Transatlantik: Şangay zirvesi | ABD Türkiyelileşiyor

Şangay zirvesinin küresel anlamda önemi ne? Çin’de Şangay İşbirliği Örgütü’nün 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi düzenleniyor. Zirveye Putin, Modi ve Erdoğan katıldı. Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar Transatlantik’in Şangay zirvesi | ABD Türkiyelileşiyor başlıklı videosunda dünya gündemini değerlendirdi.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in ev sahipliğinde düzenlenen Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi 31 Ağustos Pazar günü başladı. Tianjin kentinde düzenlenen zirve bugün sona erecek.

Zirveye ŞİÖ bloğunu oluşturan ve “Batı’ya meydan okumayı amaçlayan” Hindistan, Kırgızistan, Rusya gibi on ülkenin yanı sıra içlerinde Türkiye’nin de olduğu 16 gözlemci ya da “diyalog ortağı” devletin liderleri de katıldı. 

Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping resmi karşılama resepsiyonundan önce aralarında Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu çok sayıda lideri şahsen karşıladı.

Şi, resepsiyonda yaptığı konuşmada, son yüzyılda “istikrarsızlık, belirsizlik ve öngörülemeyen faktörlerde önemli bir artış” yaşandığını ve ŞİÖ’nün “insanlık için ortak bir geleceğe sahip yeni bir uluslararası ilişkiler ve topluluk inşasını teşvik etmede önemli bir güç” haline geldiğini söyledi.

Hangi liderler baş başa görüştü?

Zirvede liderler baş başa da görüştü. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, zirvenin oturum aralarında bir araya geldi. “Sınırsız ortaklık” şeklinde tanımladıkları iş birliklerini vurgulayan liderler toplantıda Putin ve ABD Başkanı Donald Trump arasında geçen son görüşmeyi konuştu. Kremlin yetkilileri toplantıya dair daha fazla bir bilgi vermedi. 

Şi-Erdoğan görüşmesi nasıl geçti?

Şi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Tianjin Konukevi’nde görüştü. Gelecek yıl Çin ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasının 55. yıldönümünün kutlanacağını belirten Şi, tarafların bu fırsatı değerlendirerek ikili ilişkilerini geliştirmesi ve siyasi güven ortamını pekiştirmesi gerektiğini söyledi. Çin Devlet Başkanı, iki ülkenin terörle mücadele ve güvenlik alanlarında yapacağı işbirliğinin de önemini vurguladı. 

Şangay zirvesinin küresel anlamda önemi ne?
Şangay zirvesinin küresel anlamda önemi ne? | Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar değerlendirdi

Yayını hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok. Ömer Taşpınar’la birlikte Şangay Zirvesi’ni, biraz ABD’yi ve vakit kalırsa Suriye’yi konuşacağız. Ömer, merhaba. 

Ömer Taşpınar: Selamlar Ruşen.

Ruşen Çakır: Şangay’daki zirve tüm dünyada bayağı bir gündem oldu. Anladığım kadarıyla ABD’de de yakından izlenen bir olay oldu. Tabii Türkiye’nin katılması Türkiye açısından önemli, Erdoğan’ın, başta Putin olmak üzere oradaki temasları önemli. Ama önce küresel anlamda bu zirvenin önemini biraz anlatır mısın? Çin’in meydan okuması yorumları ne derece isabetli?

