Bilgehan Uçak “Liberaller ve AKP” başlıklı üç bölümden oluşan yazı kaleme aldı. Uçak, “Yollar neden ayrıldı” başlıklı yazısında liberaller ile AKP arasındaki yol ayrımını 2013 ve sonrasındaki gelişmeler üzerinden inceledi. İşte üçüncü yazısı.
Geçen yazıda, AKP’nin iktidara gelmesiyle ivmelenen, müzakere tarihinin alınmasıyla da somut karşılığını bulan “2014’te AB’ye tam üyeliğin” liberallerle AKP’nin ortak hedef olduğunu ama iktidar muktedirleştikçe liberallerin yalnız kaldığını söylemiştim.
Şimdi bir sene geriye gidelim.
AKP’nin tarihi yazılırken 2013 senesinin önemli bir bölüm oluşturacağı kanaatindeyim.
Ekonominin zirveye ulaştığı bu yıl, siyaseten de birbirinden önemli gelişmeler yaşanmıştı.
Unutulmaması gereken, 2014’ün seçim yılı olduğu.
Hem Mart ayında yerel seçimler yapılacaktı hem de Cumhurbaşkanı ilk kez halk oyuyla seçilecekti.
2013 deyince, aklımıza evvela Mayıs sonundaki Gezi Olayları ile 17-25 Aralık soruşturmaları gelir ama Çözüm Süreci’nin çatışmasızlık ortamında yapılan Newroz mitinginde Öcalan’ın mektubunun hem Türkçe hem de Kürtçe okunması, Âkil İnsanlar Heyeti’nin Türkiye’yi dolaşmaya başlaması, akşam saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması, kamuda başörtüsü yasağının kaldırılmasıyla birlikte bazı milletvekillerinin Meclis Genel Kurulu’na başörtüleriyle katılması, okullarda Andımız’ın kaldırılması, Esad’ın Suriye’de kimyasal silah kullanması, IŞİD’in ortaya çıkışı…
Hepsi 2013’te oldu.
Ve, dönemin AKP İstanbul İl Başkanı bir gün şöyle bir demeç verdi: “10 yıllık iktidar dönemimizde şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar.”
Şu cümle de aynı demeçten: “İnşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.”
Bu bilinçli yol ayrımı, çok kısa bir süre içinde liberallerin çalıştığı gazete ve televizyonlarda geri plana düşmelerine yol açtı.
Ekonomik veriler iyi geliyordu, AKP hemen her şehirde birinci partiydi, iktidarı tehdit eden militarist vesayetin beli kırılmıştı.
Bu rüzgârın AKP’yi hiçbir şey yapmasa bile bir süre daha götüreceği aşikârdı.
Gelgelelim, çok da uzun olmayan bir süre sonra, AKP’nin oylarının muma tutulmuş buz gibi erimeye başladığına şahit olduk.
2015’te dahi iki oyun birini alabilen AKP, 15 Temmuz’dan sonra getirilen yeni sistemde seçim kazanmak için ittifak kurmaya mecbur hale geldi.
Neyse, biz gene 2013’e dönelim.
Türkiye bir taraftan Kürt Sorunu’nu kalıcı bir çözüme ulaştırmaya çalışırken diğer taraftan demokratikleşme alanında beklenen adımları bir türlü atamıyordu.
PKK’nın tasfiyesine indirgenen Kürt Sorunu’nun, Batı standartlarında bir demokrasi ve hukuk olmadan da kalıcı çözüme oturtulabileceği gibi bir düşünce vardı.
Oysa, hukuk da, özgürlükler de bölünemez bir bütündür.
İçinden cımbızlayarak özgürlük vermeye çalıştığınızda, aslında, genel özgürlük ortamını kısıtlamış olursunuz.
Tabii bu ortamda Gezi yorgunu iktidarı sarsan 17-25 Aralık’ın üstünde biraz daha durmamız gerekir.
Kazan kaldıran Fethullahçılar, çok güçlü olduğuna inandıkları bir dosyayla iktidarı alaşağı edeceklerini düşünmüşlerdi.
