T.H. Marshall, modern yurttaşlığın bir ilerleme hikâyesi olduğunu söyler: önce medeni haklar gelir ve bireyi devlete karşı özerkleştirir. Ardından siyasal haklar gelir. O da bireyi yönetimin öznesi haline getirir.
Son olarak gelen sosyal haklar da yurttaşı yalnızca özgür değil, aynı zamanda güvenceli ve eşit kılar. Bu üçlü genişleme, kapitalizmin ürettiği eşitsizliklere rağmen modern toplumların ortak paydasını oluşturur, yani hak temelli eşitliği…
Bugün Türkiye, bu çizgide ileriye değil, geriye doğru gidiyor. Neoliberal sınıf kininin içinde zaten sosyal haklarımız elimizden alındı. Bu süreçte sosyal devletin yerini piyasalaştırılmış eğitimle yine piyasalaşmış sağlık ve sosyal hizmetler aldı. Yine aynı dönemde emeklilik, iş güvencesi ve sendikal haklar da birer birer budandı.
İktidarın otoriterleşmesiyle birlikte sıra medeni haklarımıza geldi. Medeni haklarımız —ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı, adil yargılanma hakkı, kişi güvenliği— sistematik ve tedrici biçimde elimizden alındı.
Geriye sadece siyasal haklarımız, yani sandıkla sınırlı bir temsil imkânı kaldı. Ve şimdi iktidar, Kürt sorununu yeniden araçsallaştırarak bu son alanı da boşaltmak, sandığı yurttaş için bir hak olmaktan çıkarıp iktidar için bir meşruiyet vitrinine, vatandaş içinse bir pazar aktivitesine dönüştürmek istiyor.
Bugüne kadar HDP’li belediyelere kayyum atayarak ortadan kaldırdığı bu temsil imkânını, şimdi ise DEM Parti’ye Öcalan’ı adeta kolektifin kayyumu olarak atayarak, onu Kürtler hakkında ve Kürtler adına konuşmaya yetkili tek kişi kılarak yapıyor ve vatandaşlık konseptini tekil temsille ikame ediyor.
Bugün barış diye pazarlanan sürecin de Türk’e de Kürt’e de dayattığı proje işte bu noktada berraklaşıyor: Hakları budanmış, sosyal devletle bağları koparılmış, korku ve sadakat sarmalına sıkıştırılmış bir toplumu, sandıkta da edilgen bir kitleye indirgemek. Yani seçimleri demokratik iradenin tecelli ettiği bir moment olmaktan çıkartıp yönetilenlerle yönetenler arasındaki ayrıcalık pazarlıklarının parçası haline getirmek.
Bu, Marshall’ın tarif ettiği hak genişlemesinin tüm alanlarından geriye düşüş; modern yurttaşlıktan imparatorluk tebaasına geri dönüş demek. İktidar, bunun için muazzam kullanışlı, maalesef muhaliflerin de tuzlukla koştuğu bir meşruiyet zemini de buldu üstelik: Dış politikada yaşanan gelişmelere karşı “devlet aklı”nın pozisyon alması…
“Devlet aklı” meselesi başlı başına çok önemli bir tartışma konusu ancak konudan sapmamak için bunu başka bir yazıya bırakıyorum. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim: Memleketin kerli felli, hepimize solculuk beratı dağıtan abileri bile iç politika ve dış politika arasındaki diyalektik ilişkiyi yok sayıyor.
Yani yönetici sınıfın kendi çıkarlarına uygun olarak takip ettiği, iç politika stratejisinin de bir izdüşümü olarak ABD’yle iktisadi ve siyasi ilişkilere girdiği ve bu doğrultuda muhalefeti tasfiye ettiği rejimi finanse edecek dış yardımlar, krediler gibi finansman arayışında olduğu gerçeği görmezden geliniyor.
Neyse, biz konumuza dönelim…
“İmparatorluk tebaasına dönüş” derken neyi kastediyorum? İktidarın aslında Türkiye’ye emperyalizm destekli bir “Osmanlı Barışı” pazarladığını…
Nitekim ABD Büyükelçisi’nin bu yöndeki açıklamaları her gün gazetelerde kendisine çarşaf çarşaf yer buluyor.
Bu tebaa tahayyülü, hakları değil aidiyeti merkeze alan, bireyi değil cemaatleri muhatap gören, eşitliği değil sadakati ödüllendiren bir siyasal tasavvurdan ibaret.
Yani bu barışın sıradan insanlara sunduğu şey, eşitlik iddiası taşımayan bir “sessizlik” hâli. Bunun anlamı, Maine’in ünlü ifadesi olan “ilerici toplumların hareketi, statüden sözleşmeye doğru olmuştur” tespitinin tam tersi bir istikamette olduğumuz.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Yani, Türkiye’yi sözleşmeden statüye, bizleri ise statü açısından eşit olan özgür bireyler olmaktan aidiyetimize göre toplumsal hiyerarşideki statümüzün belirlendiği, sınıfsal hareketliliğin hemen hemen hiç olmadığı bir noktaya götürme arayışı…
Oysa gerçek barış, Marshall’ın kavramsallaştırdığı anlamda tam üyeliğe dayalı yurttaşlıkla mümkündür. Hakları daraltıp, yurttaşlığı tebaaya indirgerken barış zor yoluyla ya da zor da olsa kurulabilir; ancak kurulsa bile sürdürülemez.