Ömer Taşpınar: Biz uluslararası ilişkiler analistleri, uzmanları ve akademisyenleri, dünyaya baktığımızda genel konjonktür olarak güç dengeleri ile ilgili ‘’çok kutuplu mu, iki kutuplu mu, tek kutuplu mu?’’ diye diye sorular sorarız. Özellikle realist, gerçekçi, reel politik çerçeveden baktığımızda, Soğuk Savaş bittiğinden beri aslında farklı dönemler oldu. Artık şurası gerçek ki, Amerika’nın tek kutuplu egemenliğinin olmadığı bir dünyadayız. Çin gitgide, çift kutuplu, hatta çok kutuplu bir dünyayı istediğini söylüyor. Buna Rusya da destek veriyor. Bu, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin 80’inci yılına denk geliyor ve bir şekilde artık Çin kendini bu dünya düzeni içinde Amerika’ya da alternatif en önemli kutup olarak sunmak istiyor ve bu kutbun içinde, Rusya gibi kendinden demografik ve ekonomik olarak daha küçük, ama Hindistan gibi demografik olarak çok önemli ve ekonomik olarak da yükselmekte olan bir ülkenin de yer almasını istiyor. Bence en önemli gelişme, Hindistan’ın bu çok kutuplu dünyada bağlantısız pozisyonundan yavaş yavaş bir seçim yapmaya doğru zorlanması. Amerika, Çin ve Rusya da Hindistan’ı bir seçim yapmaya zorluyor. Hindistan’a bir nevi joker olarak bakabiliriz, Hindistan’ın yer alacağı kutup, gelecekte daha güçlü ve önemli bir kutup haline gelebilir. 

Bu arada tabii Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde temsil edilmeyen koskoca bir Afrika kıtası ve bir İslam dünyası var. Bu İslam dünyasında her ne kadar biz hep Ortadoğu’ya bakıyor olsak da Endonezya, Malezya, Bangladeş, Pakistan gibi Arap olmayan Müslüman ülkelerin demografik üstünlüğü var. O ülkelerin de nereye doğru gideceği önemli. O ülkeler de Amerika ile çok fazla beraber hareket etmiyorlar şu anda. Amerika’nın yalnızlaştığı bir küresel platforma doğru gidiyoruz denebilir. Çin bunu çok güzel kullanıyor, Amerika’nın yalnızlaşması, Hindistan’ı yanına çekme açısından Çin’in işine geliyor. Ama asıl soru neden Amerika’nın yalnızlaştığı. Amerika neden bu çok kutuplu dünyada kendine yeterince ortaklar ve ittifak üyeleri bulamıyor? NATO hâlâ çok güçlü bir askeri yapılanma ve tabii ki Şangay veya BRICS’ler NATO kadar organize, bütüncül, bir harmoni içinde hareket edebilecek operasyonel gücü olan ordulara sahip değiller. Ama tabii ki Çin ve Rusya arasında, şimdi Kuzey Kore’nin de eklenmesiyle ve İran’ın da girmesiyle bir askeri ortaklık yavaş yavaş oluşuyor. Bu da Amerika açısından endişe veriyor. Amerika’nın yalnızlaşmasının kanımca arkasındaki temel neden İsrail. Gazze’de yaşananlar. Son iki yılda, Gazze’nin bütün dünya uzmanları, tarihçiler ve birçok ülkenin ortak tanımıyla Gazze’deki Filistin halkına karşı bir soykırıma doğru gitmesi, sadece İsrail’i değil Amerika’yı da yalnızlaştırdı. Amerika’nın dünyadaki imajında İsrail’in oynadığı rol çok önemli ve bunu Amerika kavramakta zorlanıyor. Çin ise çok güzel kavrıyor, Ortadoğu’da oluşan bu anti-Amerikanizm’i kullanıyor ve yanına daha önce kendisine çok da yakın olmayan Hindistan ve Brezilya gibi ülkeleri de çekmeyi başarıyor. 

Tabii burada Türkiye’nin nasıl bir seçim yapacağı da önemli. Türkiye uzun süredir, yaklaşık 20 yıldır AK Parti yönetimleri altında, Ahmet Davutoğlu’nun kullandığı terim olan ‘’stratejik derinlik’’ değil, ‘’stratejik otonomi,’’ veya ‘’stratejik bağımsızlık,’’ yani seçeneklerinin olduğu daha bağlantısız ülkeler gibi otonom hareket edebileceği bir dünya arıyor. Çok kutuplu bir dünya Türkiye açısından elverişli bir dünya. Çünkü Türkiye kendini hem Amerika’yla hem Çin’le hem Rusya’yla hem Hindistan’la ilişkiler kurma lüksüne sahip hissedebiliyor. Öte yandan Türkiye’nin içinde olduğu girdap şu: Türkiye resmi olarak NATO ittifakı içinde bir ülke, ama kendisini NATO ittifakı içindeymiş gibi, Batı’nın içinde görmüyor. Ruh hali ve toplumsal psikoloji olarak Türkiye uzun bir süredir kendini daha yalnız, daha bağlantısız hissediyor ve tabii ki Çin’le, Rusya’yla hem stratejik hem diplomatik ekonomik ilişkiler geliştirmek, bir bakıma bu hükümetin ve genelde bence bir muhalefet dış politikasına bakarsak da onların da bir stratejik otonomi arayışı var. Bu stratejik otonomi arayışına da Şangay ve BRICS’ler denk düşüyor. Türkiye orada bir yer almak isteyebilir. 

