Transatlantik’in bu bölümünde Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar, Suriye’yi Doğu Akdeniz’de değişen dengeleri ve Türkiye’nin Amerika ile ilişkilerini Suriye’de gerginlik sürüyor | Doğu Akdeniz’de değişen dengeler | Türk-Amerikan ilişkileri başlıklı videoda değerlendirdi.
Suriye’de binlerce kişinin öldüğü azınlık katliamları sonrası ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’tan politika değişikliği sinyali geldi. Trump yönetiminin Suriye temsilcisi, daha önce desteklediği Ahmed eş-Şara’nın merkezi devlet vizyonuna karşı “herkesin kültürünü ve dilini koruduğu bir yapı” önerisi getirdi.
Washington Post’un haberine göre, Suriye’de azınlıklara yönelik şiddetin tırmanması, yeni yönetimin en önemli uluslararası destekçilerinden biri olan ABD’nin pozisyonunda önemli bir değişikliğe yol açtı.
Daha önce Ahmed eş-Şara’nın ülkeyi birleştirme çabalarına güçlü destek veren Trump yönetiminin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Süveyda’daki olayların ardından Suriye’nin “yüksek derecede merkezi bir devlete alternatifler düşünmesi gerekebileceğini” söyledi.
Geçen ay bir grup gazeteciye konuşan Barrack, “Bir federasyon değil ama onun biraz altında, herkesin kendi bütünlüğünü, kendi kültürünü, kendi dilini korumasına izin veren ve İslamcılık tehdidi olmayan bir yapı” dedi.
Bu açıklama, Şara’nın Şam merkezli güçlü bir devlet kurma vizyonuna yönelik şimdiye kadarki en ciddi uluslararası çekince olarak yorumlandı. Barrack, “Sanırım herkes daha makul bir yol bulmamız gerektiğini söylüyor” diye konuştu.
Şara ise devlet medyası tarafından yayımlanan konuşmasında Suriye’nin bölünmesi olasılığını reddetti, “Bazı insanlar arasında Suriye’yi bölmek ve içeride yerel kantonlar oluşturmak için istekler var, ancak mantıken, siyasi olarak ve akla uygun olarak bu imkansız” dedi.
SDG ayrı bir kırılma noktası
Yaşananlar Rojava ve Suriye’nin doğusunda geniş bir alanı kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile hükümet arasındaki gerilimi de tırmandırıyor. SDG ile Suriye hükümeti arasında mart ayında “tüm sivil ve askeri kurumların Suriye devletine entegrasyonu”nu öngören anlaşma imzalanmıştı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. Epey bir aradan sonra ‘Transatlantik’le’ tam kadro karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile dünyayı ve Türkiye’yi konuşacağız. Hoş geldiniz arkadaşlar.
Gönül Tol-Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Gönül, arada Ömer’le yayın yaptık ama seninle konuşmayalı epey bir zaman oldu. Onun için önce seninle ve önce Suriye ile başlayalım. Çünkü Suriye’de ilginç bir şekilde sorunlar devam ediyor. Kürtler bir yandan, Dürziler bir yandan ve en son Alevilerin de kendi yapılarını kuracakları söylendi. Ama öte yandan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bir süredir sistemli bir şekilde özellikle Kürtleri hedef alarak “Ayağınızı denk alın” mesajları veriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da dün “Yönünü Şam’a ve Ankara’ya çevirmeyenler kaybeder” anlamında bir şeyler söyledi. Sonuçta istenen, oradaki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kendini feshedip Suriye ordusuna bireysel olarak katılmaları gibi bir şey şu anda dayatılmak isteniyor. Ama SDG’nin buna razı olmadığı anlaşılıyor. Bu arada, ABD’nin Suriye Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack da ilk defa federasyonun biraz altında bir formülü söyledi. Bunu Kürtler genellikle adem-i merkeziyetçilik diye adlandırıyorlar. Sanki Washington da oraya doğru meylediyor gibi bir durum var. Ne diyorsun, bu denklem nasıl çözülecek?
Gönül Tol: Türkiye açısından çok zor. Aslında Esad’ın devrilmesi, eğer Esad’ın yerine istikrarlı, sınırlarını kontrol edebilen yeni ve kapsayıcı bir hükümet kurulabilmiş olsaydı, Türkiye’ye, özellikle Erdoğan’a hem iç siyasette hem dış politikada pek çok fırsat penceresi aralayacaktı. İç siyasette Öcalan’la başlatılmış bir süreç var. Eğer Suriye’de bu SDG ve Şam arasındaki müzakereler Ankara’nın istediği yönde ilerlemezse, bir anlaşmaya varılmazsa, bu, Öcalan’la yürütülen süreci tehlikeye sokacak bir durum. Dolayısıyla Suriye’deki gelişmelerin iç siyaset açısından en önemli etkisi bu.
İkinci etkisi, Erdoğan, Suriye’de Esad’ın devrilmesinin ardından hep “İstikrarlı bir Suriye kurulacak ve Türkiye içerisindeki Suriyelileri yeniden ülkelerine göndereceğiz” diyordu. Fakat bu da mümkün olmuyor. Dış politika konusunda da Esad sonrası Suriye, Erdoğan’a dış politika konusunda da fırsatlar sunma potansiyeli vardı. Bunun en önemlisi Amerika ile YPG nedeniyle gerilen ilişkiler. Amerika çekilecekti, YPG ile ilişki sona erecekti ve bu Türk-Amerikan ilişkilerinde yepyeni bir sayfa açacaktı. Ayrıca Şam’ın, yeni yönetimin Ankara ile kurduğu ilişki nedeniyle Türkiye hem bölge ülkeleri nezdinde hem Avrupa ülkeleri nezdinde diplomatik olarak diplomatik gücünü artıracaktı, eli güçlenecekti. Ankara bütün bunları bekliyordu, ümit ediyordu diyelim. Fakat bu beklenenler olmadı. Çünkü Suriye içerisinde beklenildiği gibi istikrarlı, sınırları kontrol edebilen, kapsayıcı bir yapı kurulamadı. Bugün Aleviler, Dürziler, Kürtler, bütün dini ve etnik azınlık gruplar özerklik talep ediyor. Şiddet sarmalı bir türlü sona ermiyor. Daha bugün İsrail Şam’ın 20 km. güneyine bir saldırı düzenledi, altı kişinin öldürüldüğü söyleniyor. Suriye istikrarsızlık üretmeye devam ediyor, istikrarsızlık ürettiği sürece, bu, Türkiye ve Erdoğan açısından ciddi problem anlamına geliyor.
