Vahap Coşkun, Türkiye’nin Suriye politikasında izlediği yolu Ruşen Çakır’a değerlendirdi. Coşkun videoda, Ankara Suriye’de Kürtleri karşısına almaktan vazgeçmeyecek mi? sorusunu da yanıtladı.
Vahap Coşkun, Türkiye’nin Suriye politikasını ve çözüm süreciyle bağlantısını ele aldı. Coşkun, “Bence Türkiye açısından bakıldığında üç temel anlamı var. Bunlardan birincisi, bir kere Suriye’nin geleceğinde Türkiye’nin nasıl bir rol oynayacağı, işlevinin ne olacağını doğrudan ilgilendiren bir dönemden geçiyoruz. Türkiye, Suriye’de farklı gruplar arasında onlara güven veren garantör bir aktör mü olacak, yoksa bütün grupları tek bir grubun lehine baskı altına alacak ve sadece tek bir grubun hamiliğini üstlenecek bir politika mı izleyecek? Bence temel problem bu” dedi.
Vahap Coşkun, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın söylemlerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Coşkun, iki ihtimal üzerinde durduğunu belirterek şunları söyledi: “Türkiye’nin geleneksel devlet siyaseti, yani Türkiye içeride de dışarıda da Kürtlerin herhangi bir şekilde bir hak alması, herhangi bir hak elde etmesi söz konusu olduğunda mümkün mertebe bunu en alt seviyeden karşılamaya çalışır. Bunun alanını elden geldiğince daraltmaya çalışır. Suriye’de SDG üzerinde uygulanan baskının da temel nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda bir devlet politikasının olduğundan bahsedebiliriz. Fidan da bunun sözcüsü” dedi.
Coşkun, Hakan Fidan’ın kişisel tercihlerinin de etkili olabileceğini vurguladı:
“Salt bir Hakan Fidan değil, aynı zamanda devletin de politikasının değişiklik mecburiyetinden söz edebiliriz. İkincisi, belki Hakan Fidan’ın kendi iç politikasına, kendi politik kariyerine yönelik de böyle bir tercihi olabilir. Yani daha milliyetçi, daha muhafazakâr bir siyasal tutturarak kendi arkasındaki gücü tahkim etmek veya o gücün alanını büyütmek yönünde de bir tercih olabilir. Ama ben bu tercihin yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Hem iç politik anlamda yanlış bir tercih olduğu hem de bölge siyaseti açısından yanlış bir tercih olduğu kanaatindeyim” diye konuştu.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Suriye henüz durulmuş değil. Özellikle ülkenin kuzeydoğusundaki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) çatısı altında örgütlenen, büyük kısmı Kürtlerden oluşan yapıyla Şam arasındaki sorunlar devam ediyor ve burada tabii Ankara’nın Şam’dan yana, Ahmed eş-Şara yönetiminden yana tavır alması işleri karıştırıyor ve tabii ki bir diğer yandan Türkiye’deki “terörsüz Türkiye” ya da çözüm sürecini de tehlikeye atıyor. İşte bu durumu Doçent Vahap Coşkun’la konuşacağız. Vahap, merhaba.
Vahap Coşkun: Merhaba, iyi yayınlar abi.
Ruşen Çakır: Sağ olasın. Sen peş peşe iki yazı yazdın. İlki Perspektif‘te, sonra Serbestiyet‘te. İlki doğrudan Hakan Fidan’a yönelikti ama konu Suriye’ydi esas olarak. Sonra Serbestiyet‘te yazdığın yazı ordular anlamında, yani bir SDG var bir de Suriye ordusu var, “Hangi ordu kime katılacak?” sorusu üzerine. Şimdi bütün bunların detaylarına gelmeden önce genel olarak baktığımızda ben bunu bir bilek güreşine benzetiyorum ama sen nasıl tanımlıyorsun? Şu anda Suriye üzerinden yapılan tartışmaların nasıl bir anlamı var?