Öte yandan, stratejik otonomi herkesin isteyeceği bir şey. Özellikle uluslararası ilişkiler literatüründe stratejik otonomi, ülkelerin kendi ulusal çıkarlarını özgürce, serbestçe ve kendi güçleri kadar kullanmaları anlamına gelir. Her ülke belirli açılardan bağımsız olmak ister. Yani ‘’Ben bağımsız bir dış politika izliyorum’’  demek, ‘’ben ulusal çıkarlarımı zaten kendi istediğim yönde belirlemek istiyorum’’ demek kadar doğal, doğal olduğu kadar da yenilik taşımayan bir kavram. O yüzden asıl mesele stratejik kapasite. Türkiye’nin bağımsız hareket edebilecek bir stratejik kapasitesi var mı? Bu da hem askeri hem ekonomik güce bakıyor. Bana göre Türkiye’nin ekonomik gücü zayıf, ama şu aşamada askeri gücü ekonomik gücünden daha yüksek gibi. Ne demek istiyorum? Son dönemde Türkiye’nin savunma sanayiinde yaptığı yatırımlar ve kendi bölgesinde yaptığı askeri açılımlar, yani Doğu Afrika’dan tut, Suriye, Irak gibi komşularda ya da Katar’da bir askeri üs, Libya’da, Azerbaycan’da ve Karabağ’da üstlendiği rol, Türkiye’nin bir bakıma kendi ekonomik ağırlığından daha yüksek sıklette yumruk atmasını sağlıyor. Aslında Türkiye ekonomik açıdan hafif veya orta sıkletken, sanki büyük bir bölgesel güçmüş gibi hareket edebiliyor. Askeri yatırımların, Türkiye’nin demografik gücünün, yani nüfusunun 85 milyon olması ve bu ekonomik zorluklara rağmen askeri harcamalara belirli bir yer ayırması hem NATO içinde olması hem de Rusya’yla iyi ilişkiler içinde olması, Ukrayna’da gösterdiği performans, Türkiye’yi önemli bir aktör haline getiriyor. Ama Türkiye bir Hindistan, hatta bence bir Pakistan kadar dünyadaki güç dengelerinin oluşmasında rol oynayacak bir ülke değil. Hindistan’ın nereye gidebileceği çok önemli. Mesela Pakistan, Amerika’yla daha yeni yeni iyi ilişkiler kurmaya başladı. Son Hindistan-Pakistan savaşında, Hindistan, Amerika konusunda bir hayâl kırıklığına uğradı. Pakistan ise Çin’den aldığı uçakların çok iyi performans gösterdiğini gördü. Amerika buna dikkat etti, ara buluculuk yaptı ve şu anda Hindistan’da Modi hükümeti, Trump’la büyük bir hayâl kırıklığı içinde. Modi hükümeti ekonomik ve ticari gümrük tarifeleri nedeniyle bunalmış durumda. Trump Modi’nin uyguladığı dış politikadan, özellikle Rusya ile ilişkilerinden memnun değil. O nedenle Amerika Modi ile zor bir döneme girdi. Bundan da kârlı çıkan hem Pakistan hem de Çin oluyor.

Ruşen Çakır: Ömer, şöyle bir soru sorayım ve kısaca onun cevabını aldıktan sonra diğer konulara geçelim. Türkiye, Şangay Zirvesi’nde istisnai bir ülke; NATO üyesi ve Batı’nın bir parçası. Şangay’dakiler mi Türkiye’yi Truva Atı gibi görüyor yoksa NATO üyeleri mi? Yoksa ikisi birden mi? ‘’Truva Atı’’ deyimi, bilmeyenler için söylüyorum, içeriye sızmış ajan gibi bir deyim. 

