Okurlarımızı, takipçilerimizi, izleyicilerimizi ve tüm destekçilerimizi görüşlerini Medyascope’ta dile getirmeye davet ediyoruz. Yazınız editoryal ilkelerimize uyar ve Yayın Kurulumuz tarafından da uygun görülürse, web sitemizde imzanızla yayınlanacaktır. Konuşan, tartışan, farklı fikirlerin dile getirildiği bir Türkiye istiyoruz. “Neden hâlâ ‘Hocam, bu sınavda çıkar mı’ diyoruz?” başlıklı yazıyı, okuyucumuz Mehmet Tolga Görgülü kaleme aldı.
Sabahın ilk dersi. Öğretmen tahtaya formülü yazıyor; sınıfta bir kıpırdanma, herkes hızlıca not alma peşinde. O anda sınıfta tek bir soru duyulur: “Hocam, bu sınavda çıkar mı?”
Eskiden sınıflarda sessizlik hâkimdi; öğretmen konuşur, öğrenci dinlerdi. Usta–çırak geleneğinde büyüyen nesiller için erdem çoğu zaman sorgulamak değil, itaat sayılırdı. Bugün görünürde bu tablo değişti; öğrenciler konuşuyor, fikir beyan ediyor.
Yine de bir paradoksla karşı karşıyayız. Sesler arttı belki ama düşünmenin ritmi değişmedi. Çünkü Türk eğitim sisteminin temelinde kökleşmiş o eski anlayış yerinde duruyor: “Sen doldurulacak bir kap gibisin; öğretmen bilgiyi aktaracak, sen de sınav günü aynı şekilde ona geri vereceksin.” Kurallar yumuşadı, araçlar çeşitlendi; ama zihniyet büyük ölçüde aynı kaldı.
Brezilyalı eğitimci Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi’nde bu yaklaşımı “bankacılık modeli” diye adlandırır. Bu modelde eğitim bir tasarruf yatırımı hâline gelir: Öğrenci depolanacak hesap, öğretmen yatırımı yapan kişi olarak konumlanır; öğrenme, bilginin zihne aktarılıp zamanı gelince geri çekilmesine indirgenir. Böyle bir sınıfta öğrenci pasif, öğretmen aktiftir; sorgulama, tartışma ve kendi fikrini oluşturma ikinci planda kalır. Öğrencinin deneyimi, merakı ve içten gelen soruları sıklıkla göz ardı edilir. [1]
Eğitimde bankacılık modeli
Sonuçta bu yapıda öğrenmek, konuları geçmek ve sınavlara bilgi depolamak anlamına gelir. Oysa eğitimin amacı, ezber değil; düşünmenin ritmini öğrencinin kendi eline verecek bir öğrenme kültürü kurmaktır.
Türkiye’de sınıfların önemli bir kısmında eğitim hâlâ bankacılık modelinin mantığıyla yürüyor: Bilgi aktarılıyor, depo ediliyor, sonra geri çağrılıyor. Tartışma değil, tekrar ödüllendiriliyor. Öğrencinin merakı lüks, deneyimi konu dışı sayılıyor. Başarı, düşünmekten çok hatırlamaya bağlanıyor. Bu yüzden de okul bitiyor, düşünme alışkanlığı yerinde sayıyor.
Bu yaklaşımın etkisi özellikle sorgulama ve inisiyatif alma davranışlarında görülüyor. Üniversiteye yeni başlayan birçok öğrenci ilk derste “Hocam, neye göre değerlendirileceğiz?” diye soruyor; bu refleks, öğrenmenin tek doğruya indirgenmesine dayalı kültürel kodların sürekliliğine işaret ediyor. Diğer bir deyişle, Freire’nin işaret ettiği gibi, öğrenci özne olmaktan çıkıp depolama nesnesine dönüşüyor; deneyimi ve merakı görünmez kılınıyor. Peki, o hâlde merakı görünür kılan, öğrenciyi yeniden özne yapan sınıfı nasıl kuracağız?