Vahap Coşkun: Yani bence Türkiye açısından bakıldığında Ruşen abi, üç temel anlamı var. Bunlardan birincisi, bir kere Suriye’nin geleceğinde Türkiye’nin nasıl bir rol oynayacağı, işlevinin ne olacağını doğrudan ilgilendiren bir dönemden geçiyoruz. Yani Türkiye, Suriye’de farklı gruplar arasında onlara güven telkin eden garantör bir aktör mü olacak, yoksa bütün grupları tek bir grubun lehine baskı altına alacak ve sadece tek bir grubun hamiliğini üstlenecek bir politika mı izleyecek? Bence temel problem bu. Şu ana kadar görebildiğimiz kadarıyla Türkiye, Şara yönetimine çok büyük bir destek veriyor ve Şara yönetiminin taleplerini karşılama yönünde de oldukça gayretli bir çaba içerisinde. Diğer grupların talepleri, istemleri, Suriye’nin geleceğinde oynamak istedikleri role dair görüşleri, bakışları Türkiye tarafından pek dikkate alınmıyor. Ben bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Fidan’ın bu politikayı sert bir şekilde dile getirmesinin de ekstra bir yanlışlık olduğu kanaatindeyim. İkincisi, yine Türkiye açısından baktığımızda, bugün Türkiye’de çözüm sürecinin Suriye ile bağlantısı çok açık. Yani nasıl ki 2013-2015 çözüm süreci Suriye’deki gelişmelerden dolayı ortadan kalkmışsa, sona ermişse, bugün bir çözüm sürecinden bahsediyorsak bu yine Suriye’deki gelişmelerle yakından bağlantılı. Sadece son dönemlerde Numan Kurtulmuş’un yaptığı açıklamalara bakın: “Ortadoğu’daki gelişmelerden dolayı biz bir an önce bu çözüm sürecini ilerletmeliyiz çünkü kendi içimizde sağlam durmazsak oldukça tehlikeli bir dönem kapıda bekliyor.” diyor. Şimdi bu dil sadece Suriye’de Türkiye’nin izleyebileceği, oynayabileceği alanı daraltmakla kalmıyor bence, aynı zamanda Türkiye’deki çözüm sürecini de olumsuz bir şekilde etkiliyor. Ve üçüncü olarak da, yani çözüm sürecini, Suriye’yi bir tarafa bırakın, burada kullanılan dil, Suriye bağlamında kullanılan dil, Türkiye’deki Kürtlerin çok önemli bir kısmını ciddi bir manada rahatsız ediyor. Şahsi kanım odur ki siyasi aidiyetinden bağımsız olarak, bugün Türkiye’de Dışişleri Bakanı’nın kullandığı dilden memnuniyet duyacak veya bunda herhangi bir problem görmeyecek Kürt’ün sayısı son derece az. Dolayısıyla burada hem iç siyaset bağlamında hem bölge siyaseti bağlamında bir politika ve dil değişikliğine ihtiyaç var. Bu iki yazıda da özellikle vurgulamak istediğim hususlar bunlardı.
Ruşen Çakır: Şimdi bu son söylediğin hususu geçen ben bir yayında da anlattım. Yıllar önce Kobani kuşatıldığı zaman, IŞİD tarafından kuşatıldığı zaman, Cumhurbaşkanı Erdoğan o sıralarda Diyarbakır’da bir miting yapıyordu. Tam bağlamın ne olduğunu hatırlamıyorum, sen daha iyi hatırlarsın. Ve ben de mitingi izliyordum. Bir Diyarbakırlı arkadaşla beraber halkın arasında izliyordum. Ve yaşlı bir vatandaş, belli ki AK Partili, Erdoğancı, beni tanıdı ve geldi bana dedi ki: “Ya zamanında Bulgaristan’dan Türkler geldiği zaman ‘soydaş’ diye kapımızı açtık ama şimdi Kobani’de Kürtler zor durumda ama devletimiz aynı şeyi göstermiyor.” diye bana orada Erdoğan’ı şikayet etmişti. Ama bu kişi aynı zamanda mitinge gelmiş olan bir AK Parti seçmeniydi.
Vahap Coşkun: Evet. Yani insanlar bu tür durumlarda bu tür özdeşlikleri çok rahatlıkla kurarlar. Yani daha önce izlemiş olduğunuz siyaset önünüze bir şekilde çıkartılır. Şimdi Suriye’de de farklı gruplar var ve Suriye bir inşa süreci içerisinde. Bence Türkiye’nin oynaması gereken rol, bütün bu gruplara bir nevi yapıcı bir rolle, adil bir şekilde yaklaşarak onlar arasında bir denge unsuru olması ve bu gruplar arasında herhangi bir problem çıktığında da her bir grubun çok rahatlıkla Türkiye’ye başvurabilmesi. Ama izlenen siyaset, şu ana kadar izlenen siyaset bunu mümkün kılmıyor. Hem politik alanda sizin hareket alanınızı daraltıyor hem de işte bahsettiğiniz gibi sosyolojik olarak da yaptığınız çok olumsuz bir tablo ortaya çıkartıyor. O nedenle burada bu siyasette ısrar etmek bence ne Türkiye’deki çözüm süreci açısından iktidara bir avantaj sağlar ne de Suriye’deki inşa süreci açısından Türkiye’ye bir avantaj sağlar. Çok basit bir şey söyleyeyim, mesela bugün evet Türkiye Şara’yı destekliyor ama Amerika da Şara’yı destekliyor, Fransa da Şara’yı destekliyor. Fakat SDG ile Şam arasında bir problem çıktığında her iki taraf da Şam’la Amerika’yla ilişki kurabiliyorlar ve onlarla toplantı yapabiliyorlar. Türkiye neden bunu inşa edemiyor? Yani Türkiye de evet, Şara’yı destekleyebilir ama daha yapıcı, daha dengeli, daha kontrollü bir şekilde diğer tarafların da kendisiyle ilişki kurmasında bir problem çıktığında çözücü bir mekanizma olarak devreye girmesini sağlayacak bir siyaset izleyebilir. Şu ana kadar izlenen siyaset maalesef bu yönde değil.