Ömer Taşpınar: Çok güzel bir soru, burada algılamaya bakmak lazım. Batı Türkiye’yi nasıl algılıyor? Truva Atı analojisinin temelinde güvenmemek var. Tam güvenemiyor. ‘’Acaba ikili mi oynuyor, bizden bir şey mi saklıyor, asıl niyeti ne? Bence bu soruyu Batı daha fazla soruyor. Batı Türkiye’yi okurken, ‘’Türkiye’nin kafası karışık’’ diye düşünüyor. Hâlbuki Batı’nın da kafası Türkiye konusunda çok karışık. Türkiye İslamcı bir dış politika mı izliyor? Türkiye ulusalcı milliyetçi Avrasyacı bir dış politika mı izliyor?  Türkiye demokrasiye ne kadar önem veriyor?  Batı ile ne kadar beraber hareket etmek istiyor? Bir yandan ticaretinin çoğu Avrupa Birliği ile. Öte yandan toplumsal tepkisinin çoğu Avrupa Birliği ve Batı’ya karşı. Türkiye belirli konularda haklı olduğu, Batının çifte standartlarına, özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerinde maruz kaldığı için, öfkeli bir ülke haline geldi. Ama öte yandan da Batı açısından bakarsak, NATO ittifakı ülkeleri ve Avrupa Birliği ülkeleri, Türkiye’deki demokrasinin artık demokrasi denemeyecek bir yere geldiği ve rekabetçi otoriter, özellikle son günlerdeki gelişmeler nedeniyle gittikçe derinleşen bir otoriterleşme içinde olması nedeniyle de Türkiye’nin Batı’daki yerine bir soru işareti ve bir güvensizlikle bakıyor. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Peki Çin Türkiye’ye nasıl bakıyor? Bu çok güzel bir soru. Çin ve Rusya nasıl görüyor Türkiye’ye? Her şeyden önce ben bunu bu konuşmak için çok kalifiye değilim. Çünkü Çin müesses nizamı, Komünist Parti ve siyasi elit Türkiye’ye nasıl bakıyor konusuna tam olarak vakıf değilim. Ama mesela Türkiye’nin Orta Asya politikalarıyla, Doğu Türkistan, Sincan ve Uygurlarla ilgili ilişkilerinden çekindiklerini biliyoruz. Türkiye o konularda hâlâ biraz İslamcı ve milliyetçi kart oynayabilir. Türkistan hayâlleri kuranlar, Orta Asya’da Türkiye’nin güçlü olması ne Rusya’nın ne Çin’in hoşuna gider. Ama öte yandan da Batı’nın içinde olan, NATO üyesi bir ülkenin S-400 satın almış olması, Çin’le stratejik ilişkiler geliştirmek istemesi, ekonomik ilişkilerini daha geniş bir yelpazeye yaymak istemesi, tabii ki Çin’in de hoşuna gider. 

Buraya bir Hindistan istisnası koymak lazım. Ben Hindistan’la ilgili son zamanlarda daha fazla okuma yapmaya başladım. Hindistan’da, Pakistan ve Türkiye’nin Pakistan’la kurduğu askeri, stratejik, diplomatik ilişkiler nedeniyle, ciddi bir Türkiye korkusu ve öfkesi var. Hindistan büyük bir ülke, Türkiye’den çok korkmuyor tabii ki.  Ama Pakistan’ın Türkiye’yle bu kadar derin bir ekonomik ve daha önemlisi askeri bir ilişki kurması, Hindistan’ı rahatsız ediyor. Hindistan Türkiye’ye hiç güvenmiyor. Özellikle Modi hükümeti, Erdoğan’ı bir İslamcı olarak görüyor ve dünyada Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Afganistan’da, tabii ki Pakistan’da, İslamcı hükümetlere ve İslamcı hareketlere, bazen terörist gruplara bile yakın olduğunu düşünüyor. Bu propagandayı Hindistan çok yüksek sesle duyuruyor. O nedenle Hindistan’ın Türkiye’ye güvenmediğini söyleyebiliriz. Ama Çin ve Rusya’nın, Türkiye’yi kazanılması gereken ve Batı’yı bölmek için, Batı’nın içinde zayıf halka bir ülke olarak gördüklerini bence teslim etmek gerekiyor.