Esad devrilmeden önceki Suriye’nin son yıllarından bahsedelim. Protestolar, rejim karşıtı gösteriler başladıktan hemen sonra değil ama 2022, 2023, 2024 yıllarına baktığımızda, aslında Türkiye için temel problem Suriyeli Kürtler, YPG idi. Fakat onu da askeri bir operasyonla hallediyordu Rusya ile bir iyi kötü bir ortak paydada buluşabilmişti. Askeri olarak çok zayıf bir rejim vardı. Erdoğan Putin’le el sıkıştığı ve Suriye içerisinde askeri operasyon düzenleyebildiği sürece, oradaki sorunları bir miktar stabilize edebiliyordu. Fakat bugün, Türkiye için çok kapılar açması beklenen Esad sonrası Suriye, aslında Esad döneminin son yıllarındaki Suriye’den çok daha büyük ve aşılması zor problemler üretiyor Türkiye açısından. O problemlerden en önemlisi SDG ve İsrail meselesi. Önceden Türkiye’nin Suriye içerisinde karşı karşıya bulunduğu güç, zayıf bir Esad rejimiydi. Şimdi, İsrail gibi askeri olarak çok kuvvetli ve Amerika’nın desteğini arkasına almış bir güç söz konusu. İsrail Suriye içerisindeki saldırılarını bitirecek gibi görünmüyor.
Diğer taraftan, bir başka baş ağrısı, Suriyeli Kürtlerin özerklik talepleri, özellikle Süveyda’da yaşanan çatışmalardan sonra daha alevlenmiş durumda. Şam’la varılan 10 Mart anlaşmasından sonra beklentiler artmıştı. Şam ve Suriyeli Kürtler arasında bir anlaşma söz konusu olacaktı. Bu güçler Suriye ulusal kurumlarına entegre olacaktı. Bu, Türkiye açısından büyük ölçüde sorunu çözecekti ve Öcalan’la girilen süreci de nihayete erdirme konusunda önemli bir adım olacaktı. Ama ne oldu? Süveyda’da olanlar hem Şam’ın hem SDG’nin pozisyonlarını kendileri açısından güçlendirdi. SDG, Süveyda’ya bakıp “Biz entegre olamayız, silahlarımızı bırakamayız. Çünkü Şam’daki yönetim, güvenliği sağlama kapasitesi olan bir yönetim değil’’ diyor. Özerklik talep ediyor ve buna Dürziler ve Aleviler de eklenmiş durumda. Hiç kimse bu azınlıklar arasında Şam yönetimine güvenmiyor. Türkiye ve belki de Suriye açısından daha kötü haber, bu azınlıkların, özellikle Dürzilerin arkasında İsrail desteği var. İsrail, Suriye içerisinde yaptığı askeri müdahaleleri Dürzileri korumak adına yapıyor. Kürtlerle bu kadar direkt bir ilişki olmamakla birlikte, Kürtler de muhtemelen İsrail’e bakıp, eğer Türkiye olası bir müdahalede bulunursa ya da Şam bir askeri müdahalede bulunursa, belki İsrail’in yardımına geleceğini, İsrail’e güvenebileceğini düşünüyor. Bütün bunlar, Kürtlerin Şam’la müzakerelerde kendi pozisyonlarından taviz vermemelerine sebep oluyor. Şam açısından da durum şöyle: Şam Süveyda’ya bakıp şunu görüyor: ‘’Süveyda’da olanlar gösteriyor ki, azınlıklara otonomi verdiğin takdirde bu dış müdahaleyi davet ediyor, İsrail Dürziler üzerinden Dürzileri kullanarak Suriye’ye müdahale etti, bunu görmek istemiyorum’’ diyor. O yüzden bütünüyle federalizme kapıyı kapatmış bir Şam var. Erdoğan’ın Suriye planları iki tane çok uzlaşmaz tutum arasında sıkışmış durumda.
Türkiye bu cendereden nasıl çıkabilir? İsrail, Esad’ın devrilmesinden sonra çok ciddi bir alan da işgal etti. Ya Amerika bir şekilde İsrail üzerindeki gücünü kullanarak İsrail’in Suriye’deki etki alanını sınırlayacak. Ya da Şam ve Kürtler bir şekilde bir uzlaşıya varacaklar. Bugünkü Suriye’yi, Türkiye’nin işine yarayacak her iki senaryodan da uzak görüyorum. Alternatif olarak ne öneriyor? Hakan Fidan’ın söylemlerine baktığımızda hem Şam hem Türkiye bir askeri müdahale olasılığından bahsediyor. Türkiye, “Eğer SDG bir uzlaşıya varmazsa, askeri müdahale opsiyonu masada” diyor. Şam da buna katılıyor. Bugün bir Arap kaynak “Şam’daki yetkililer bir askeri operasyon hazırlığında olduklarını söylüyor’’ dedi. Amerika’dan yeşil ışık alındığı takdirde, Ekim ayında Rakka ve Deyrizor gibi SDG’nin kontrolündeki fakat Arap çoğunluğunun olduğu yerlere bir askeri operasyon yapılacağından bahsediliyor.
Peki bu askeri operasyon Türkiye’nin sorunlarını çözer mi? Ben buna dair bir şüphe duyuyorum. Çünkü bu askeri operasyon eş-Şara açısından çok tehlikeli. Şara, uluslararası izolasyonunu kırmış durumda. Suriye içerisine uluslararası yatırımlar girmeye başladı. Bölgesel bir aktör olarak hem bölgede hem Batı’da görülmeye başladığı bir dönemde, Kürtler gibi en büyük azınlığa bu şekilde bir askeri müdahale Şara açısından çok riskli. Bence bu Türkiye açısından da çok riskli. Erdoğan açısından en önemli risk, Öcalan’la başlatılan süreci sekteye uğratma riski. Ama Türkiye açısından diplomatik risk de barındırıyor bu arada. Türkiye’nin bulduğu ya da masaya koyduğu bu askeri çözüm, bu baş ağrısını sona erdirecek bir çözüm değil.