Ruşen Çakır: Şimdi sen ilk yazıda, Hakan Fidan’a yönelik yazıda, yani onu eleştiren yazıda, Hakan Fidan’ın Suriye’deki Kürtleri İsrail’le iş tutmakla suçladığını söyledin ve bu konuda ortada bir iki İsrailli yetkilinin hamasi demeci dışında bir şey olmadığını söyledin. Biz şunu da biliyoruz ki eş-Şara yönetimi önce Bakü’de, sonra Paris’te İsrail’le doğrudan görüştü. En son Paris’te Dışişleri Bakanı görüştü ve Amberin Zaman’ın bugün verdiği bir habere göre, bir iddia ama doğru olma ihtimali yüksek, Eylül sonuna doğru eş-Şara Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda konuşma yapacak ve sonra ABD’nin himayesinde İsrail’le güvenlik anlaşması imzalayacak. Yani şimdi böyle de garip bir durum var. Yani Şara, İsrail’le doğrudan görüşme yapıyor ve anlaşmalar imzalayabiliyor ama Kürtlerle İsrail arasında görüşme iddiası bile Türkiye’nin bir güvenlik sorunu hâline gelebiliyor.
Vahap Coşkun: Evet. Şimdi oradaki ifade çok ağır bir ifade: “İsrail’in maşası olmak” ifadesi. Şimdi bu tür bir ağır ifadeyi kullanıyorsanız bunun ayrıntılarını, delillerini göstermelisiniz. Bunu temellendirmeniz gerekiyor. Sadece söyleyip bunun üzerinden geçemezsiniz. Çünkü o zaman insanlar bunu neye dayanarak söylediğinizi size sorarlar. Esad rejimi devrildiğinde, Suriye’de SDG ile Türkiye arasındaki ihtilafı, arasındaki tansiyonu bilen İsrail, orada Kürtlere hoş gelebilecek veya Kürtlerle iş birliği yapmaya açık olduğunu ima eden veya doğrudan söyleyen birtakım mesajlar yayınladılar. Yani hem yetkililer, doğrudan resmi yetkililer hem de İsrail’de iktidara yakın olan çeşitli kanaat önderleri bu tür mesajları yayınladılar. Fakat bunun sahaya yansıyan bir tarafı var mı? Bugüne kadar Suriye sahasında bunun sahaya yansıyan bir tarafını görmedik. Mesela Dürziler ile Şam karşı karşıya geldiğinde İsrail, Dürziler lehine doğrudan Şam’a müdahale edebiliyor. Ama bazı durumlarda, mesela Arap kabileler ile SDG karşı karşıya geldiğinde, bir çatışma olduğunda Deyrizor’da, Rakka’da vesaire, orada herhangi bir şekilde İsrail’in sahaya dahil olduğunu göremiyoruz. Dolayısıyla benim kanaatim, Suriye’nin içinde bulunduğu durumdan, Türkiye ile SDG arasındaki ihtilaftan istifade ederek İsrail birkaç mesaj atıyor ama bunu sahada doğrudan destek verecek bir şekilde göstermiyor. Yani mesela İsrail’den SDG’ye askerî destek mi var, eleman desteği mi var, maddi bir yardım mı var? Bunların hiçbir tanesi bugüne kadar kanıtlanmış ve ortaya konulabilmiş değil. O nedenle bu tür ağır ithamları kullandığınızda bunu delillendirmeniz gerekiyor yoksa problem çıkıyor. Diğer taraftan abi senin söylediğin önemli. Yani şimdi Suriye doğrudan İsrail’le görüşme yapıyor. Yani işte Süveyda’daki durumu konuşmak üzere, Süveyda’da bir insani koridorun açılıp açılmaması konusunda doğrudan görüşme yapıyor ve bu görüşmeyi yapması herhangi bir şekilde bir tepki doğurmuyor veya bir ithamla karşı karşıya kalmasına sebebiyet vermiyor. O nedenle bu İsrail söylemi bana göre sadece iç politikayı tahkim etmek için kullanılan bir söylem. Sadece SDG’nin dile getirmiş olduğu itirazları önceden konuşulamaz hâle getirmek, önceden mahkum etmek, önceden bunların zaten meşru bir temelinin olmadığını göstermek için dile getirilen bir söylem. Ama bu sorun çözücü bir söylem değil, aksine sorunu daha da artıran bir söylem.
Ruşen Çakır: Şimdi burada şöyle de bir husus var. Sen Suriye’yi benden daha yakından takip ediyorsun ama benim de bildiğim kadarıyla SDG, sadece Kürtlerden oluşmuyor, birtakım Araplar da var. Ama onun ötesinde şöyle de bir realite var: Özellikle Esad yönetimi devrildikten sonra azınlık grupların, Aleviler, Dürziler, Hristiyanlar gibi azınlık grupların Kürtlere özel bir ilgisi var. Yani bir tür adı konmamış bir dayanışma içerisindeler ve anladığım kadarıyla her ne kadar azınlık grupların kendi birtakım kişisel ya da kendi örgütlenmeleri olsa da, şu anda Suriye’deki en önemli askerî güç SDG. Öyle değil mi?
Vahap Coşkun: Evet.
