Cemaati anlamak kolay değil. Girift, çok katmanlı ve yer yer karanlık yapıyı çözmek, özellikle “lider” figürüne bakınca daha da zorlaşıyor. Fethullah Gülen, “Fethullahçı” tabirini daima hakaret addettiğini söyledi. Böylece görüntüde ve sözde merkezden uzak, mütevazı bir rehber imajı çizdi. Ama perde arkasında, örgütün en kritik düğümleri doğrudan ona bağlanıyor; karar alıcı da, uygulayıcıyı belirleyen de hep o oldu.
Paradoksal durum, cemaatin kendi içindeki iletişim biçiminde yıllarca devam etti. Dışarıya “liderin her şeyden haberi yok” mesajı verilirken, içeride “Hocaefendi şöyle buyurdu” cümlesi en tartışmalı adımların nihai meşruiyet kaynağı oldu. Ölümünden sonra bile cemaat elitleri, onun geçmişte söylediği, yazdığı veya ima ettiği sözleri tabana emir gibi aktarmayı sürdürdü.
Aynı zamanda Gülen, cemaatindeki “sadık ve itaatkar” taban için de yalnızca bir lider değil; sorgulanmaz, tartışılmaz bir otoriteydi. Bu otorite hiçbir zaman resmî olarak ilan edilmedi. Yurtiçinde ve yurtdışında faaliyet gösteren okullar, dernekler ve vakıflar, “Gülen ile hiçbir bağımız yok” açıklamaları yaparken, içeride mutlak bağlılıkla işleyen bir hiyerarşi hakimdi.
Karizmadan oligarşiye
Cemaatin ilk yıllarında Gülen, Max Weber’in¹ tanımladığı karizmatik otorite tipine uyuyordu. Demokratik seçimlere veya kurumsal yetkiye değil, kişisel çekim gücüne, dini bilgisine ve manevi rehberliğine duyulan inanca dayalı bir liderlikti bu. Weber’e göre böyle bir lider, zamanla yazılı kuralların ve ortak aklın önüne geçer.
Yapı büyüdükçe, Robert Michels’in² “Oligarşinin Demir Kanunu” dediği kaçınılmaz dönüşüm peşi sıra geldi. Karar gücü, geniş üyelikten koparak dar bir elitin elinde toplandı. Atamalar hep yukarıdan yapıldı; sadakat, liyakatin önüne geçti. Piramidin zirvesinde ise her zaman Gülen vardı.
Bu süreçte, cemaatin hiyerarşisi bir yandan “yaşatmak için yaşamak” retoriğiyle tabanı diri tutarken, diğer yandan mutlak kontrol mekanizmasını derinleştirdi. Her atama ve görev değişikliği, “yukarıdan gelen emir” ile, tabana pompalanan “seçilmiş cemaate yüklenen sorumluluk” algısı üzerinden meşrulaştırıldı. Taban için makbul olan, soru sormak değil; sorgusuzca uygulamaktı.
Kadınlar hep masanın dışında kaldı
En tepedeki dar kadro, her zaman tek cinsiyetli kaldı. Örgütün karar organlarında hiçbir zaman kadın —cemaat jargonuyla “abla”— yer almadı.
Cemaatin kadınları üniversite okudu, örgüte para topladı, kermes düzenledi, öğrenci yetiştirdi. Ama karar masasında tek bir sandalyeleri bile olmadı. Onlar hep uygulayıcı, itaatkâr, sessiz oldular. Suskun ama sürekli çalışan “ağır işçiler”di.
Ödülleri mi? 15 Temmuz sonrası hapis, korku, gözaltı ve yalnızlık. Karar vericiler ortadan kayboldu; boşalan koltuklara bu kez kadınlar “atanmıştı” — güç için değil, bedel ödemek için.
Kadınlar arasında da birlik yok
Statüko içindeki erkek egemenliği, cemaat kadınlarını konsolide etmedi; aksine, örgütün “sadakat kategorileri” birleşmelerini baştan engelledi. Kadınlara üstten gelen bilgiler —gündem notları— dar daireden geniş daireye aktarılırken filtreleniyor; bazı ayrıntılar eksik bırakılıyor, bazıları ise “mahrem” diye saklanıyordu.
Günümüzde de yapı değişmiş değil; eleştirel konuşan “abla” hoş karşılanmıyor, çoğu zaman onca yaşanan trajediye rağmen dışlanıyor. Özellikle yurtdışındaki cemaatle bağı devam eden kadınlar, yaşadıkları zorlukları veya güncel tartışmaları —örneğin iki vasiyet meselesi— açıkça dile getirmek yerine susmayı tercih ediyor. Kimisi “kendi içinde çözmeye” çalışıyor, kimisi ise “abilerin vardır bir bildikleri, itaat et kurtul” mantığıyla kafasındaki soruları bastırıyor. Mağdur olsalar da konuşmayarak statükonun devamına “sessizlikleriyle” hizmet ediyorlar.