Freire’nin önerdiği sorun-ortaya koyan eğitim (problem-posing education) modelinde, öğretmen ve öğrenci karşıt kutuplar değil; birlikte öğrenen, birlikte araştıran özneler olarak konumlanır. Öğrenci kendi deneyimlerinden hareketle dünyayı anlamaya çalışır; bilgi, hazır bir paket olarak verilmez, diyalog içinde üretilir. [1]
Köy Enstitüleri öğrenmek üzerine kuruluydu
Bu yaklaşımın Türkiye’nin eğitim tarihindeki karşılığı Köy Enstitüleri’dir. 1940’larda kurulan bu kurumlar, dersleri teori–pratik bütünlüğü içinde tasarladı; “iş içinde eğitim” ilkesiyle üretirken öğrenmeyi hedefledi. [2] Örneğin geometri dersi alan bir öğrenci, okulun duvarı veya kapısı üzerinde çalışırken öğrendiklerini yerinde uygular; böylece hem akademik içeriği özümser hem de okulun inşasında, tarımda ve el sanatlarında üreterek öğrenirdi. [3]
Bunun yanı sıra, enstitülerde öğrencilerin demokratik bir bakış açısı kazanması için yürütülen çalışmalar da kıymetliydi. Modern Türkiye’nin sorumlu yurttaşlarını yetiştirme amacıyla okul yönetimi her cumartesi eleştiri toplantıları düzenlerdi; bu toplantılarda herkes söz alır, kendini ve arkadaşlarını özgürce değerlendirebilirdi. Amaç, öğrencinin inisiyatif alma yetisini geliştirmek ve açık eleştiri kültürünü kurumsallaştırmaktı. [4]
Enstitülerin bu uygulamaları, Türkiye’de Hasan Âli Yücel’in demokratik eğitim anlayışıyla İsmail Hakkı Tonguç’un pedagojik tasarımının kesiştiği hattı gösterir. Yücel’in öğrenciyi sorgulayan ve düşünen bir özne olarak görmesi, onun demokrasi anlayışının doğal sonucudur. Nitekim sıkça aktarılan şu cümlesi bu zemini özetler:
“Demokrasinin dünya görüşü bir mantığa dayanır. Demokrasi mantığının ana prensibi şudur: Her fikirde hata ve sevap ihtimali vardır.” [5]
Eğitimde çok değişiklik yapıldı
Son yıllarda eğitimde pek çok değişiklik yapıldı; ancak bunların büyük kısmı müfredatla sınırlı kaldı. Çünkü mesele, esasen zihniyet meselesi. Sınıflarda birçok öğretmen kendini “bilgi aktarıcısı” olarak konumlandırırken veliler de başarıyı dersi iyi dinlemekle ya da sınav sonuçlarıyla ölçüyor. Oysa çocukların gereksinimi bilgiyi depolamak değil, bilgiyle düşünmektir: Soru sormak, gerekçe kurmak, empati geliştirmek, yaratıcı çözümler üretmek. Tam da bu yüzden teorik bilgiyi ezberlemek uzun vadede bizi çözüme götürmez.
Köy Enstitüleri’nin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un öğretmenlere verdiği yalın ama öğretici tavsiye şöyledir: “Öğrencilerle birlikte sınıfı temizleyip düzenleyecek, sonra derse başlayacaksın.” Bu yaklaşım, öğretmeni kürsüdeki “bilgi aktarıcısı” olmaktan çıkarıp öğrencileriyle birlikte çalışan, öğrenen ve yaşayan bir özne olarak konumlar.
Kaldı ki fiziksel mekânı birlikte inşa etmek, fikrî mekânı da ortaklaşa kurmayı gerektirir. Böylece otoriteden değil, ortak sorgulamadan güç alan bir sınıf ortaya çıkar. Bu noktada John Dewey’in düşünme–şüphe ilişkisine dair vurgusu yol göstericidir: Düşünmenin özü, şüphe hâlini sürdürmek ve sistemli soruşturmayı devam ettirmektir. [6]
Zihniyet değişmeli
Elbette bu değişimin kolay gerçekleşeceğini söyleyemeyiz. Bu süreçte, öğretmen yetiştirmeden okul kültürüne, yönetim pratiklerinden eğitim politikasına kadar uzanan her bir halkayı yeniden tasarlamak gerekir. Bu yolun ilk ve en kritik adımı ise zihniyetin değişmesidir.