Ruşen Çakır: Yani Suriye ordusundan daha güçlü ve bir anlamda onu, kendilerinin teminatı gibi bile görebiliyorlar. En son Dürziler olayında biliyorsun, bazı gösterilerde falan bunu Dürzilerin içerisinde dile getirenler de olmuştu. Yani burada Kürtleri karşıya aldığı zaman birisi, Şam ya da Ankara ya da herhangi bir güç, aslında diğer azınlıkları da dolaylı olarak işin içerisine katıyor gibi bir durum var sanki. Abartıyor muyum?
Vahap Coşkun: Şöyle, yani SDG’nin diğer azınlıklar tarafından ilgi ile takip edilmesinin veya talep edilmesinin en önemli nedeni bana göre Şam’ın bu gruplara bir teminat verememiş olması, bu gruplarda bir güven inşa edememiş olması. Yani hem pratik açıdan hem de kullanılan dil açısından bu inşa edilebilmiş değil. Özellikle Mart ayında Alevilere, Temmuz ayında Dürzilere yapılanlardan sonra bu Şam yönetimine yönelik olarak kuşkular son derece arttı. Yani gerçekten Suriye’deki herkesi dini ve mezhebi bir ayrım yapmadan, bir yaşam tarzı ayrımı yapmadan kapsayabilecek, onların güvenliğini sağlayabilecek, onları koruma altına alabilecek bir devlet teşkilatının kurulabileceği yönündeki umutlar, güvenler giderek daha da azaldı. Bu da SDG’yi, bunun karşısında şu anda en büyük güç olarak SDG’yi daha ilgi çekici, daha iş birliği yapılabilir bir aktör hâline getiriyor. Mesela Haseke’de bir toplantı yapıldığında farklı gruplardan temsilcileri o toplantıda bir araya getirebiliyor. Dolayısıyla Suriye’de bu bütün azınlıkların kendilerini güven altında hissedebilecekleri bir düzen inşa edileceğine dair bir güven vermeden Şam, orada herhangi bir kimseyle bir problemini çözemez. Yani ne Dürzilerle bir problemini çözebilir, ne Kürtlerle bir problemini çözebilir. Yani bırakın Kürtler, Dürziler, gayrimüslimler, Aleviler gibi azınlık olanları, bana göre Suriye’deki seküler hayat tarzına sahip Sünni kesimi de aynı şekilde endişelendiren hususlardan bir tanesini oluşturuyor. Mesela SDG’nin içerisinde evet sadece Kürtler yok, hatta çoğunluğunu Arapların oluşturduğu söylenebilir. Şimdi rejime güven duymayan sadece Kürtler değil, onun içerisinde yer alan Araplar da aynı şekilde bu güveni hissetmiyorlar. Dolayısıyla burada 8 Aralık’tan bugüne kadar gelinen süreç içerisinde Şam’ın ne gerçek anlamda fiziki anlamda bir güven sağladığını söyleyebiliriz ne de geleceğe dair bir güven telkin edebildiğini söyleyebiliriz. Bu da tabii ki bu azınlıkların endişelerini, kaygılarını artırıyor. İşte Türkiye’nin burada izleyeceği siyaset bana göre Şam’ın kayıtsız bir şekilde desteklenmesi değil, aynı zamanda bu azınlık durumundaki olanların kaygılarını da gözeten, onlarla da hemhal olan, onlarla da iş birliğine açık olduğunu gösteren, diyaloğa açık bir yapıcı siyaset izlemesi. Bunu izlemek Türkiye’yi orada garantör ülkelerden biri hâline getirebilir. Siyaseten de doğrusu budur diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Burada şimdi tabii en önemli hususlardan birisi, senin ikinci yazının ekseni de o: Ordu meselesi, ordular meselesi. Yani Suriye’de bir milli ordu oluşturuluyor HTŞ temelli, onun çevresindeki örgütler temelli, ki içlerinde yabancı savaşçılar da var anladığım kadarıyla. Hatta Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da var, onu da biliyoruz, üst düzey subay olanlar da var. SDG’yi buraya katmaya çağırıyorlar, daha doğrusu böyle bir dayatma var. Ve dananın kuyruğu esas olarak burada kopuyor anladığım kadarıyla. Ve sen de, “Hangi ordu hangi orduya katılacak?” diye soruyorsun. Çünkü bakıldığı zaman anladığım kadarıyla — Meclis’teki kapalı oturumda MİT Başkanı İbrahim Kalın da anlattığı zaman bu realiteyi de vurgulamış bir şekilde — orada ülkenin kuzeybatısındaki ordu ya da silahlı güç şu anda Şam’daki silahlı güçten hem daha kalabalık hem daha organize hem daha eğitimli. Yani öteki tarafta, yani Şam’daki ordunun tam bir ordu niteliğine henüz kavuştuğu bile söylenemez galiba, değil mi?