Amerika bunun neresinde? Evet, Tom Barrack aslında bence çok da hatalı olarak, Ahmet eş-Şara’nın çok fazla yanında durdu. Bu taktiksel bir hataydı bence. Çünkü her şeyden Washington eş-Şara’ya önce bir açık çek vermiş oldu. Hemen yaptırımlar kaldırıldı, bütün söyleminde, toplantılarda beden diliyle, bütünüyle Washington’ın arkasında olduğunu hissetti. Bu riskliydi çünkü eş-Şara’nın problemli bir geçmişi var. Her ne kadar ‘’kapsayıcı bir hükümet kuracağım, azınlıkları da içime alacağım, onlara da temsil hakkı vereceğim’’ türünden doğru şeyler söylemiş olsa da, aslında o yaptırımların bütünüyle kaldırılmaması gerekiyordu ya da aşamalı olarak, şartlara bağlı olarak kaldırılması gerekiyordu. Çünkü bu, Şara’nın üzerinde önemli bir koz anlamına geliyordu. Fakat Tom Barrack da Trump da bütünüyle Şara’nın arkasında durdu. Bugün gelinen noktada bu işte bu çetrefilli durumu görüyoruz. Tom Barrack, önceki sözlerinden geri adım attı. Daha önce, ‘’bütünüyle federalizm mümkün değil, hiçbir yerde işe yaramadı’’ diyordu. Fakat bugün geldiği noktada “Belki federalizm değil ama kültürel hakların tanındığı bir Suriye olabilir, herkesin daha makul olması gerekiyor” diyor. Bütünüyle Şara’nın yanında durduğu pozisyondan aslında bir ara pozisyona ilerledi Tom Barrack. Kürtler ve Şam arasında ortada bir yerde durmaya çalışıyor. Bu ne demek? Şara’ya sorarsanız, “Zaten Suriye yasaları bir parça özerklik veriyor, adem-i merkeziyetçiliğe platform sunuyor” diyor. Neden bahsediyor? Esad 2011 yılında protestolar ve ayaklanmalar başladıktan kısa bir süre sonra, özellikle Kürtleri bütünüyle kaybetmemek için ,107 no’lu kanun hükmünde bir kararname geçirmişti. Buna göre bir parça yerel yönetimleri güçlendiriyordu. Fakat Kürtler ve diğer azınlıklar bunu çok kozmetik bir şey olarak görüyor. Belki kâğıt üzerinde kendi lokal işlerini idare etmek için bir parça özerklik sahibi, fakat merkezden görevlendirilen valiler var ve aslında merkezi hükümetin bütünüyle kontrol ettiği bir sistem olarak görüyorlar. Şara’nın bu 107 no’lu yasaya referans vermesi, aslında o uzlaşmaz tavrından çok fazla uzaklaşmış durumda olmadığını gösteriyor. O yüzden de aslında çok çetrefilli bir durumun içindeyiz ve bence Amerika da tam ne yapacağını bilmiyor.
Ruşen Çakır: Ömer sen ne dersin, Suriye için bir umut var mı? Gönül, Erdoğan’ın çizgisinin başarılı olma şansının çok yüksek olmadığını anlattı. İsrail hâlâ ortada. İçeride çok ciddi sorunlar var ve bir de tabii ülkeyi yöneten kişilerin yönetme becerisi yok herhalde, değil mi?
Ömer Taşpınar: Kısır bir döngü içindeyiz sanki Ruşen. Çünkü Suriye’nin güçlenmesi için Suriye’de bir siyasi askeri istikrar oluşması, bir devlet yapılanması olması, şiddet tekelinin oluşması, ülkenin ekonomik olarak yatırımlar çekmesi ve kurumlaşması gerekiyor. Kurumlaşmadıkça, bir devlet oluşmadıkça, bu bahsettiğimiz etnik, mezhepsel dinamikler daha da ön plana çıkıyor. Onlar ön plana çıktıkça devletin güçlenmesi zorlaşıyor, çünkü güçlü bir devlet yok ortada. Dolayısıyla böyle bir sarmal içindeyiz. Suriye’de de adem-i merkeziyetçilikten uzak, merkezi hükümeti güçlü bir devletin çıkması için kurumlaşmanın olması gerekiyor. O kurumlaşma kolay değil. Türkiye kuzeyde askeri olarak bulunuyor. İsrail güneyde askeri olarak bulunuyor. Kürtler zaten adı konulmamış bir federatif yapı içinde kendi ordularıyla, Amerika’dan da aldıkları destekle, ülkede belirli bir yerdeler. Ülkenin kendi ordusuna, kurumlarına, bürokrasisine baktığımızda, güçlü bir devletle karşı karşıya değiliz. Normal şartlarda, Gönül’ün anlattığı gibi Beşar Esad dönemine oranla bölünme ihtimali daha yüksek bir Suriye ile karşı karşıyayız. Beşar Esad döneminde bölünme söz konusu değil gibiydi. En azından, İsrail Suriye’yi vururken, İran’la çarpışmamaya biraz daha dikkat ediyordu. Hizbullah üzerinden çıkabilecek bir savaştan korkuyordu. Ama son iki yılda gördüğümüz dinamiklerle, artık Hizbullah, İran çıktıktan sonra zaten Suriye’de rejim çöktü ve İsrail’in eli güçlendi. Türkiye’nin elinin de güçlendiğini söyledik. Ama şu anda Türkiye ve İsrail’in tam olarak anlaşamadıkları, zıt planlarının ve statejik vizyonlarının olduğu bir Suriye ile karşı karşıyayız. İsrail bölünmüş bir Suriye istiyor. Türkiye, neredeyse üniter devlet aşamasında bir Suriye istiyor. Yani kendisi ne kadar üniterse, Suriye’nin de o kadar üniter olmasını istiyor. Bu gerçekçi değil, böyle bir üniter devlet yapısı çok zor Suriye’de. Ama bölünme riski de ortada. ‘’Kürtler ‘ademi merkeziyetçilik’ derler, bu, yarın bölünmeye doğru gider’’ korkusu tahmin ediyorum Türkiye’de olduğu kadar Şam yönetiminde de mevcut bir korku.