Peki böyle bir değişim mümkün mü? Farklı ülke deneyimleri, eleştirel düşünme–yaratıcılık–iş birliği–iletişimi merkeze alan yaklaşımların gençlere yalnızca akademik bilgi kazandırmakla kalmadığını; aynı zamanda demokratik yurttaşlık açısından da yetkinleştirdiğini gösteriyor. Bu bağlamda PISA 2022 sonuçlarına dair Millî Eğitim Bakanlığı’nın resmî raporu ve bağımsız değerlendirmeler, ölçme–değerlendirme tartışmalarıyla birlikte ele alınabilir. [7]
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde lise düzeyinde, kimi yerlerde ise ortaokulda dahi felsefe ve etik dersleri müfredatta yer alıyor. [8] Bu derslerin açık hedefi, eleştirel düşünmeyi geliştirmek ve öğrencileri yurttaşlık sorumluluklarına hazırlamaktır. Buna ek olarak, pek çok okulda münazara kulüpleri ve ders içi tartışma protokolleri sayesinde argüman kurma ve savunma düzenli bir pratiğe dönüşmüş durumda. Japonya’da ise “dōtoku” (ahlak) dersi ilkokuldan itibaren zorunludur; çocuklar “kendilik”, “başkalarıyla ilişkiler”, “doğa ve yüce olan”, “gruplar ve toplum” eksenlerinde ahlakî düşünme ve değer muhakemesi becerilerini sistemli biçimde geliştirir. [9]
Eğitim zihniyeti ile ötekileştirici yönelimler arasındaki bağ
Okullarda münazara kulüplerinin yaygınlaşması, sınıflarda argümantasyon temelli tartışmaların ve diyalojik öğretim uygulamalarının düzenli hâle gelmesi; öğrencilerin akıl yürütme, kendini ifade etme ve savlarını savunma becerilerini gözle görülür biçimde geliştirmektedir. Son yıllarda Türkiye’de yapılan araştırmalar da bu etkiyi destekleyen bulguların her geçen gün arttığını göstermektedir. [10]
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün; ancak asıl mesele, Türkiye’de uzun süredir güçlenen ötekileştirme dilinin ardındaki zihniyeti görmektir. Günümüz Türkiye’sinde, çatışmaların açık ve kurallı tartışmalarla değil; dolaylı ve dışlayıcı kanallarla çözülmesine yatkın bir kültürün hâkim olduğu söylenebilir. Eğitimde yıllarca egemen olan bankacılık modeli de bu eğilimi besliyor; sınıflarda muhakeme ve diyalog zayıfladığında kamusal dil kolayca damgalayıcı bir tona kayıyor. Bu bağlamda, yukarıda tartıştığımız eğitim zihniyeti ile ötekileştirici yönelimler arasındaki bağ daha görünür hâle geliyor. Uluslararası deneyimler de gösteriyor ki felsefe ve eleştirel sorgulama becerilerini erken yaşta edinen çocuklar hem akademik olarak güçleniyor hem de demokratik yurttaşlık açısından daha yetkin bireylere dönüşüyorlar.
Kısacası, Hasan Âli Yücel’in “Hürriyet fikri ilimden doğar; cehaletten ancak esaret çıkar” sözü bugün her zamankinden daha anlamlı. Çocuklarımız kumbara değil; her biri eşsiz birer insan. Onları bilgiyle doldurmak yerine, dünyadaki örneklerde olduğu gibi erken yaşlardan itibaren “Acaba?” deme cesaretini desteklemeli; eleştirel düşünme, muhakeme ve empatiyi sistemli biçimde geliştirmeliyiz. Ancak o zaman eğitim gerçekten özgürleştirici bir güce dönüşür ve yarının Türkiye’si için birleştirici bir adım atılmış olur. [5]
Kaynaklar
[1] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi — Türkçe edisyon (Ayrıntı Yayınları).
[2] 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu — TBMM arşivi (17 Nisan 1940).
[3] Köy Enstitülerinde teori–pratik birlikteliği ve matematik/geometri uygulamalarını inceleyen akademik çalışmalar (Dergipark/üniversite dergileri).
[4] Köy Enstitülerinde Cumartesi eleştiri toplantıları üzerine akademik bildiriler ve tarihsel incelemeler (Tonguç Vakfı ve akademik yayınlar).
[5] Hasan Âli Yücel alıntısı — Türkçe derleme/akademik yazılar ve dergi arşivleri.
[6] John Dewey, Nasıl Düşünürüz? — Türkçe edisyon tanıtımları; düşünmede şüphe ve sistemli soruşturma vurgusu.
[7] PISA 2022 Türkiye Raporu — MEB; bağımsız değerlendirmeler (ERG/TEDMEM).
[8] Fransa’da felsefe dersi ve Bakalorya’daki yeri — MEB Paris Eğitim Müşavirliği dâhil Türkçe kaynaklar.
[9] Japonya’da dōtoku (ahlak/değerler) — Türkçe akademik derlemeler (Dergipark) ve karşılaştırmalı eğitim yazıları.
[10] Türkiye’de münazara/argümantasyonun öğrenme çıktıları üzerindeki etkisine dair Türkçe akademik makaleler (Dergipark).
Mehmet Tolga Görgülü – Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Eğitim alanında uzman olup örgütsel gelişim ve kurumsal eğitim konularında deneyim sahibidir. Kurumsal Yönetişim Üzerine Düşünceler, İçten Dışa Satış ve VAB Yöntemiyle Spektral Liderlik kitaplarının yazarıdır. 2023 yılında İçimizdeki Deliler öykü kitabı ile edebiyat dünyasına adım atmıştır. Eğitimci, danışman ve yazar olarak akademik ve entelektüel çevrelerde faaliyet göstermektedir.