Bilgehan Uçak bu yazısında Yaşar Yakış’ın kariyeri, AKP dış politika deneyimi ve Suriye krizindeki görüşleri üzerinden Türkiye’nin dış politika anlayışı inceliyor.
Bazı insanlar sadece kendilerine nasip olacak unvan ya da sıfatlar edinirlerse, hayatlarının geri kalanında öyle anılmaları mukadderdir.
Yaşar Yakış, “AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı” olunca bahsettiğim makus talihi yaşadı.
Hariciye’de geçen ömrü, Riyad, Kahire ve Viyana Büyükelçilikleri’nde taçlanan kariyeri hep bu kısa süreliğine ifa ettiği görevin gölgesinde kaldı.
Yaşar Yakış’la hiç tanışmadıysak da bundan on sene kadar önce yazılı bir söyleşi yapmıştık.
Orada, AKP’nin parti programındaki dış politika bölümünü nasıl yazdığını detaylıca anlatmıştı:
“AK Parti’nin programını kaleme alan heyetin üyesiydim. Programı Bilkent Oteli’nin bir salonunda kaleme alıyorduk. Bir gün saat 23 dolaylarında idi. Programın son bölümü olan dış politika bölümüne gelmiştik. Yazım heyetindeki arkadaşlar, bana, ‘Dış politika senin uzmanlık alanın. Bu bölümü git evine ve sen kaleme al. Yarın bize okursun. Bir gözlemimiz varsa sana söyleriz’ dediler. Ben de o gece eve giderek sabahın 03.30’una kadar parti programının üç buçuk sayfalık dış politika bölümünü kaleme aldım. Ertesi günü arkadaşlarla birlikte okuduk. Herhangi bir değişikliğe ihtiyaç duymadılar. Böylelikle o gece kaleme aldığım metin AK Parti Programı’nın dış politika bölümü oldu. Sonra, AK Parti’nin henüz mevcut olmadığı TBMM erken seçim kararı aldı. Bizim 14 aylık bir parti olarak alelacele seçimlere hazırlanmamız gerekti. O gece yazdığım metni, seçim beyannamemizin dış politika bölümü yaptık. Seçim beyannamemizin metni o gece kaleme aldığım metnin satır satır aynısıdır. Sonra seçimleri kazanıp ben Dışişleri Bakanı olunca o metni 58. hükümet programının dış politika bölümü yaptık. Hükümet programı ile o gece kaleme aldığım metin karşılaştırıldığında görülecektir ki ilk metindeki her öge, orada yer aldığı sıra ile hükümet programında da yer almaktadır. Sadece metindeki ifade hükümet programı üslubuna uyarlanmıştır.”
Aynı söyleşide, 2008’e kadar izlenen dış politikanın doğru olduğunu ama sonrasında büyük hatalar yapıldığını ifade etmişti.
“En fazla zarar gördüğümüz politika Suriye”
“Suriye politikası büyük önem arz ediyor. Çünkü Türkiye’ye en fazla zarar veren politika budur” diyen Yakış, Türkiye’nin Suriye’de bir “bataklığa” saplandığını söylemekten de çekinmiyordu:
“Ekonomi dışındaki alanlarda verdiği zarar belki daha da büyüktür. Bu zararların belli başlıları şunlardır: Suriye politikası nedeniyle Türkiye uluslararası camiada yalnızlaşmıştır. Kriz sonrasında dahi Suriye ile ilişkilerimizin düzelmesi uzun yıllar alacaktır. Rusya ile ilişkilerimiz Suriye ile ilgili bir yanlış kararımız sonucunda bozulmuştur. Ortadoğu’ya yönelik ticaret yollarımız kapanarak oradaki rekabet gücümüzün azalmış ve pazarlarımızın kaybolmasına sebebiyet verilmiştir. Tüm bu nedenlerle, sonuçlarından en fazla zarar gördüğümüz politika Suriye politikamızdır.”