Gönül’ün bıraktığı yerden devam edeyim. Amerika’nın politikası ne? Amerika ne istiyor burada? Çünkü diğer büyük güç Rusya, kendi projelerini Suriye’de işlevselleştirecek, operasyonel hale getirecek bir askeri konumda değil artık. Rusya’nın herhangi bir gücü kalmamış gibi gözüküyor Suriye üzerinde. Amerika’nın vizyonu stratejisi hala bir askeri gücü var ve bunu tartışmak gerekiyor. Ben Washington’dan baktığımda, ‘’Amerika’nın Suriye politikası nedir?’’ diye sorduğumuzda, bir kaosla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Tom Barrack üzerinden Amerika’nın Suriye politikasını okumaya çalışıyoruz, ama Tom Barrack’ın da zor bir durumu var. Tom Barrack sadece Suriye’ye ilgilenen bir temsilci olsa, belki şu anda adem-i merkeziyetçiliğe daha yakın olabilirdi. “Gerçeklere bakalım. Suriye’de zayıf bir devlet var. Güçlü bir Kürt hareketi var. Burada ademi merkeziyetçilik dışında bir alternatif göremiyorum” derdi. Onu da söylemeye çalışıyor. Ama Tom Barrack’ın bir ikinci şapkası var. O da, Ankara Büyükelçisi olmak. Türkiye ile ilişkileri de yönetmek zorunda. Yani sadece Türkiye yönetmek zorunda değil. Barrack sadece Suriye Temsilcisi olsaydı da Türkiye önemli olacaktı, ama Ankara’da görev yapan Amerika’nın Ankara Büyükelçisi olarak, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini de sürekli kaale almak zorunda ve Türkiye’de çok üst bir çizgi çiziyor. Üniter bir devlet olacak, tek devlet, tek ordu olacak. Dolayısıyla federasyona hiç kapı açmayan bir Türkiye var. O yüzden de Tom Barrack sürekli gidip geliyor. Bir öyle konuşuyor, bir böyle konuşuyor. Biz Tom Barrack üzerinden bir Suriye analizi yapmaya çalışıyoruz, ‘’bugün böyle dedi ama ondan önce şöyle demişti, yarın ne diyecek?’’
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Peki Trump’ın, Washington’ın politikası ne? Trump’ın ve Washington’ın politikasına baktığımızda, Beyaz Saray’daki yapıya baktığımızda Ulusal Güvenlik Danışmanı yok şu anda. Dış politikada Ulusal güvenlik Danışmanının olmadığı ve Beyaz Saray’da koordinasyonun yapılamadığı bir ortamda yaşıyoruz. Buraya gelen Türk yetkililer de bunu açık açık görüyorlar. ‘’Kiminle konuşalım, kim politikayı belirliyor dendiğinde bir soru işareti var. Savunma Bakanlığı mı? Dışişleri Bakanlığı mı? Beyaz Saray mı? Tom Barrack mı? Trump mı? Trump’ın ne dediği ortada. Trump bir şekilde Ahmet eş-Şara’ya yeşil ışık yaktı, onun güçlenmesini istiyor. Ona kalsa, bir şekilde yatırım alsın, ülke büyüsün istiyor ama Türkiye’nin sınırları da ortada. Dolayısıyla böyle tam belirsiz bir Amerikan dış politikasıyla karşı karşıyayız Suriye konusunda.
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şu: Türkiye’nin ne istediği çok önemli, Türkiye gerçekçi olmak zorunda. Türkiye eğer Irak’ta bir federasyonu kabul ettiyse Suriye’de neden kabul etmesin? Bu soruyu sormak zorundayız artık. Irak’taki devlet de çok güçlü bir devlet değil ve Irak’ta bir Kürt Federasyonu’na gidildi. Cevabı aslında biliyoruz. Irak’taki Kürt federasyonu Talabani ve Barzani’nin kurduğu bir Federasyon. Suriye’deki Kürt federasyonu Türkiye’nin PKK olarak gördüğü bir örgütün kuracağı bir federasyon olacak. Türkiye bunu kabul edemiyor. Ama Türkiye akıllıca bir şekilde içeride bir barış sürecine gidiyor, PKK meselesini hallediyor, Abdullah Öcalan’ı bir siyasi aktör haline getiriyor. Peki Abdullah Öcalan’ı bir siyasi aktör haline getiren bir Türkiye, neden Mazlum Abdi’yi bir siyasi aktör haline getirmiyor? Neden Mazlum Abdi ile kendisi oturup konuşmuyor? Madem böyle bir barış süreci var, madem Öcalan ile konuşuluyor, Türkiye, neden Talabani ve Barzani ile yaptığı gibi, SDG ile değil, PYD’nin kendisiyle direkt oturmuyor masaya? Güçlü olarak da oturabilir, Amerika’yı da arkasına alarak oturabilir. Amerika da Türkiye’nin bu açılımına destek verir. Bundan zararlı çıkacak İsrail olur. Çünkü İsrail Türkiye’nin şu anda diyalog kurmadığı PYD ile belki kendisi diyalog kurabilir. Şu anda İsrail PYD’ye bir askeri destek vermiyor, ama yarın Türkiye PYD’yi bu kadar dışlarsa, bunlara terörist muamelesi yapmaya devam ederse, Kürtlerin İsrail ile ilişkileri o zaman kaçınılmaz olarak güçlenecek. Zaten Türkiye bundan hep korkuyor ve böyle bir senaryo, böyle bir kâbus içinde hareket ediyor. Ama Türkiye’nin yapması gereken, bu kâbus gerçekleşmeden bunun önünü almak. Kendisinin oturup Mazlum Abdi ile konuşması gerekiyor. Kendisinin oturup bir siyasi muhatap yaratması gerekiyor. Gerekirse, kendisi masaya geldiğinde belki de Suriye’de federasyonun o kadar da korkulacak bir şey olmadığın görebilir. Belki de federasyon dışında gerçekçi bir çözüm yok. Oradaki oluşacak Kürt federasyonunu ekonomik, siyasi, diplomatik olarak kendine bağlayan bir Türkiye, bugün nasıl ki Kerkük’ü ve Erbil’i kendisine bağlamışsa, nasıl ki Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması Türkiye’siz yaşayamazsa, belki Suriye’deki Kürt yapılanması da Türkiye’siz, Türkiye’nin ekonomik, stratejik, diplomatik desteği olmadan yaşayamayacak. Türkiye’nin böyle bir paradigma değişikliği içine girmesi gerekiyor. Olaya hep ‘’Amerika ne diyor ne istiyor, Rusya ne ister, İsrail ne ister?’’ meselesinden çok, Türkiye’nin şu anda daha gerçekçi, kendine daha güvenli olması, bu içerideki Kürt açılımını sahaya, Suriye’ye yansıtması gerekiyor artık.