Ruşen Çakır: ABD’nin Türkiye’ye benzemesi, Türkiyeleşmesi meselesini biraz konuşalım. Burada tabii Trump’la beraber yaşanan bir olaydan bahsediyorsunuz anladığım kadarıyla. Mesela olayın en çok kendini gösterdiği alan hukuk alanı mı? Çünkü ABD’de hâlâ hukuk alanında çok ciddi bir direnç olduğunu biliyoruz, okuyoruz. Trump’ın aldığı birçok karar mahkemeler tarafından iptal ediliyor. Benzeyen nedir, niye benziyor? Trump’ın bir önceki döneminde, Türkiye’den aparttıkları ‘’derin devlet’’ kavramını çok kullanıyorlardı. Hâlâ kullanıyorlardır herhalde. Başka neler benziyor? Orada da rekabetçi otoriterliğe doğru bir gidiş mi var?

Ömer Taşpınar: Evet, Amerika’da otoriterliğe doğru gidiş var, orası kesin. Yargı, henüz Türkiye’deki gibi siyasallaşmış değil, ama Yüksek Mahkeme’deki Trump’ın, Cumhuriyetçilerin atadığı mahkeme üyeleri Trump’ın lehine karar vermeye eğilimli. Yüksek Mahkeme’nin kararları, ki burada Anayasa Mahkemesi olarak işlevi görüyor Yüksek Mahkeme, yargının bağımsızlığından bahsedenlere gölge düşürüyor. Amerika’da yargı, özellikle Yüksek Mahkeme, tabii ki hükümetler tarafından aday gösterilen yargıçlar tarafından yönetiliyor. Bu yargıçların bir siyasi kimlikleri var. Hangi yargıcın Demokratlara, hangisinin Cumhuriyetçilere yakın olduğu çok net bir şekilde kabul ediliyor Amerika’da. Verdikleri kararlardan da bunlar ortaya çıkıyor. Amerika’yı bölen, kutuplaştıran bazı konular var, orada Cumhuriyetçilerin ve Demokratların pozisyonları genelde net ve bu mahkeme üyelerinin o konularda aldıkları kararlar, mahkemenin de aslında bir bakıma Anayasadan çok belirli bir ideolojik çerçevede hareket ettiklerini gösterebiliyor. Mesela silah ya da kürtaj konusu. Yüksek Mahkeme, yürütmenin, yargıyla ve yasamayla arasındaki ilişkilerindeki bazı konularda daha çok yürütmeyi savunuyorsa, daha çok Trump’ın yörüngesinde giden bir Yüksek Mahkeme olduğunu anlıyoruz. O nedenle, ‘’Amerika’da kurumlar güçlü. Hukuk sistemi Trump’a karşı direnir’’ diyenler, bazen soru işareti içinde kalabiliyorlar. Tabii ki bazı federal ve yerel boyutu olan mahkemelerde, Trump hükümetinin verdiği kararlara karşı bir direnç var.  Mesela göçmenlerin kovulması. Burada göçmen haklarını, düşünce özgürlüğünü, akademik özgürlüğünü, bütçe konusunda hükümetin yasamayla belirli bir denge içinde hareket etmesini savunan yargı kararları çıkıyor. Ama büyük resme baktığımızda, yargı üzerinde bir Cumhuriyetçi baskının olduğu, yargıçların üzerinde bir baskının olduğu, Trump’ın Yüksek Mahkeme üzerinde bir egemenlik kurduğu apaçık ortada. 

