma mekanizmaları, tarihsel deneyimden beslenir; 1967 ve 1981’deki önleyici saldırılar, “bir daha sürprize izin vermemek” anlayışının kalıcı kodlarını oluşturmuştur. İran dosyasında da aynı mantık işletilmektedir: tehdit büyümeden onu kaynağında kesmek. İsrail’in gözünde bu, savaş arayışı değil, savaşın kapıya dayanmasını engelleme çabasıdır.

Haziran ayında İsrail ve ABD’nin koordineli şekilde İran hedeflerine gerçekleştirdiği nokta atış operasyonlar, bu kararlılığın son teyididir. Tel Aviv, bu saldırıları yalnızca anlık tehditleri bertaraf etmek için yapmadı; aynı zamanda Tahran’a şu mesajı verdi: “Sınırların ötesinde olsan da, ulaşamayacağımız yer yok.” Savunma Bakanı Israel Katz’ın “İsrail’in uzun kolu Tahran’a da, Tebriz’e de, İsfahan’a da ulaşır” sözleri, bu iradenin siyasi değil doktrinel bir beyanı niteliğinde. Bu söylem, yalnızca düşmana değil, aynı zamanda müttefiklere ve tereddüt eden tarafsız ülkelere de yönelmiş bir stratejik iletişim biçimidir.

Caydırıcılık ve bölgesel denge arayışı

Nitekim Tel Aviv, bu tür çıkışlarla yalnızca caydırıcılığı pekiştirmez, aynı zamanda bölgesel oyunun kurallarını kendi temposuna göre belirler. Bu noktada diplomatik masada da elini güçlendiren İsrail, askeri kabiliyetini göstererek pazarlıkta üstün konum elde eder. İran’a yönelik yeni bir saldırı ihtimali bu yüzden yalnızca taktik bir tercih değil, stratejik bir yatırım olarak da değerlendirilir. İsrail’in İran’a karşı hareketsiz kalmayacağı yönündeki sav, birbirini besleyen üç stratejik sütunla güç buluyor. Birincisi, İran’ın nükleer programında geri dönüşü olmayan eşiğe yaklaşması. İkincisi, Lübnan’dan Yemen’e kadar uzanan milis ağının, İsrail sınırlarına giderek daha yakın bir tehdit haline gelmesi. Üçüncüsü ise caydırıcılığın sürekliliğini sağlama gerekliliği; çünkü caydırıcılık, tek seferlik bir gösteri değil, süreklilik isteyen bir psikolojik üstünlük mücadelesidir. Bu üç neden, birbirini besleyen bir güvenlik zinciri oluşturur ve zincirin en zayıf halkası bile tüm sistemi tehdit eder.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu stratejik nedenler yalnızca güvenlik ekseninde değil, iç siyaset açısından da önemlidir. İsrail kamuoyunda güvenlik algısı, hükümetlerin meşruiyetinde belirleyici bir faktördür. Dolayısıyla, hükümetin sert ve kararlı görünmesi, hem seçmen desteğini pekiştirir hem de muhalefetin “güvenlikte zaaf” eleştirilerini boşa çıkarır. İran’a yönelik sert adımlar, iç politikada liderliğin gücünü gösteren bir vitrin işlevi görür.Bu bağlamda Tel Aviv, “bekle–gör” stratejisinin kendi aleyhine çalışacağını, İran’ın her geçen gün askeri kapasitesini artırarak denklemi değiştireceğini biliyor. O nedenle, diplomasi masasında zaman kazanma çabaları eşzamanlı olarak sahada önleyici darbelerle desteklenecek. İsrail’in İran’a bir kez daha ve daha derinlemesine dalması, yalnızca olası değil, kendi güvenlik mantığının zorunlu sonucu olarak neredeyse kaçınılmazdır. Bu, uzun vadeli güvenlik doktriniyle kısa vadeli tehdit değerlendirmelerinin kesiştiği noktada şekillenen bir zorunluluk hattıdır.

İsrail’in önümüzdeki dönemde İran karşısında atacağı adımlar, yalnızca iki ülke arasındaki gerilimin bir devamı olmayacak; Ortadoğu’nun güç mimarisini yeniden şekillendirecek bir eşik olacak. Bu eşiğin ötesinde artık “dondurulmuş tehdit” diye bir şey kalmayacak, çünkü Tel Aviv’in güvenlik aklı beklemeye değil, harekete dayanıyor. İran’ın zaman kazanarak büyüyen her kapasitesi, İsrail’in gözünde yarınki savaşın bugünkü hazırlığıdır. Bu yüzden Tel Aviv, pasif kalmayı lüks olarak değil, intihar olarak okuyor. Dolayısıyla bölgeyi yakından takip eden herkes bilir ki İsrail, kendisini varoluşsal tehdit altında gördüğünde masada oturmaz, sahaya iner. Ve bu kez sahaya iniş, yalnızca bir misilleme olmayacak; caydırıcılığın yeniden tanımlandığı, sınırların ve dengelerin yeniden çizildiği bir stratejik saldırı olacaktır. İsrail’in yerinde durmasını beklemek, Ortadoğu’nun son yetmiş yılına bakıldığında, kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.