Vahap Coşkun: Evet, kesinlikle öyle. Yani orada aslında birkaç problem var. Bunlardan bir tanesi, bazı kesimler Şam’a güven duymadıkları için silah bırakmaktan imtina ediyorlar. Mesela Dürziler bunların başında geliyor. Neden? Çünkü silah bıraktıklarında ordu diye tabir edilen grupların kendilerine saldırmayacağından ve kendilerine zarar vermeyeceklerinden emin değiller, ki bu kuşkularında haksız da sayılmazlar. Birincisi bu. İkincisi, Arap kabilelerinin güçleri var ve bu Arap kabileler bazen Şam’ın ittirmesiyle bazen kendileri doğrudan doğruya harekete geçebiliyorlar ve bunların da herhangi bir şekilde silahsızlandırılması şu ana kadar söz konusu olmuş değil. Üçüncüsü ve en önemlisi, bu HTŞ’nin kendi içindeki yapıların bile bir düzenli ordu olduğu söylenemez. Yine Alevilere ve Dürzilere yapılan bunun net bir göstergesi. Burada resmi üniforma altında hareket eden ve dolayısıyla o vatandaşların hayatlarını korumakla aslında mükellef olan grupların aksine bir hınçla, intikam duygusuyla bu vatandaşlara saldırdıkları net bir şekilde ortaya çıkıyor. Yani en son Birleşmiş Milletler’in de bu konuda raporu var. Dahası İdlib’de yapılan toplantıda Şara’nın kendisi de kendilerine bağlı grupların hak ihlalinde bulunduklarını ve bunları soruşturacaklarını söyledi. Dolayısıyla Türkiye’de ortaya konulan manzara gerçek bir manzara değil. Yani sanki dört başı mamur bir ordu varmış, düzenli, kuralları belli, nasıl dahil olunacağı keskin sınırlarla belirlenmiş bir ordu varmış da ve herkes gidip bu orduya silahlarını teslim etmiş de bir tek SDG oyunbozanlık yapıyor şeklindeki algı gerçek bir algı değil. Çünkü sahada böyle bir gerçeklik yok. Evet, Suriye’nin tek bir ordusu olması konusunda tarafların bir mutabakatı var ama bu ordunun nasıl oluşacağına dair müzakereler devam ediyor, hâlâ sürdürülüyor. Bunu yine Şara ifade etti, 10 Mart anlaşmasını tarihi bir antlaşma olarak nitelendirdi. ‘‘Sahada bazı güçlüklerle karşı karşıya kalıyoruz ama bunun yanında bu anlaşmanın gerçekleşmesi için müzakerelerimize de devam ediyoruz.’’ dedi. Dolayısıyla ortada bir ordu yok, inşa edilecek bir ordu var. Ve bu inşa edilecek orduda herkes mümkün mertebe kendi azami gücünü koruyarak o ordunun içerisinde yer almaya çalışıyor. O nedenle “bir ordu var da SDG ona girmiyor” şeklinde Türkiye’de çizilen fotoğraf doğru bir fotoğraf değil. Bu zaman alacak. Bu zaman alacak yapının, inşanın içinde Türkiye ne rol oynayacak? Yani Türkiye bu zamanı kısaltmak adına mı hareket edecek, taraflar arasında dengeli bir rol mü oynayacak, yoksa birini diğerine mutlak manada bağlama, birini diğerine mutlak manada mahkum etme yönünde bir siyaset mi izleyecek? Şimdi ikinci siyasetin sahada bir gerçekliği yok. İkinci siyasetin gerçekleşebilme imkanı yok. O nedenle burada taraflar arasında duran, onların müzakere etmelerini sağlayan, gerekirse müzakerelere ev sahipliği yapabilecek bir yeni siyasete, yeni bir siyasal dile ihtiyacı var Türkiye’nin.
Ruşen Çakır: Bu bağlamda şimdi Türkiye’nin pozisyonunu değerlendirmeye geldiğimizde şunu özellikle vurgulamak lazım: Türkiye’deki “terörsüz Türkiye” diye adlandırılan yeni sürecin başından itibaren Suriye’nin bir yerlerde olduğu belli ama kapsayıp kapsamadığı tartışması var biliyorsun. Mesela 27 Şubat açıklamasını yaptı Abdullah Öcalan. Bu Suriye’yi bağlıyor mu, bağlamıyor mu? Hani orada “Kültüralist talepler yoktur” falan demesi… Şimdi elimizdeki bilgilerden şunu anlıyoruz ki sürecin başından itibaren Suriye de sürece dahil edilmiş. Öcalan doğrudan ya da dolaylı bir şekilde SDG üst yönetimine ya konuşmuş ya onlara mektuplar yollamış, onlar da ona cevap yazmış vesaire. Bunu biliyoruz. Ve ben geçenlerde haberleştirdim, görmüşsündür. Doğrudan Öcalan onlara diyor ki: ‘‘Sizin muhatabınız Ahmed eş-Şara, demokratik Suriye birliğinin parçası olacaksınız.’’ Ama ‘‘demokratik Suriye birliği.’’