Ruşen Çakır: Gönül, Türk-Amerikan ilişkileri derken, sen geçen gün sosyal medyada bir mektup paylaştın. Türkiye’nin ABD’den özellikle savunma sanayi ile ilgili beklentilerinin gerçekleşmesinin çok mümkün olmadığını anlattın. Şunu bir özetler misin, olay nedir? Eurofighter anlaşmasının yapıldığını biliyoruz zaten. Çünkü Trump’ın ilk dönemlerinde hem F-16’larda hem F-35’lerde gelişmeler olacağına dair bayağı bir beklenti olmuştu, değil mi?
Gönül Tol: Evet Ruşen, tabii bu beklentileri artıran şey de Tom Barrack’ın söylemleriydi. Tom Barrack yakın bir zamanda “Biz Türkiye’nin F-35 programına da geri dönmesini istiyoruz, F-35’lerin teslim edilmesini de istiyoruz” dedi. Tabii bu, Türkiye için de beklentileri artıran bir şey oldu. Fakat bu, Washington’da ters tepti, Tom Barrack’ın bu söylemi Kongre’de Temsilciler Meclisi’nde, her iki partiden 40 üyenin Dışişleri Bakanı Marco Rubio’ya bir mektup yazmasına sebep oldu. Bu mektupta Temsilciler Meclisi üyeleri “Biz Türkiye’ye F-35 satılmasına ya da Türkiye’nin F-35 programına dahil edilmesine karşıyız” dediler. Dışişleri Bakanlığı’na böyle bir mektup yazıldı. Bu tür mektuplar geçmişte Biden yönetimi döneminde de yazılıyordu. Dışişleri Bakanlığı normalde bu mektuplara çok sık, hızlı, seri yanıt vermez. Bu mektup Kongre üyeleri tarafından 7 Ağustos’ta yazıldı. Bir ay geçmeden Dışişleri Bakanlığı buna bir yanıt verdi. Benim Twitter hesabımdan paylaştığım yanıt oydu aslında. Dışişleri Bakanlığı Kongre’ye yanıt mektubunda “Merak etmeyin, Türkiye’nin F-35 programına girmesi ya da F-35’lerin teslim edilmesi için, bizim öne sürdüğümüz bu şartları CAATSA yaptırımlarında ve NDA denilen Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nda belirttiğimiz, Türkiye’den talep ettiğimiz şartları, Türkiye henüz karşılamadı. Türkiye’nin F-35 programına yeniden dahil edilmesi söz konusu değildir” dedi. F-35’ler satıldı zaten ama teslim edilmiyor.
Bu mektup aslında birçok açıdan önemli. Birincisi, Trump’ın yeniden seçilmesi Ankara’da çok büyük heyecan yaratmıştı. Türkiye ne bekliyordu? İkili ilişkilerde 10-15 yıldır süregelen problemler büyük ölçüde Trump’la çözülecek ve Erdoğan açısından en öncelikli konulardan bir tanesi savunma konusundaki işbirliği idi. Biliyorsun Türkiye F-35’leri satın almıştı zaten, zannediyorum 1,4 milyar dolar da para ödedi. Ama 2019 yılında S-400’leri satın almasının ardından bu Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası “Türkiye’ye F-35’ler teslim edilmeyecek ve Türkiye F-35 programından çıkarılacak” dedi ve bir yıl sonra da 2020’de de CAATSA yaptırımları geldi. Dışişleri Bakanlığı ve Erdoğan açısından bu savunma işbirliğini pekiştirmek çok önemliydi ve Ankara’dan da F-35’i alacağız, F-35 programına döneceğiz gibi çok pozitif mesajlar duyuyorduk. Dışişleri Bakanlığı mektubu, aslında işlerin hem Tom Barrack’ın ağzından hem de Ankara’daki yetkililerin ağzından duyduğumuz kadar sorunsuz, pozitif ilerlemediğini gösteriyor. Dışişleri Bakanlığı F-35’lerin verilebilmesi ya da Türkiye’nin F-35 programına yeniden katılabilmesi için, iki yasanın, hem Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nın hem de CAATSA Yasası’nın değişmesi gerektiğini söylüyor. Bunun değişeceğine dair bir emare yok. Bu yasaların değişebilmesi için Kongre’nin onayı gerekiyor. O var mı? Bu 7 Ağustos’ta Kongre’den gelen 40 üyenin imzaladığı mektup, Kongre’de de buna ciddi bir direnç olduğunu gösteriyor. Bu mektup, S-400 konusunda 2019’dan bu yana neredeysek, hâlâ o noktada bulunduğumuzu özetliyor. Bu da, Erdoğan açısından en temel, en büyük dosya olan savunma işbirliği dosyasında iyi bir yerde olmadığımızı anlatıyor.
İkinci problem, F-35 konusunda şu da söyleniyor: Biz sadece 1,4 milyar dolar kaybetmedik, bir de onun üstüne F-35 üretim zincirinde olduğumuz için kaybettiğimiz 9 milyar dolarlık kontratlar var. Bir de bunun üstüne, Amerikalı yetkililerin Kongreye söyledikleri bir şey var: Türkiye’ye satılmış 6 adet F-35 var, Bunlar Amerika’nın çeşitli yerlerinde, Texas’ta, Arizona’da ve Florida’da Amerikan üslerinde ve hangarlarda duruyor. Amerikalı Savunma Bakanlığı yetkilileri Kongre üyelerine ‘’Türkiye’ye satılan ve parası alınan bu F-35’lerin tamir bakım onarım masrafları 30 milyon dolar. Biz bunu Türkiye’den talep ettik” diyor. Türkiye bunu verdi mi vermedi mi, bu konuda bir netlik yok, bunu bilmiyoruz. Ama Amerika’nın bunu Türkiye’den talep ettiğini söylüyorlar. Hem F-35’lerin parasını verdik hem muhtemelen hiçbir zaman onlar teslim edilmeyecek hem üretim zincirinden çıkarıldığımız için para kaybettik, o parayı alamıyoruz. Bir de üstüne, bizden, elimize geçmeyen F-35’lerin bakım ve onarımının parası talep ediliyor. Bunun dışında bir de F-16’lar konusunda da problem var. Benim konuştuğum Kongre üyelerinin söylediği şey, F-16’ların satışı onaylanmıştı aslında, fakat Türkiye’nin F-16’ları almak istemediğiydi. Özellikle Lindsey Graham’ın ofisinden insanların söylediği şey, bu Kongre üyeleri için büyük bir problem yaratıyor. Türkiye’yi angaje etmek isteyen Kongre üyeleri bile Türkiye’nin F-16 satın almak istememesinden rahatsız olmuş. Kongre üyeleri tarafından “Eğer F-16’yı almazsanız F-35’i bütünüyle unutun” mesajı verildiği söyleniyor. Türk-Amerikan ilişkilerinde o savunma konusundaki en büyük dosyada büyük sorunlar var. Biraz evvel Suriye’den bahsettik, Suriye konusunda da ikili ilişkilerde hâlâ Obama yönetiminden kalan sorunlar gündemde. O yüzden, Trump yönetime geldikten sonra Ankara’nın beklentileri çok yüksekti. ‘’Trump’la her sorunu çözeceğiz’’ deniyordu. Bugün maalesef geldiğimiz noktada bunun böyle olmadığını görüyoruz.