- Eski Dışişleri Bakanı ve emekli Büyükelçi Yaşar Yakış ile söyleşi: “Türkiye-BAE ilişkilerini gereksiz yere gergin tutmakta bir yarar görülmediği anlaşıldı”
- Türkiye’nin Arap açılımı: “İlişkiler düzelse bile hasarın izleri kalır” – Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile söyleşi
“Beş başlıkta Suriye’deki hatalar”
Yakış, Suriye politikasında hata gördüğü konuları beş başlıkta toplamış:
“Türkiye Suriye’de en başta doğru olanı yaptı. Bir ülkenin rejimi kendi halkına karşı nispetsiz güç kullandığı zaman halkın yanında yer aldı. Türkiye bunu yaparken uluslararası camianın belli başlı aktörleriyle birlikte hareket etti. Fakat o ülkeler, Suriye’de muhalif savaşçılara sağlanan silahların yanlış ellere gittiğinin farkına varınca frene bastı. Türkiye frene basmadı ve bir futbol terminolojisini kullanmak gerekirse, ofsayt pozisyonuna düştü. Türkiye’nin Suriye politikasındaki ikinci yanlış Beşşar Esed rejiminin kısa zamanda düşeceğini zannetmesi olmuştur. Ayrıca Türkiye diplomaside hiç yapılmaması gereken bir şey yaptı ve yumurtalarının hepsini tek sepete, Beşşar Esed’in kısa zamanda düşeceğini var sayan sepete koydu. Tahmini gerçekleşseydi bu politikasının meyvelerini toplayacaktı. Ama tahmin yanlış çıktı, şimdi Türkiye onun sıkıntılarını çekiyor. Suriye politikasındaki üçüncü yanlış, krizin daha başlarında Suriye ile tüm iletişim kanallarını kapatması, Şam’daki Büyükelçisini ve Halep’teki Başkonsolosunu geri çekmesi olmuştur. Hâlbuki ilişkiler ne kadar bozuk olursa olsun, iletişim kanalları açık tutulmuş olsaydı, ülkedeki gelişmeler üzerinde etkili olma imkânı o ölçüde fazla olurdu.”
Yakış devam ediyor:
“Dördüncü yanlış Rusya ile ilişkilerimize zarar vermiş olmakla birlikte Suriye bağlantılı olduğu için yine bu çerçevede zikretmemiz gerekir. Bu da Suriye’de bir Rus uçağını düşürmemizdir. Rus uçağının Türk hava sahasını ihlal ettiği doğrudur. Ancak 17 saniye süren ve Türkiye’nin güvenliğine herhangi bir tehdit yöneltmeyen bu eylem nedeniyle dost bir ülkenin uçağını düşürmek yanlış bir karardır. Nitekim bu kararın yanlış olduğunu makamlarımız da anlamış olsalar gerek ki daha sonra benzer şartlarda gerçekleşen bir ihlalde Rus uçağı bu kez düşürülmedi. Türkiye haklı dahi olsa, düşürme kararını uyguladığı takdirde bunun kendi ulusal çıkarlarına ne gibi zararlar verebileceğini takdir edebilmesi gerekirdi. Suriye konusunda yapılan beşinci ve en büyük hata şüphesiz, Beşşar Esed rejimini devirmeye çalışmamızdır. Bir ülkenin başka bir ülkedeki rejimi devirmeye çalışması uluslararası alanda yaygın bir uygulama haline gelirse, bunun nerede duracağı belli olmaz. Bugün Suriye’ye karşı kullanılan gerekçeler, yarın da başka ülkeler için kullanılır. Bu son derece tehlikeli ve sakınılması gerekli bir yöntemdir. Suriye’deki olumsuz gelişmelerden hepsinin sorumlusu tabii ki Türkiye değildir. Birçok gelişmeler Türkiye’nin iradesi dışında gelişmiştir. Ancak dış politikada bu tür gelişmelerin ortaya çıkabileceğini öngörememiş olmak da bir eksikliktir.”
Davutoğlu’nun dış politika yaklaşımından rahatsız
Yaşar Yakış’ın Ahmet Davutoğlu’nun dış politika yaklaşımlarından hazzetmediği aşikar.
Çarıklı bir ‘Monşer’in Hatıraları’nda Davutoğlu’nun adını sadece bir yerde -o da olumsuz bir şekilde- zikretmesinden de belli.
Söyleşide mülteci krizi ve vize muafiyeti konusuna da değinmişti:
“Mülteciler krizi Sayın Davutoğlu tarafından Türkiye’nin çıkarları ile AB’nin çıkarları arasında mümkün olan en dengeli çerçeveye oturtulmuştu. Mülteciler sorunu ile irtibatlı olan Schengen vizesi konusunda Türkiye, kendisinden beklenen 72 koşuldan beşini ve özellikle Terörle Mücadele yasasındaki terör tanımını daraltması koşulunu yerine getiremeyeceğini belirtince anlaşmanın geleceği belirsizliğe düştü. Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konuda, ‘Biz yolumuza gidelim, siz de yolunuza’ demek suretiyle bu konudaki kararlığını güçlü ifadelerle vurgulaması, anlaşmazlığa tuz biber ekti.”
Söyleşiyi yaptığımız dönemde AKP’den yeni ihraç edilmişti.
Davutoğlu’nun Başbakan olarak Cumhurbaşkanı’nın beklediğinden çok daha fazla inisiyatif kullanmaktan çekinmediğini, bu “yüksek profilli” halin de Cumhurbaşkanı’nın çevresinde rahatsızlık yarattığını söylüyordu.