Dolayısıyla bugün Türkiye’nin önünde iki yol var: Ya tebaa düzeninin sadakat ilişkilerine hapsolmak, ya da cumhuriyetçi eşit yurttaşlığın ufkunu derinleştirmek.
İşte tam bu noktada Nancy Fraser’ın adalet teorisi, bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizi anlamak için güçlü bir çerçeve sunuyor. Fraser, toplumsal adaletsizliği iki eksende tarif eder: yeniden dağıtım ve tanınma.
Fraser’a göre, yalnızca tanınmaya dayalı politikalar —örneğin kadın kimliğini sembolik olarak yüceltmek— kısa vadede bazı kazanımlar sağlayabilir, ama patriyarkanın ekonomik köklerini değiştirmez. Tersinden, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri azaltmaya odaklanan yeniden dağıtım politikaları da toplumsal cinsiyetin kültürel kalıplarını yeniden üretir. İşte bu yüzden Fraser, “dönüştürücü çözümler”den söz ederi Yani hem ekonomik yapıyı hem de kültürel düzeni aynı anda dönüştüren stratejilerden… Böylece eşitsizlik yalnızca yönetilmez, köklü biçimde yeniden tanımlanır.
Kürt meselesine de bu gözle bakmak, meseleyi çok daha berrak hale getiriyor. Bugüne kadarki tek boyutlu yaklaşımlar, tam da Fraser’ın “onaylayıcı” dediği yüzeysel çözümlerin tuzağına düştü.
GAP gibi kalkınma projeleri, ekonomik altyapıyı geliştirdi ama Kürt yurttaşları hak sahibi özneler değil, devletin lütfuna muhtaç kitleler olarak onayladı. Açılım süreci, kültürel jestlerle görünürlük sağladı ama ekonomik eşitsizliklere dokunmadığı ve kurumsal garantiler yerine kişisel iradelere bağlı kaldığı için kırılgandı. Sonuçta iki çözüm de gerçek adalete ulaşmanın önündeki yapısal engelleri ortadan kaldırmadığı gibi, çoğu zaman onları yeniden üretti.
Fraser’ın “dönüştürücü adalet” dediği şey, bu kısır döngüyü kıracak bir siyaset önerir. Kürt meselesinde bu, yalnızca gelir dağılımını iyileştiren yatırımlar değil, sosyal devletin gerçek anlamda yeniden inşası demektir; yalnızca anadilde kültürel haklar değil, bu dilin kamusal hayatta eşit bir statüye sahip olması demektir; yalnızca yerel yönetimlere sembolik alanlar açmak değil, onların demokratik kapasitesini güçlendirmek demektir.
Böyle bir yaklaşım, Kürt yurttaşları “lütuf alan”, “onaylanan” değil, hak sahibi özneler olarak konumlandırır ve meseleyi bir kimlik krizinden çıkarıp eşit yurttaşlık temelinde bir demokratikleşme sürecine taşır.
Bugünkü “Osmanlı Barışı” söylemi ise tam tersi yönde işliyor. Barışı hak temelli bir eşitlik üzerinden değil, sadakat ilişkileri üzerinden kurguluyor. Kürt yurttaşları özneden tekrar tebaaya çeviriyor, sandığı demokratik iradenin aracı olmaktan çıkarıp iktidarın meşruiyet vitrini haline getiriyor. Bu yaklaşım, Fraser’ın tanımladığı “onaylayıcı” ama yüzeysel çözümlerin güncellenmiş bir versiyonudur. Başka bir ifadeyle, yapıyı dönüştürmeyen, hatta olduğundan da geriye götürüp sessizlik üreten ve eşitsizliği daha da kalıcı hale getiren bir siyaset.
İşte bu yüzden, Marshall’ın hak temelli ilerleme anlatısı ile Fraser’ın dönüştürücü adalet çerçevesi bir araya geldiğinde çok net bir tablo ortaya çıkıyor. Haklar daraldığında eşitlik kaybolur; eşitlik kaybolduğunda barış da sürdürülemez. Bugün ihtiyaç duyulan şey, naftalin kokan bir “Osmanlı barışı” değil, hak temelli, dönüştürücü bir eşit yurttaşlık ufkudur. Bu ufuk, yalnızca Kürt sorunuyla da ilgili değildir üstelik. Nitekim Türkiye’nin diğer sorunlarından azade, atomize bir Kürt sorunu da düşünülemez. Aksine tüm bunlarla birlikte, tüm bunlarla diyalektik bir ilişki içinde olan bir Kürt sorunu vardır.