Amerika’nın Türkiye’ye benzeyen başka bir yönü de yavaş yavaş Merkez Bankası’nın bağımsızlığına gölge düşüyor olması. Trump’ın şu anki Merkez Bankası Başkanı’nı hiç sevmediği apaçık ortada. Onu kovmak istiyor ve onu kovacağı bir fırsat arıyor. Şu anda Merkez Bankası’nın karar verme heyetindeki bazı isimlere karşı davalar açıyor. Trump’ın bütün niyeti, tıpkı Erdoğan’ın niyeti gibi, faizleri düşürmek. Düşük faiz istiyor. Erdoğan ve Trump gibi popülist liderler, sadece popülizmle ayakta kalamayacaklarının farkındalar. Popülizmle karın doymuyor. Karın, ekonomik kalkınmayla, yüksek kalkınma hızıyla doyuyor. Borçlanmayı, harcamaları kolaylaştırmak, faizleri düşürerek, bir şekilde borçlanmayı daha uzun döneme yayabilmek ve insanları tüketime gitmesini sağlamak, bu tür o popülist ve hafif otoriter eğilimli hükümetlerin amacı. Peki faizleri kim belirliyor? Faizleri Merkez Bankası belirliyor. Merkez Bankası faizleri belirlerken neye bakıyor? Eğer bağımsızsa enflasyona bakıyor. Türkiye’de yıllarca yüksek enflasyona rağmen, Erdoğan’ın son 10 yıldaki politikalarıyla Merkez Bankası’nın bağımsızlığı söz konusu olmadığı için, enflasyon aldı başını gitti. Merkez Bankası bağımsız olsaydı, çok daha erken müdahale edip enflasyonun yüzde 70’lere gelmemesini sağlayabilir, enflasyonu tek hanede tutabilirdi. Türkiye bunları beceremedi. Çünkü enflasyonla mücadelede Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, Erdoğan’ın politikaları nedeniyle büyük yara aldı. Trump da aynısını yapıyor, Trump da şu anda Merkez Bankası’na, ekonomiye çok müdahale ediyor. Serbest ticarete inanmıyor. Devletin ekonomide büyük bir rol oynamasını istiyor. Bütün bunlar henüz Türkiye kadar diplere vurmuş olmasa da, Amerika’nın Türkiyeleşmesi yönünde bir gidişat var. 

Peki Türkiye ile Amerika’yı ayıran nedir? Başta, burada daha bağımsız bir basının, daha güçlü bir sivil toplumun olması. İki partili sistem olduğu için, her ne kadar şu anda kaotik bir dönemden geçiyor olsalar da Demokratların, Türkiye’de CHP’ye veya Türkiye’deki muhalefete göre daha yekpare, daha güçlü bir alternatif sunuyor olmaları. Şu anda Demokratlar çok kaotik ve etkisiz bir dönemden geçiyor. O açıdan Türkiye’ye bir benzetme de yapılabilir. Ama bütün bunlara rağmen, Amerika’da güçler ayrılığı, özellikle yasama, muhalefet, bağımsız medya, sendikaların da olduğu sivil toplum, Türkiye’ye oranla hâlâ çok daha güçlü. 

Madem öyle başladık, bir de ‘’derin devlet’’ kavramıyla bitireyim. Derin devlet nedir? Türkiye’de derin devlet, hükümetin kirli işlerini yapan, geçmişte, İttihat Terakki ve Teşkilât-ı Mahsûsa’ya, yani Ermeni Soykırımı hikâyesine kadar giden, devletin ortaya çıkmasını istemediği kirli işleri yapan, geçmişte, Kürt meselesinde olduğu gibi Türkiye’nin düşman olduğu bütün konularda, yarı askeri, yarı istihbarat, yarı resmi, kirli işleri yapan bir yapıdır. Türkiye’de İttihat Terakki ve Teşkilât-ı Mahsûsa, dünya literatürüne de gizli bir yapılanma olarak geçmiştir. Amerika’da ise derin devlet kavramı Trump döneminde ortaya çıkan bir kavram. Trump’ın kendisinin ortaya çıkardığı bir kavram. Trump “Beni görevden almak isteyen bir derin devlet var ve bu derin devlet çok tehlikeli” diyor. Peki kimdir bu derin devlet? Trump’ın gözünde bu derin devlet aslında hiç de derin değil, gayet sığ kurumlar. Basın olabilir, bürokrasi olabilir. Trump popülist mantığı, kanunlara, hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsızlığına inanan ve Trump’ın bu otoriter gidişine karşı direnen yargı, bürokrasi, basın ve akademisyenleri “derin devlet” diye tanımlıyor. Yani Trump’ın istediğini gerçekleştirmeyen bir bürokrasi olduğunda, buna “derin devlet” diyor. Halbuki bu, Türkiye’nin dünya literatürüne hediye ettiği ‘’derin devlet’’ kavramından çok farklı, onun da altını çizmek gerekiyor.  