Ruşen Çakır: Ömer, Türk-Amerikan ilişkilerinde, “Trump gelecek, dertler bitecek”ten “Trump geldi hiçbir şey değişmiyor”a doğru mu gidiyoruz? Çünkü Trump ve Erdoğan’ın aralarının iyi olduğunu biliyoruz ama Erdoğan henüz Beyaz Saray’a da gidemedi. Sonuç olarak, ‘’Türkiye ABD’den şunu aldı’’ diyebileceğimiz herhangi bir şey var mı şu zamana kadar?
Ömer Taşpınar: Hayatta tehlikeli anlar var. O tehlikeli anlardan bir tanesi de beklentilerin çok yükseldiği anlar. Beklentiler çok yükselince hayâl kırıklığı potansiyeli de yükseliyor. Biden döneminde beklentimiz çok düşüktü, hayâl kırıklığı da fazla yaşamadık. Ama Trump döneminde beklentiler o kadar yüksekti ki, her şey toz pembe olacaktı. Aslında belirli bir patern var. Suriye’de de beklentiler çok yüksekti, değil mi? Suriye’de her şey istediğimiz yönde gidecekti, neredeyse artık bizim egemenliğimiz altına girmişti ve Suriye’de her şey çok güzel olacaktı. Ama tam öyle olmadı. Amerika ile ilişkilerde de her şey çok güzel olacaktı. Tam öyle olmuyor. Daha henüz Erdoğan’ı Oval Ofis’te, Beyaz Saray’da göremedik bile. Türkiye üç kez randevu talep etti, bunun karşılığında Amerika bir tarih vermedi. Henüz buraya gelmiş durumda değil. Yakında New York’a muhtemelen Birleşmiş Milletler için gelecek, belki orada bir görüşme olabilir. Ama Erdoğan’ın beklediği prestijli Oval Ofis ziyareti gerçekleşmedi. F-35’ler gelmiyor. S-400’ler hala ciddi sorun. SDG, YPG hala büyük sorun. O zaman Türkiye-Amerika ilişkilerinin altın döneminden ben ne anladım? F-16’ları da alamıyoruz.
F-16’ları neden alamıyoruz? O da çok ilginç bir hikâye. Gönül’ün anlattığı gibi, aslında Amerika bunu satmak istemiyordu, CAATSA yaptırımları vardı. Bunun satılması için Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’ya yeşil ışık yakması gerekiyordu. Türkiye nihayet İsveç’in NATO’ya girmesini kabul etti. ‘’F-16’lar gelecek, F-16’lar satıldı’’ dendi. Bu sefer gördük ki F-16’lar da gelmiyor. Bu bir yılan hikayesine dönmüş durumda. Amerikalılarla konuştuğunda, “Türkiye satın almak istemiyor, Türkiye vazgeçti” diyorlar. Ben geçen gün CNN Türk‘te bir program izledim. Selçuk Bayraktar “Bir F-16 fiyatı 20 tane Kızıl Elma ediyor. Kızıl Elma projesi bizim çok önemli bir projemiz. Bunlar insansız uçan, neredeyse 5. jenerasyona yakın, teknolojisi çok yüksek uçaklar ve bundan 20 tane yapabiliyoruz” dedi. Türkiye’nin F-16’ların fiyatı çok yüksek olduğunu söylüyor. Gerçekten de bu F-16’lara belirli yüklemeler yapıldı, bunlar en modern F-16’lar. F-22 statüsünde, F-22 teknolojisine sahip. Aviyonikleri çok gelişmiş. F-35 kadar gelişmiş değil ama F-22 kadar gelişmiş ve pahalı uçaklar. Türkiye pahalı olduğu için bunları almaktan vazgeçiyor. CNN Türk‘te izlediğim bu programdan anladığım kadarıyla, Bayraktar grubu belki de “Buna çok para vermeyelim hem Kaan hem de Kızıl Elma projemize akacak parayı oraya aktarırız ve daha mantıklı bir yatırım olur” diyerek Eurofighter’a geçiyor Türkiye. F-16’ları almaktan vazgeçiyorsa, zaten S-400’ler nedeniyle F-35’i de alamıyorsa, Amerika ile ilişkilerin zaten mevcut en önemli meyvesi bu uçaklar olacaktı, bunlar da gelmiyor. Dolayısıyla, senin sormakta haklı olduğun gibi, Amerika ile ilişkilerde böyle toz pembe bir durum yok. Kozmetik olarak iyi giden bir ilişki var ama o kozmetik ilişki bile bir Beyaz Saray ziyaretine henüz dönüşemedi.
Ruşen Çakır: Peki son olarak Doğu Akdeniz’i konuşalım, uzun zamandır konuşmadığınız bir konu bu. Ama geçen gün bir fotoğraf gördük. MİT Başkanı İbrahim Kalın yakın zamana kadar Türkiye’nin Libya’daki en büyük rakibi ya da düşmanı olan Hafter’le buluştu, onun fotoğrafını gördük. Hafter aynı zamanda Mısır İstihbarat Başkanı ile de görüşmüş. Daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı gibi birisiyle görüşmüş. Bu, bir zamanlar Türkiye’deki ilk iç savaş zamanlarında Türkiye’deki en kötü adamlardan birisiydi. Türkiye barıştı anlaşılan. Peki niye barıştı? Ne elde edecek? Çünkü Libya Türkiye’nin gündeminde değil ama orada çok stratejik meseleler var değil mi Gönül?