Öyle olmadı, çünkü Fethullahçıların meselesinin şeffaflık, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü olmadığını herkes biliyordu.
Onları bu operasyonu yapmaya teşvik eden, iktidar rantından daha fazla pay alma isteğinden başka bir şey değildi.
Eğer arsızca istedikleri karşılık bulsa, misal AKP listelerinden 100 milletvekili kontenjan alabilseler, hiçbir zaman bu operasyonları yapmayacak, gazete ve televizyonlarında bu konuları gündeme getirmeyeceklerdi.
AB hedefinden vazgeçildiğinin ilan edilmesinin ardından eskisi gibi söz söyleme imkânı kalmayan bazı liberal isimler boştaydı, yazı yazacak köşeleri yoktu; düşünün ki, o günlerde ne YouTube yayıncılığı vardı ne de sosyal medya.
Fethullahçılar, meşruiyet kazanmak için bazı liberal isimlere gazetelerinde köşe yazısı yazma, ekranlarında yorumculuk yapma imkânı vermişti.
Onlar da kendi bildikleri, düşündükleri gibi yazıyorlardı.
Fethullahçılar istemeden muhalefete düştükten sonra, birkaç liberal-demokrat isme daha teklif götürdüler, onlar da kabul ettiler.
Yazılarına karışmadılar, konuşmalarına müdahale etmediler.
Fethullahçılar böylece hem meşruiyet devşirmiş hem de kendi yapamadıkları nitelikli muhalefeti yapacak insan kaynağına ulaşmışlardı.
Cemaat medyasında, bir anda, hep aynı şeyleri mıymıy konuşan insanların yerine liberal, demokrat ve sol görüşleriyle ülkece tanınan insanlar arzı endam eder oldu.
Gene AB diyorlardı, evrensel hukuk, dünyaya açık piyasa ekonomisi, Kürt Sorunu’nun çözümü, rekabet, verimlilik, dönüşüm diyorlardı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Ve tabii ki, varoluşlarının gereği olarak darbeye karşılardı.
Ben hayatımda darbe olsun isteyen bir tek liberal-demokrat görmedim.
Ama daha tuhafı, dini bir cemaatin başını çektiği bir askeri darbeyi bırakın istemeyi, tahayyül edecek, bir liberal-demokrat hiç görmedim.
Liberaller, 15 Temmuz felaketine, hiç düşünmedikleri bir yerde yakalandılar.
Bir bölümü o gece meyhanedeydi, bir bölümü üzüm yiyip balkonda felsefe konuşuyordu, bazıları Bodrum’da, bazıları yurtdışında tatildeydi.
Askeri vesayete karşı senelerce kora kor mücadele eden, ömrünü darbelerin karşısında geçiren, bu yüzden hapse düşen; Türkiye’yi darbe fikrinin olmadığı, darbecilerin yargılandığı, darbe anayasasının değiştirildiği bir ülke yapmaya hasreden insanlar, kendilerini bir anda akıl almaz iddianamelerin sanığı olarak buldular.
28 Şubat’a karşı çıkmış, rektörlüğün kararına rağmen derslerine başörtülü kızları almış, başörtüsüne özgürlük için açılan imza kampanyalarına destek vermiş, 1000 yıl süreceği sanılan askeri vesayeti yıkabilmek için ellerinden geleni yapmışlardı.
Tam da bu yüzden AB diyen ve anti-demokratik düzenin “iktidardaki muhalefeti” olan AKP’yi desteklemekten çekinmemişlerdi.
Bu yüzden zaten mimliydiler, kendi mahallelerinde “istenmeyen adam” ilan edilmişlerdi.
Hele bir de 2010 Referandumu’nda “yetmez ama evet” diyeceklerini söylediklerinde mahallenin kapısı kendilerine kapatılmıştı.
AKP, “gelecek inşa döneminin liberallerin istediği gibi olmayacağını” ilan ettiğinde ilk büyük hayalkırıklığı yaşandı.
“Ben sadece kendi söylediklerimden mesulüm ve nerede olursa olsun bildiğimi söyleyip yazmaktan asla çekinmem” son derece saygıdeğer bir düşünceydi ve liberallerin gözünde en büyük kalkandı.