Vahap Coşkun: Evet.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Ruşen Çakır: Ortada bir devlet ve demokrasi olmadığı için… Ve şunu da söylüyor ama ‘‘Kendi emniyetinizi, güvenliğinizi asla ihmal etmeyeceksiniz.’’ Yani, ‘‘Sınırları, gümrükleri Şam’a bırakacaksınız ama kendinizi koruyacaksınız.’’ Şimdi, bu benim bildiğim Mayıs ayında söylediği bir şey ve şeyi de biliyoruz, ki kendileri de açıkladı zaten, İlham Ahmed açıkladı, temasları sürdürüyorlar vesaire. Ankara’yla da temaslarını sürdürüyorlar. Ama oradaki temel husus şu: Orada bir devlet olacak ve bu devlet demokratik olacak. Yani senin demin söylediğin azınlıkların hakkını gözetir bir devlet olacak. Şöyle bir beklenti var biliyorsun: Öcalan onlara “Gidin Suriye ordusuna katılın!” diyecek, onlar da şimdi katılacak. Benim anladığım kadarıyla Öcalan böyle bir şey demeyecek.
Vahap Coşkun: Şimdi Öcalan bunu söylemez. Öcalan bunu söylediğinde bunun gerçekleşme ihtimali de yok. Çünkü SDG denilen yapı sadece YPG’den müteşekkil bir yapı değil. Orada başka unsurlar var ve o unsurlar da kendileri için herhangi bir güvence bulmadan, bir mekanizma oluşturulmadan, kuralları tayin etmeden doğrudan gidip silahlarını Şam’a teslim etmezler. O nedenle ne Öcalan’ın söylemesi bağlamında bunun bence bir imkanı var, ne söylese bile bunun sahada gerçekleşme imkanı var. Türkiye’nin de bunu biliyor olması lazım. Suriye sahasındaki dengeler ile Türkiye sahasındaki dengeler birbirinden farklı. Yani Türkiye’de PKK’nın kendi silah bırakmasının koşulları oluşmuştu. Şu anda bunun için yürütülen bir süreç var. Bunu siyasi alanda taşıyan bir siyasal parti var, bir parlamento var. Bu parlamentoda kurulan bir komisyon var vesaire. Bunların hiçbir tanesi Suriye’de söz konusu değil. Yani bugün SDG silahını bıraksa kime bırakacak? İlham Ahmed Rudaw‘daki röportajında net bir şekilde söylüyordu: “Biz orduya dahil olalım ama hangi ordu? Hangi ordu?” Bunun şu anda Türkiye açısından net bir karşılığı yok benim görebildiğim kadarıyla. Dolayısıyla bu zaman alacak. Yani bunun müzakerelerinin süreceğini görüyoruz. Burada dikkat çekici olan hususlardan bir tanesi şu; yani SDG’nin mesela Şara’yı muhatap kabul etmekte herhangi bir problemi yok. İlk günden itibaren Şara’yı cumhurbaşkanı olarak kabul ettiler ve kendisiyle anlaşma imzaladılar. SDG’nin Suriye’nin birliğiyle de ilintili bir problemi yok. SDG’nin Suriye’de tek bir ordu olmasıyla ilgili de bir sorunu yok. Bunların hepsini prensipte kabul ettiler. Ama bunların nasıl hayata geçirileceği işte o 10 Mart anlaşmasının müzakere edilmesine bağlı. Burada kurumsal güvenceler, hukuki güvenceler alınmadan bunun gerçekleşmeyeceğini söylüyorlar. Bunu da bence doğal karşılamak lazım. Bunu da makul karşılamak lazım. Kaldı ki bugün Suriye Dışişleri Bakanı da Suriye’nin Cumhurbaşkanı da SDG ile olan ilişkilerinde çok daha ılımlı bir dil kullanıyorlar, çok daha yapıcı bir dil kullanıyorlar. Yani onlar “Evet, sahada bazı problemlerimiz var ama bu problemlerimizi giderme konusunda hep birlikte çaba içerisindeyiz.” diyorlar. “Evet, sahada bazı problemlerimiz var fakat bu problemlerin silahla çözülmeyeceği konusunda mutlak bir mutabakat içerisindeyiz.” diyorlar. Şimdi Suriye doğrudan doğruya sorunun tarafı olan, doğrudan doğruya sahada SDG ile karşı karşıya olan Şam yönetimi bile daha ılımlı, daha yapıcı bir dil kullanırken Türkiye’nin Şam’dan daha hani Şamcı bir pozisyon almasının Türkiye açısından bir faydası yok. Burada izlenen bu siyaset o anlamda yanlış bir siyaset.
Ruşen Çakır: Şimdi şeyi söyleyeceğim. Kimdi, hatırlayamıyorum. Artık o kadar çok yayın yapıyorum ki kim söyledi unuttum. Ama şey hususu var, işte eş-Şara geliyor, Dışişleri Bakanı geliyor gidiyor vesaire. ‘‘Niye mesela İlham Ahmed Ankara’ya gelmiyor?’’ ‘‘Niye Mazlum Abdi Ankara’ya gelmiyor?’’ ‘‘Niye Dışişleri Bakanı gittiğinde onlarla görüşmüyor?’’ Belki görüşüyordur bilmiyorum ama ‘‘Niye birlikte fotoğraf vermiyor?’’ gibi sorular var.
Vahap Coşkun: Evet, onu da ben söylemiştim abi seninle yaptığımız yayında.
Ruşen Çakır: Evet, sen söyledin. O psikolojik bir eşik sanki.