Gönül Tol: Aslında Türkiye Hafter’i angaje ederek, bence çok önemli ve çok akıllıca bir iş yaptı. Türkiye yakın zamanda bir siyaset değişikliğine gitti. 2014’ten itibaren Libya’da iki başlı bir yapı olmuştu. Bir tarafta, ülkenin doğusunda Halife Hafter’in desteğiyle kontrolü elinde tutan Tobruk merkezli bir hükümet vardı. Diğer tarafta da Birleşmiş Milletlerin de tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti vardı. Türkiye, Trablus merkezi hükümetin müttefikiydi. Tobruk hükümetine karşıydı, Halife Hafter’i karşısına almıştı ve Türkiye’nin askerî olarak Libya müdahale etmesi de aslında Halife Hafter’i hem askeri olarak hem diplomatik olarak gerçekten zor durumda bırakmıştı. Türkiye, 2019 yılında Trablus’taki Birleşmiş Milletlerin tanıdığı hükümetle, deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma hem münhasır ekonomik bölge deniz yetki sınırlandırma antlaşması bu iki hükümetin bir araya gelerek bir uzlaşıya varmasına işaret ediyordu. Bu anlaşma Türkiye açısından önemliydi. Doğu Akdeniz’de, içerisinde İsrail, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan ve Mısır da dâhil çeşitli bölge ülkelerinin bir araya gelerek ve Türkiye’yi dışlayarak oluşturduğu bir enerji platformu vardı. Türkiye, Doğu Akdeniz’de oluşan denklemde kendisini marjinalize olmuş hissediyordu ve bu Trablus hükümetiyle imzaladığı anlaşmayla da bu izolasyonu kırma hedefini güdüyordu. Fakat Yunanistan karşı çıktı. Avrupa Birliği bunun uluslararası hukuka aykırı olduğunu söyledi. Mısır karşı çıktı, Birleşmiş Milletler tescil etti ama bölge ülkeleri bunu reddettiler. En önemlisi de Tobruk’taki hükümet bunun yok hükmünde olduğunu söyledi. Şimdi gelinen noktada, Türkiye bir süredir Tobruk’taki hükümetle, Halife Hafter’le de ilişkileri geliştirmeye başladı. Öyle ki, Hafter’in oğlu Saddam Hafter zannediyorum Nisan ayında Türkiye’yi ziyaret etti, Savunma Bakanıyla görüştü. Bu bence Türkiye açısından akıllıca bir stratejiydi. Çünkü 2019’da ne olacağı belirsiz Trablus hükümetine güvenerek Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu ona bağlamak akıllıca bir şey değildi. Şimdi Hafter’le ilişkileri geliştiriyor ve bunun sonucunda, Tobruk’taki Temsilciler Meclisi zannediyorum haftaya bu anlaşmayı onaylayacak. Tobruk uzun süre bu anlaşmaya karşı çıktıktan sonra şimdi onaylama aşamasında. Tabii bu, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu güçlendiriyor.
Peki neden Türkiye böyle bir şeye gitti? Doğu Akdeniz’de özellikle İsrail’in 7 Ekim’den bu yana izlediği politika nedeniyle, bölgede askeri olarak çok güçlü bir İsrail görüyoruz. Bu güçlü ve aynı zamanda Türkiye’ye daha az ihtiyaç duyan İsrail’in, Türkiye’nin çıkarlarını tehdit edeceği yerlerden bir tanesi bahsettiğimiz gibi Suriye, ama bir diğeri de Doğu Akdeniz. O yüzden Türkiye Doğu Akdeniz’deki dengeleri kendi lehine şekillendirmek için adımlar atıyor. Hafter’le ilişkileri geliştirme adımı bunlardan bir tanesi. Doğu Akdeniz’deki dengeleri değiştirmek önemli bir motivasyon, fakat bir diğer boyutu da savunma sanayi için bir pazar olarak görüyor. Mesela Hafter bir askeri savunma konusunda işbirliği ile ilgilendiğini söylüyor. Libya’nın doğusu ço yerle bir olmuş durumda. Burada Türk inşaat şirketlerinin kaybettikleri ihaleler vardı. Libya’da iç savaşla birlikte çok para kaybettiler. Türk inşaat şirketlerinin burada hem kaybettikleri paraları yeniden geri alması ve oranın inşasında bir rol oynaması söz konusu.
Türkiye açısından bir başka çok önemli motivasyonlardan biri, doğuda, Halife Hafter’in bulunduğu yer aslında ülkenin enerji kaynaklarının yoğunlaştığı yer. Fiili olarak aslında Hafter’in güçleri hem ülkenin petrol sahalarını hem ihracat terminalleri hem rafinelerini kontrol ediyor. O yüzden Hafter’le bu tür bir angajmana girmek Erdoğan’ın çok sık söylediği ‘’Türkiye’yi bir enerji üssü haline getireceğiz” vizyonunu hayata geçirmek için de önemli. Peki Hafter bunu neden yapıyor? Hafter için de meşruiyet önemli. Bugüne kadar büyük oranda Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne sırtını dayadı, fakat şimdi ilişkilerini çeşitlendirmeye çalışıyor. Senin de söylediğin gibi Avrupa’yı angaje etmeye çalışıyor. Hafter, özellikle geçişlerden, göçten korkan Avrupalı ülkeleri mümkün olduğu kadar angaje ederek kendi meşruiyetini de sağlamaya çalışıyor. O yüzden her iki taraf da aslında bir orta yolda buluştular. Türkiye’nin, özellikle Doğu Akdeniz stratejisi açısından bunu ben çok akıllıca buluyorum. Ama tabii Yunanistan bu arada bu anlaşmayı kabul etmiyor. Bu arada Yunanistan Başbakanı da bir açıklama yaptı. 2019’da varılan anlaşmayı kabul etmediğini söylemişti. Ama onun ötesinde de “Biz Libya’daki bütün tarafları angaje etmeye hazırız” dedi. Türkiye bu hamleyi yaptı. Muhtemelen Yunanistan’dan da bir karşı hamle gelecek. Ama Türkiye açısından mantıklı bir tutum.