Bir yerde fikrini söylemekten çekinmek onur kırıcıydı, kendine güvenen bir insan, eğer sözü olduğu gibi verilecekse, kendisine uzatılan mikrofonu ya da köşeyi neden reddetsindi?
Onur Yürüyüşü’ne selam gönderen, İstanbul’un eski içki kültürünü anlatan, modern bir ekonominin faizsiz mümkün olmadığını söyleyen yazılar yayımlanıyordu.
Kendi mahallelerinden sonra, AB demekte ısrar edip muhalefete düşünce, iktidar partisinin de hışmına uğradılar.
Bir de, 15 Temmuz gelince üstüne…
Liberallerin sesi duyulmaz, AB’nin adı anılmaz oldu.
Kamu ihale yasası, bu ülkeyi kangrene götürdü; semptomları da enflasyon, hayat pahalılığı, barınma krizi, hukuk sıralamasında, basın özgürlüğünde hayli gerileme, mutluluk endeksinde sonlarda yer alma, sağlıklı gıdaya ulaşabilenlerin oranının düşmesi gibi birçok şey oldu.
Ahmet Altan, aslında bütün liberaller için bir “meşruiyet kılavuzu” yazmıştı:
“Ben Hükümet-Cemaat çekişmesi olduğunda tavrımın ne olacağını baştan net bir biçimde koyayım. Eğer hükümetle Cemaat siyasi iktidar kavgasına girerse, Cemaat siyasi iktidarı paylaşmak isterse ben hükümeti desteklerim. Hükümet, isterse MHP hükümeti olsun, benim için fark etmez. Siyasi iktidara sadece siyasi aktörler, siyasi partiler talip olabilir, siyaset dışı bir güç siyasi iktidardan pay talep edemez, siyasi bir iktidar istiyorsa siyasi partisini kurar. Eğer hükümet, devlette görevli insanları Fethullahçı diye fişlerse, onların hak ettikleri halde yükselmesine izin vermezse ben Cemaat’i desteklerim. Çünkü herkes inancında özgürdür, buna kimse karışmaz, kimse kimsenin önünü inancından dolayı kesemez. Eğer Cemaat’ten birileri devlet içinde geldikleri mevkileri, o mevkiin gereklerine göre değil de Cemaat’in isteklerine göre kullanmaya kalkarsa, bu yüzden işinden olursa, onu görevden alan hükümeti desteklerim.”
Çok doğru bir tavırdı bu.
Ama nasıl olduysa Ahmet Altan’ın öngördüğü düzlemde ilerlemedi.
Fethullahçıların sadece kendilerinin bildiği gizli bir ajandaları vardı ve liberallere şirin gözükmek işlerine gerekiyorsa öyle gözüküyorlardı.
Ama akıllarda durgunluk verecek şekilde, misal güya çok saygı duydukları Mehmet Altan’ı, başka bir isim altında dinlemekten de geri durmuyorlardı.
Erdoğan, “altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” derken alttakilerin yaşadığı mağduriyet ön plandaydı.
Üstte neler pişirildiğini kimse bilmiyordu.
15 Temmuz’da bazı askerlerin bir sivile selam çaktığını, bazı Fethullahçıların bir gece önce “yatakta basıp şafakta asacaklar” diyebildiğini, bazı firarilerin birkaç ay öncesinde “15 Temmuz’dan sonra Türkiye’ye tatile geleceklerini” söylediklerini gördük.
Bugünkü düşüncem, en büyük hatanın, Ahmet Altan’ın kılavuzunu takip etmeyerek muhalefet ederken yanlış insanlara meşruiyet kazandırarak yapıldığı.
Cemaat dibine kadar siyasi iktidarı paylaşmak istedi, hatta seçimi sen kazan ülkeyi ben yöneteyim, dedi.
AKP, “AB yolundan” saptığı için eleştirilmeliydi ama şeffaflıktan nasibini almamış ve “görünmez iktidar” pozunu oynayan Fethullahçılara da prim verilmemeliydi.