Vahap Coşkun: Şimdi 1 Ekim’den itibaren aslında dengeler değişti. Yani 1 Ekim’de Türkiye’de, 8 Aralık’ta Suriye’de dengeler değişti ve o dengelere bağlı olarak da aktörler kendilerine yeniden pozisyon edinmeye çalışıyorlar. Şimdi Türkiye’nin SDG ile ilişkili politikasının hiç değişmediğini söylemek haksızlık olur. Orada birtakım değişimler var. Mesela daha önce aracılar vasıtasıyla görüşülürken şimdi doğrudan görüşüyorlar, direkt temasları var ve bunlar taraflar açısından ifade ediliyor. Ama bunu daha da normalleştirmek gerektiğini düşünüyorum öteden beri. Yani bunu kamuoyu önünde de yapmak, bir Şeybânî ile görüşüldüğü gibi İlham Ahmed’le de görüşmek gerekiyor. Zamanında Salih Müslim’le görüşüldüğü gibi… Şimdi böyle bir görüşme yapabilmek, yani görüşmeleri normalleştirmek, iki taraf arasında sorunlar olduğunda başvurulabilecek bir mekanizma oluşturmak Türkiye açısından da son derece önemli. Yani Suriye’nin geleceğinde eğer daha fazla söz sahibi olmak istiyorsa, bu tür herkese güven telkin eden, herkesin bir şekilde görüşebileceği bir aktör hâline gelmek mümkün. O nedenle hâlihazırda SDG ile bu görüşmeler devam ederken bunları alenileştirmek, resmileştirmek daha doğru olur. Belki yarın öbür gün SDG görüşmelerini Paris’te veya Amman’da değil, İstanbul veya Ankara’da yapabilir. Bunun zeminini hazırlamak yani… O nedenle SDG ile de gerektiğinde müttefik olabilecek bir politik cesaret, yeni bir politik vizyon ortaya koyabilmek gerekiyor bence burada.
Ruşen Çakır: Peki, burada şunu da sormak istiyorum, senin ilk yazında ele aldığın doğrudan Hakan Fidan’a yönelik eleştiriler. Ortada şöyle bir soru var tabii: Hakan Fidan bunu tek başına mı yapıyor, yoksa iktidar adına mı yapıyor?
Vahap Coşkun: Yani ben orada iki ihtimalin olduğunu düşünüyorum Ruşen abi. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin geleneksel devlet siyaseti. Yani Türkiye içeride de dışarıda da Kürtlerin herhangi bir şekilde bir hak alması, herhangi bir hak elde etmesi söz konusu olduğunda mümkün mertebe bunu en az seviyeden karşılamaya çalışır, bunun alanını elden geldiğince daraltmaya çalışır. Suriye’de SDG üzerinde uygulanan baskının da temel nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda bir devlet politikasının olduğundan bahsedebiliriz. Fidan da bunun sözcüsü. O nedenle burada salt bir Hakan Fidan değil, aynı zamanda devletin de politikasının değişiklik mecburiyetinden söz edebiliriz. İkincisi, belki Hakan Fidan’ın kendi iç politikasına, kendi politik kariyerine yönelik de böyle bir tercihi olabilir. Yani daha milliyetçi, daha muhafazakar bir siyasal dil tutturarak kendi arkasındaki gücü tahkim etmek veya o gücün alanını büyütmek yönünde de bir tercih olabilir. Ama ben bu tercihin yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Yani hem iç politik anlamda yanlış bir tercih olduğu kanaatindeyim hem de bölge siyaseti açısından yanlış bir tercih olduğu kanaatindeyim.
Ruşen Çakır: Son olarak şunu tabii ki vurgulamak lazım. Daha önce de birçok kez dile getirdik ama tekrar etmekte yarar var. Türkiye’nin Irak Kürtlerine yönelik politikası da başta bir ret politikasıydı, değil mi?
Vahap Coşkun: Evet.
Ruşen Çakır: Özellikle ABD eliyle Irak Kürtlerinin birtakım kazanımlar elde etmesi… Şeyi hatırla, ‘‘Çekiç Güç’’ dönemini, uçuş yasak bölge Türkiye’de iç siyasetin konusuydu ve buna karşı çıkan siyasi partiler vardı. Mesela Refah Partisi buna karşıydı ama iktidara geldiğinde Refah Yol hükümetinde Çekiç Güç’ün süresini uzatmıştı Erbakan.
Vahap Coşkun: Evet.
Ruşen Çakır: Ama sonra ne oldu? Zamanla Irak Kürtleri Türkiye’nin çok ciddi bir partneri oldu. Hatta stratejik birtakım ilişkiler, ekonomik ilişkiler çok yoğun zaten ama onun ötesinde neredeyse stratejik bir ilişkiye dönüştü. Özellikle Barzani, yani Irak Kürtlerinin Barzani ayağıyla mesela Erdoğan’ın ilişkisi… Erdoğan’ın mitingine gelecek kadar ya da AK Parti kongresine katılacak kadar yakınlaştı. Burada da benzer bir olay pekâlâ olabilir sanki.