Ruşen Çakır: Son olarak kısaca Suriye’ye değinelim. Ankara’dan çok sık Suriye’deki Kürtlere yönelik birtakım açıklamalar geliyor. Sonuçta bir nevi tehdit gibi. Bir müdahale ihtimali tekrar konuşulur oldu, ama biliyoruz ki ülkede bir çözüm süreci var ve bu olayla çok alâkalı. Ama öte yandan, Suriye’de Şam yönetimi bir türlü ülkenin tamamını kontrol edemiyor. Tek sorunu Kürtlerle yaşamıyor malum; Alevilerle de Dürzilerle de yaşıyor, belki ileride Hristiyanlarla da yaşayacak. Türkiye, Şam’la birlikte, daha önce yaptığı gibi, askeri olarak Kürtlere ve SDG’ye karşı yeniden bir hareketlilik içerisine girebilir mi, yoksa bu devir kapandı mı?

Ömer Taşpınar: “Never say never” (“Hiçbir zaman hayır deme”) derler ya, olabilir. Türkiye’deki çözüm sürecine rağmen, gittikçe derinleşen bir otoriterleşme süreci de var ve bu otoriterleşme sürecinin iyice derinleştiğini anlamak için, bence bakmamız gereken kriterlerden bir tanesi de ‘’Türkiye Suriye’ye müdahale eder mi?’’ sorusu. Çünkü Türkiye Suriye’ye askeri müdahale yaparsa, bu, iç politikada ciddi bir deprem yaratır. Çünkü DEM Parti ve Abdullah Öcalan için masadan kalkma durumu söz konusu olabilir. Yani ‘’PKK terörizmi tekrar hortlar ve Türkiye birdenbire bir kaosla karşı karşıya kalır’’ demiyorum. Bence Türkiye PKK’yı yendi. Güçlü bir devlet. Ama içeride halletmek istediği PKK meselesi ve içeride DEM Parti ile kurmak istediği üstü kapalı koalisyon demeyeyim de ortaklık, yani DEM Parti’yi bir şekilde muhalefete çok fazla destek vermekten muaf tutma gibi planları, Erdoğan’ın hem iktidarda daha rahat kalabilme hem de içerideki huzuru sağlama ve dünyaya da “Bakın bana diktatör diyorlar ama diktatörler barış için uğraşmaz, ben barış için uğraşıyorum” deme lüksünden alıkoyar. Türkiye’nin şu anda bir askeri müdahaleye girişmesi, içerideki dengeleri çok zorlar. Erdoğan’ın bir gözü içerideki dengelerde, bir gözü de tabii ki dış dünyadaki dengelerde. 