Ruşen Çakır: Ömer bir son dakika haberi ekleyeyim. Biliyorsunuz muhalefet cuma günü Meclis’i Gazze ile ilgili olağanüstü toplantıya çağırdı. Biraz önce Numan Kurtulmuş da kabul etti ve Meclis toplanacakmış. Hakan Fidan bir sunum yapacakmış. Daha doğrusu Dışişleri Bakanı Hakan Fidan davet edilmiş. Bahçeli daha önce gerek olmadığını söylemişti. Herhalde muhalefetin isteği kabul edilmez diye düşünüyordum şahsen, ama kabul edildi. Ne olur bilmiyorum ama sonuç olarak Meclis böyle bir şey yapacak. Sen Libya hakkında ne demek istersin Ömer? Bir ara biliyorsun Mavi Vatan vardı, değil mi? Bir zamanlar Türkiye’nin epey gündemindeydi, gerginlikler de yaşanmıştı. Şimdi Türkiye başka bir yola yöneliyor anlaşılan.
Ömer Taşpınar: Mavi Vatan’ın zirve yaptığı dönemlerde, Türkiye, Doğu Akdeniz’de kendini çok izole hissediyordu. Zira Yunanistan, Mısır, Kıbrıs, İsrail, Lübnan’ın anlaşmalar imzaladığı ve Türkiye’deki Kıbrıs politikası nedeniyle, Türkiye’nin izole olduğu bir dönemdeydi. Türkiye, Amerika ve Avrupa Birliği tarafından da izole ediliyordu. Bugün Türkiye Doğu Akdeniz’de elini güçlendiriyor ve Yunanistan bundan rahatsız. Türkiye pragmatik oynuyor bu oyunu. Şu anda Hafter’le masada. Normalde bir istihbarat başkanı böyle bir ziyaret yaptığında, bunu gizli yapmayı tercih edebilirdi, Türkiye bunu gizli yapmıyor ve bunu neredeyse bir kamu diplomasisine çeviriyor. Hafter bundan yaklaşık 3-4 yıl önce bütün Libya’yı ele geçirebilecek güçteydi. Doğudan gelip, bir şekilde Bingazi’ye girmek üzereydi. Türkiye çok pragmatik bir şekilde oturup Hafter’in bütün Libya’yı ele geçirmesini de bekleyebilirdi, ‘’Hafter’le o zaman konuşuruz’’ derdi, ama Türkiye bunu yapmadı. Türkiye 2022’de ne yaptı? Kendi donanmasını, kendi askerlerini, hatta Suriye’de kullandığı bazı askerleri de kullanarak, bir şekilde Bingazi’nin direnmesini sağladı ve Hafter’e karşı sahada askeri bir başarı kazandı. Dolayısıyla Bingazi hükümetini Hafter’den bir şekilde kurtardı. Hafter’i, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Rusya gibi güçler destekliyordu. Türkiye bugün, aslında zaferine engel olduğu Hafter’le masaya oturuyor.
Türkiye bunu neden yapıyor? Gönül bunu neden yaptığını güzel anlattı. Türkiye bölgede güçleniyor. Ama Türkiye, ‘’Suriye’de tek devlet, üniter devlet’’ derken, bölünmüş bir Libya’nın da mimarı olmak istemiyor. Bölünmüş, iki taraflı bir Libya olması yerine, bu iki tarafın birbiriyle barışmasını ve üniter bir Libya olmasını istiyor. Suriye’deki politikasının mantık olarak bölgeye de yansıması olarak görebiliriz. Üniter devletler olsun, güçlü devletler olsun istiyor. Şu anda bölünmüş bir Libya’nın mimarı olmak istemiyor ve Hafter’le masaya oturarak, bir şekilde Tobruk’la Tripoli’nin birleşmesini, tek bir Libya ortaya çıkmasının stratejik vizyonunu da masaya getiriyor olabiliriz. Burada Mısır’ın istediği de biraz bu yönde. Mısır, Türkiye’nin Hafter’i düşman olarak kabul etmemesinden, onu angaje etmesinden memnun. Bu arada Mısır Kaan projesine girmek istiyor gibi haberler var. Mısır askeri bütçesi güçlü bir ülke. Türkiye’den ciddi askeri alımlar yapabilir. Türkiye açısından bir pazar. Mısır’da bir enerji yok ama stratejik askerî açıdan önemli bir pazar haline gelebilir. Mısır’la ilişkileri, Birleşik Arap Emirlikleri’yle ilişkileri düzeltmenin bir bedeli de, Türkiye’nin Libya politikasında daha yapıcı bir yere gelmesi ve düşman olduğu Hafter’le masaya oturmasıydı. O açıdan da bakmak mümkün bütün bunlara.
Son olarak senin son dakika haberinle bitirelim. Muhalefet hükümetini çok sıkıştırdı, ‘’Gazze konusunda esip gürlüyorsunuz ama hiçbir şey yapmıyorsunuz’’ demeye getirdi. Bugün geldiğimiz noktada, Erdoğan hükümeti, İsrail’le karşı söylemlerini daha da sertleştirmeye başladı. Birleşmiş Milletlerden atılması, soykırım söylemi, İsrail’le iş yapan gemilerin Mersin Limanı’na veya Türkiye’nin limanlarına alınmaması, ‘’İsrail’de iş yapmıyoruz’’ belgesinin istenmesi gibi gelişmeler söz konusu. Bunlar Erdoğan’ın yavaş yavaş bir süredir bırakmış olduğu İsrail’e karşı sert söylemi tekrar gündeme getirdiğini gösteriyor. Erdoğan neden bunu yapıyor? Neden tekrar Netanyahu’ya ve İsrail’e daha sert girmeye başladı? Bence nedeni, biraz Trump’a karşı olan hayal kırıklığı olabilir. Trump’tan bir an evvel randevu bekliyordu. Bir an evvel Trump’la ilişkilerin düzelmesini istiyor ve Beyaz Saray’a gelmek istiyordu. Bunları yapmamasının bir nedeni, ‘’Gazze konusunda sert konuşmayalım da, Beyaz Saray davetini tehlikeye atmayalım’’ düşüncesiydi. Ama Beyaz Saray’dan davet gelmiyor, bir yandan da İsrail’e karşı sert konuşamıyor. Bu bir yerde patlayacaktı ve yavaş yavaş patlıyor gibi. Türkiye, İsrail’e karşı söylem olarak sertleşmeye başlıyor. Amerika ile ilişkilerde bunun da bir bedeli olabilir, onu da kayda geçirmek lazım.
Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, çok sağ olun. Bir saate yakın konuştuk. İyi şeyler söyledik mi bilmiyorum ama önemli konular konuştuk. İkinize de ayrı ayrı teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.