Vahap Coşkun: Yani ben en azından orta vadede böyle bir dönüşüm olacağını düşünüyorum. Yani Türkiye’nin Suriye Kürtleriyle kurduğu ilişkinin Irak Kürtleriyle kurduğu bir ilişkiye benzeyeceğini, aynı o yönde evrileceğini düşünüyorum. Doğru olan da bu. Ama ne yazık ki Türkiye’de dediğim gibi bir ‘‘Kürt fobi’’ var. Yani “Kürt fobi” dediğinizde de kızıyorlar ama maalesef böyle. Yıllarca insanlar işte Irak’ta bir Kürdistan’ın kurulmasının Türkiye açısından ne büyük bir felaket senaryosu olduğuna inandırılmaya çalışıldılar. Orada bir Kürdistan kurulursa bunun Türkiye’nin güvenliğini berhava edeceğini söylediler ve asla kabul edilmeyeceği yönünde bir siyaset izlediler. Ama Özal’la birlikte bir değişim başladı. Önce de facto bir Kürdistan yapısı kuruldu. Sonra 2005’te hukuki de jure bir yapıya dönüştü vesaire. Aradan geçen 20 yıl içerisinde gördüğümüz tablo ne? Kürdistan Bölgesi Türkiye’nin hem siyasi hem iktisadi olarak en büyük müttefiklerinden bir tanesi. Hatta öyle ki bugün PKK’nin silah bırakma sürecinde en önemli aktörlerden bir tanesi de yine Kürdistan Bölgesel Yönetimi. Yani hem KDP hem KYB silah bırakma sürecinin başlatılması ve koordine edilmesinde Türkiye ile birlikte hareket ediyorlar ve birlikte çalışıyorlar. O nedenle orada Kürtlerin bir statü elde etmesi herhangi bir şekilde Türkiye için bir tehlike oluşturmadı. Aynısı Suriye için de geçerli. Suriye’de Kürtlerin bir statüsünün olması Türkiye için bir tehdit değil. Bu adem-i merkeziyetçi bir yapı olur, özerk bir yapı olur veya federatif bir yapı olur. Elbette bunu Suriye’nin kendi iç dinamikleri belirler. Ama hangi isim altında olursa olsun Kürtlerin orada bir yapısının, bir statüsünün olması, bu statünün anayasal bir güvenceye bağlanmasının Türkiye açısından bir tehdit teşkil etmesi söz konusu değil. Zaten fiili olarak, imkan olarak da böyle bir durum söz konusu değil. Dahası Suriye Kürtlerinin öyle bir siyasetleri de yok, öyle bir amaçları da yok. Bakın İlham Ahmed’le Mazlum Abdi’nin yapmış oldukları bütün açıklamalara, Türkiye ile ilişkileri daha da geliştirmek istediklerini sürekli olarak söylüyorlar. Hatta geçenlerde bir haber medyaya yansımıştı, Suriye İnsan Hakları Gözlemevi kaynaklı olarak; Şam ile anlaşma yolunun tamamıyla tıkanması durumunda SDG’nin Ankara ile anlaşmanın yollarını arayacağına dair bir ifade de vardı, bir haber de vardı. Dolayısıyla hani orada Kürtlerin Türkiye için bir tehlike teşkil etmesinin ne fiili olarak ne düşünsel olarak bir gerçeklik temeli yok. Türkiye’nin bunu görüp Kürtlerle bu şekilde ilişki kurması lazım. Yani Suriye’de sadece SDG yok, sadece PYD yok, sadece YPG yok. Farklı Kürt grupları var. Onların talepleri var. Hatta onların talepleri bazen SDG’den daha radikal taleplere de dönüşebiliyor. O nedenle Türkiye’nin Suriye’nin Kürtlerine bakıp bir plan önermesi lazım. Oradaki Kürtlerin nasıl bir hayat süreceklerine dair bir bakışının olması lazım. Bu Şam’a mutlak teslimiyet anlamında olacak bir bakış mı, yoksa Kürtlerin kendi bölgelerinde kendilerini yönetebilecekleri adem-i merkeziyetçi bir yapı mı? Buna dair bir bakışını geliştirmesi lazım.
Ruşen Çakır: Evet, Vahap, çok teşekkürler. O zaman başlığı da şöyle düşünmek daha isabetli olabilir: “Ankara Suriye’deki Kürt fobisinden kurtulabilir mi?” mesela.
Vahap Coşkun: Yani hepsinden kurtulmalı. Yani Irak’taki Kürt fobisinden kurtuldu, Suriye’deki Kürt fobisinden kurtulsun, Türkiye’deki Kürt fobisinden de kurtulsun. Yani bugüne kadar bu fobiler üzerinde inşa edilmiş olan siyasetlerin Türkiye’ye herhangi bir fayda sağlamadığı görüldü. Eğer gerçekten yeni bir Türkiye inşa edilecekse, o zaman bu Kürtlerin hem sınır içerisinde hem sınır dışında hak ve özgürlüklerini tanımakla, buna saygı göstermekle olur.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Vahap. Çok sağ ol. Evet, Doçent Vahap Coşkun’la Suriye’deki gerginliği ve Türkiye’nin Suriye politikasını, daha doğrusu Ankara’nın Suriye politikasında Şam’a kayıtsız şartsız destek verip Kürtleri bir anlamda karşısına almasını konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.