Erdoğan’ın, Suriye de dahil, İsrail’le ilişkileri belirli bir dengede tutmasının ana nedeni, Trump’la ilişkileri iyi tutmak istemesiydi. Trump’ın gözünde Hamasçı, İslamcı, diktatör, saldırgan bir lider olarak gözükmek istemiyordu. Erdoğan Trump’ın gözünde, uluslararası açıdan son derece güçlü, arabuluculuk yapan, Suriye’de barışa katkıda bulunan ve uzun dönemde Ortadoğu’da da barışa katkısı olabilecek bir ülke olarak kalırsa, Beyaz Saray’a daha rahat davet edilir, Trump’la ilişkilerini daha iyi devam ettirir diye düşünüyor. Ama Trump’tan istediği ilgiyi göremedi. Bunu daha önce de konuşmuştuk, Beyaz Saray’a davet gelmiyor, F-35’ler, S-400’ler, F-16’lar gibi ana dosyalarda çözüm olmuyor. Böyle bir ortamda, Türkiye, İsrail’le ilişkileri riske atabilir biraz. Ama İsrail’le de Suriye ve Kürtler üzerinden de bir çatışma yaşamak istemiyor. İsrail Kürtlerin yardımına koşar ve Türkiye, birdenbire Kürtlere, yani SDG/YPG’ye saldırırsa, karşısında İsrail’i bulacağını söylemiyorum. Çünkü İsrail buna Dürzilere yaptığı gibi müdahale edemez, öyle bir organik bağı yok. Coğrafya olarak aynı coğrafya değil. Ama Türkiye’nin Suriye’ye böyle bir müdahalesinden kim çok rahatsız olur? Tabii ki Amerika. Dolayısıyla, Erdoğan’ın bir gözü içerideki dengelerdeyse, öbür gözü de Washington’da. Washington’la köprüleri atmak istemiyorsa, ki Trump bu konuda çok fevri davranabilecek biri, hele Amerikan askerlerinin hâlâ bulunduğu Suriye’de ve destek verdikleri bir Kürt hareketine, Türkiye’nin doğrudan saldırması, Amerika’yla ilişkileri de gerer. O nedenle her ne kadar “never say never” diye başladıysam da, bana, Türkiye’nin Suriye’ye bir askeri müdahalesi pek gerçekçi gelmiyor. 

Türkiye şu anda ‘’bir gece ansızın gelebilirim’’ diyerek sanki böyle bir baskı kurmak istiyor. Özellikle Hakan Fidan, bazen de Erdoğan, sert tondan tehditler yağdırarak baskı kurmak istiyor ve Amerika’yı da bir bakıma korkutmak istiyor. Amerika’nın SDG üzerindeki etkisi malum. Amerika’nın bir etkide bulunup SDG’yi entegre etmesini istiyor. Bu konuda da hep Ankara’daki Büyükelçi Tom Barrack’a bakıyoruz. Tom Barrack bir hafta öyle konuşuyor, bir hafta başka türlü konuşuyor. Hem Suriye’deki hem bölgedeki hem Ankara içindeki dengeleri gözetmek zorunda. Çünkü sadece Suriye Özel Temsilcisi değil, aynı zamanda Amerika’nın Ankara’daki Büyükelçisi.  Yani asıl portfolyosu sadece Suriye değil. Daha önemli görevi Türkiye ile ilişkiler. O nedenle Tom Barrack’ın da ne dediğine bakmak lazım, ama çok flu, net olmayan bir Amerikan politikasıyla karşı karşıyayız. 

Ama Türkiye askeri müdahalede bulunur ve Amerikan güçleriyle potansiyel bir riske girerse, bir çatışma riski doğarsa, Amerikan politikası birden netleşebilir, ki bu risk her zaman olabilir. Çünkü Amerika’nın, Suriye bölgesinde hâlâ 2000’e yakın askeri var diye biliyorum. Bazen azalıyor bazen yükseliyor ama 1000 olan rakam 2000’e çıktı. Türkiye, Amerika’nın Suriye’den bütünüyle çıkmasını bekliyordu, Ama Amerika Suriye’den çıkmadı. Bu da gösteriyor ki Amerika açısından Suriye’de bulunmak önemli. Hâlâ bir IŞİD tehdidi görüyorlar. Hâlâ Irak ve İran konusunda Suriye’de boşluk bırakmak istemiyorlar. İran’ın veya Irak’taki Şii milislerin Suriye’de tekrar çok güçlenmesini istemiyorlar. O nedenle Erdoğan’ın bir gözü içeride bir gözü Amerika’da olmalı ve dikkat etmeli. Yani Suriye’de atacağı adım hem içeride hem dışarıda kendisine pahalıya mal olabilir.

Ruşen Çakır: Evet Ömer çok sağ ol. Tabii kendisine pahalıya mal olurken, Türkiye’ye de pahalıya mal olabilir diye eklemekte yarar var. Evet Transatlantik’i sonlandırıyoruz. Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.