Sosyal medyada sertleşen dil
Cemaatin kendi medyası, yıllardır tek yönlü yayın yaparak ortamı sürekli gergin tuttu. İçeriden gelen bilgiler, Erdoğan karşıtlığıyla harmanlanarak servis edildi. Her manşet öfkeyi tazeledi, gerilimi artırdı.
Taban, bilenmiş bir bıçak gibi sürekli harekete geçirildi; sakinleşmek, durup düşünmek imkânsız hâle geldi. Amaç “hukuksuzlukları ifşa etmek” olarak sunulsa da bu faaliyetler çoğunlukla yurtdışında, sosyal medyada ve diyalogsuz biçimde yürütüldü. Kullanılan dil ise onarılamaz şekilde sertleşti.
Düzenli yapılan toplantılarında -istişarelerde- bile, tabana “karşıt görüşlere kanmama” uyarıları yapıldı. “Masum, tutsak anneler, bebekler” etiketleriyle yürütülen kampanyalar zirve yaptı. Ancak bu söylem, Türkiye toplumu ile cemaat tabanı arasındaki mesafeyi büyüttü; öfke ve düşmanlık üzerinden birleşmiş, kapanması zor bir fay hattı oluşturdu.
En ağır bedeli yine kadınlar ödedi
Bulanık ortam, hesap vermesi gerekenlerin işine yaradı. Sosyal medyada “hashtag” olan isimler, gerçekte günbegün sessizleşti; statüko tarafından araçsallaştırıldı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Mesaj netti: Statükoya dokunmadığın kadar mağdursun. Sadakatin ölçüsünde hashtag’lerde yer bulursun; karşı çıktığında sosyal medya linçi kaçınılmazdır.
– Bir anne, içerideki eşinin neden orada olduğunu sorguladı; sosyal medyada “itirafçı” damgası yedi.
– Bir başka kadın, eşi hapisteyken fesih talebine destek verdi; anonim hesaplar tarafından tehdit edildi.
– Başka bir örnekte, yavrusu içeride olan bir anne elitlerin hoşuna gitmeyecek sözler etti; “rejime itaat” ile suçlandı.
Özetle cemaatin kriz dönemlerinde en görünür mağdurları kadınlardı. Hamilelik, annelik, ekonomik zorluklar veya yalnızlıkları her zaman “bir amaca hizmet” ile ele alındı; yük yine onların omuzlarındaydı. Merve Zayım’ın durumu bu tablonun yalnızca bir örneği. Dokuz aylık hamileyken cezaevinde olan Zayım, tek başına bir hikâye değil; kararları almayan, sadece uygulayan ama bedeli ağır biçimde yüklenen yüzlerce kadından biri.
Bu tablo, örgüt içindeki güç sahiplerinin sorumluluktan nasıl uzak durduğunu açıkça gösteriyor. Erkek karar vericiler görünmez olurken, kadınlar hedef tahtasına oturtuluyor. Mağduriyet, bir dayanışma konusu olmaktan çok, statükonun kadınlar üzerinden tahkim ettiği bir araca dönüşüyor.
Statükonun en net fotoğrafı
15 Temmuz’dan iki hafta sonra CNN’de Fareed Zakaria’nın “Türkiye’ye dönmeye istekli olur musunuz?” sorusuna Gülen, “Mesele, bunu hukuki yollarla yapıp yapamayacaklarıdır ve ben bunun Allah’ın izniyle gerçekleşeceğini düşünmüyorum” diye yanıt verdi.
Bana göre bu rahatlık, asıl bedeli ödeyenlerle arasındaki uçurumu gösteren en net sahne. Mesele yalnızca devletin baskısı değil; içerideki hesap vermezlik, suskunluk ve sorumluluktan kaçış da aynı zincirin halkaları. Kararları alanlar görünmez olurken, yükü taşıyanlar yalnız bırakıldı. Bu düzen sorgulanmadıkça, aynı aktörler yeni mağdurlar yaratmaya devam edecek. Sessiz kalmak, suça ortak olmak demektir.
Artık bahanesi yok. Hesap, bedeli ödeyenden değil; bedeli ödetenden sorulmalı. Belki de şu etiketi denemenin tam zamanı:
#SucluAbilerHesapVermeyeTürkiyeye
¹ Weber, M. (1947). The Theory of Social and Economic Organization. New York: Oxford University Press. (Orijinal çalışma 1919)
² Michels, R. (1915). Political Parties: A Sociological Study of the Oligarchical Tendencies of Modern Democracy. New York: Free Press.