Vize muafiyetine dair söyledikleri ise pek çok politikasına karşı olduğu Davutoğlu ile örtüşüyordu:
“Vize muafiyeti anlaşmasının yürürlüğe girmesi şimdilik biraz ertelenmiş gibi görünmektedir. Eğer 72 kriterin tamamı yerine getirilmiş olsaydı anlaşma haziran başında yürürlüğe girecekti. Şimdi en erken ekim ayında girebilecektir. Gerçi Sayın Cumhurbaşkanımız geçen yılın ilkbahar aylarında varılan bir anlaşma uyarınca vize anlaşmasının 2016 Ekim ayında yürürlüğe girmesinin zaten kararlaştırılmış olduğunu, sonradan Sayın Davutoğlu tarafından yapılan anlaşma ile bu yürürlük tarihinin ekimden hazirana alınması karşılığında 72 koşulun eklendiğini ifade etmiştir. Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanımıza yanlış bilgi verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. ‘Türkiye’nin tüm kriterleri yerine getirmesi’ sonradan getirilmiş bir koşul değildir. Bu koşul, anlaşmanın ekimde yürürlüğe girmesi halinde de geçerli idi. Avrupa Parlamentosu, tüm kriterler yerine getirilmediği takdirde vize anlaşmasının onaylanması konusunun gündeme alınmayacağı yolunda bir açıklama yapmıştır.”
Çarıklı bir ‘Monşer’in Hatıraları
Şu çarpıcı sözler de Yakış’a ait:
“Benim gözümde Türkiye’nin AB’ye katılma süreci, cumhuriyetin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma sürecidir.”
Bu söyleşiye seneler sonra yeniden dönmemin sebebi, vefatından kısa bir süre önce yayımlanan Çarıklı bir ‘Monşer’in Hatıraları adlı kitabını bu yakınlarda okumam oldu.
Kitabın adıyla başlayalım.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Aslında “çarık” ile “monşer” kelimelerini yan yana görmeye alışık değilizdir.
Ama burada özellikle vurgulandığına göre, Yakış’ın bize bir şey söylemeye çalıştığını düşünebiliriz.
Yaşar Yakış, hatıratına bu ismi vererek Hariciye’nin kapısının toplumun sadece seçkin kesimine değil, başarılı olan, sınavlarda kendini gösterebilen herkes açık olduğunu vurgulamak istemiş.
Yakış’ın Akçakocalı olduğunu biliyordum ama Laz olduğunu, anadilinin Lazca olduğunu, evde Lazca konuşulduğunu, Türkçeyi 4-5 yaşlarında öğrendiğini, çocukluğunun büyük bir sefalet içinde geçtiğini, ilk deri ayakkabısını ilkokul dörde giderken giydiğini, genç yaşta okumanın yanında çalışmak zorunda kaldığını, yatılı okuduğu Kütahya Lisesi’nde öğrendiği Fransızca ile İngilizce’den NATO Koleji’ndeki sınavda “anadil seviyesinde” sonuç aldığını, resepsiyonculuktan tercümanlığa pek çok işte çalıştığını, Belçika’ya tayin edildiğinde meramını anlatacak kadar Flamanca, Roma’da öğrenciyken biraz İtalyanca öğrendiğini, 41 yaşında Şam Büyükelçiliğine müsteşar atanacağını öğrenince Arapça kursuna yazıldığını ve kısa sürede bu dili de mükemmele yakın öğrendiğini, Irak Savaşı’nda Riyad’a füzeler düşerken şehirden ayrılmadığını, en çok Mısır’ı sevdiğini ve daha birçok şeyi bilmiyordum.
Ne yazık ki, artık ne böyle liseler var ne de düz liselerde kusursuz yabancı dil öğretebilecek öğretmenler.
Eskiye nazaran bugün, bütün teknolojik gelişmelere rağmen fırsat eşitliği konusunda çok geriye gittiğimiz kesin.
Yakış’ın kariyeri
Kimbilir kaç Yaşar Yakış’ı bu sistemde heba ediyor, öğütüyor, köyde-varoşta unutuyor ve içlerindeki cevheri ortaya çıkarabilecekleri bir imkân sunmadan bilinmedik bir yerlerde kaybediyoruz.
Anvers’te başlayan diplomatlık kariyerinde yolu Nijerya’dan Şam’a, Büyükelçilik öncesinde Dışişleri Müsteşar Yardımcılığı’na uzanmış.
Meslekten gelen diplomatların kaleme aldıkları sefaretnamelerde hariciye geleneğini kararlılıkla savunduklarını görürüz, Yakış da böyle yapmış, son senelerde adeta küfür niyetine kullanılan “Monşer”lerden biri olduğunun altını çizmiş.
Dönemin DPT Müsteşarı Yusuf Özal, bir gün, durup dururken Dışişleri Bakanlığı’nda “Köylü çocuğundan vali, paşa, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olur ama büyükelçi olmaz” diye bir söz olduğunu söyleyince Yaşar Yakış şaşırdığını, böyle bir sözü bugüne kadar hiç duymadığını, zira böyle bir söz varsa köylü çocuğu olarak evvela kendisinin duymasının icap edeceğini söyleyerek itiraz etmiş.
Yakış, yeterli donanıma sahip olan ve gerekli şartları karşılayabilen herkesin Dışişleri’nde yükselebileceğini, hatta Dışişleri Bakanı dahi olabileceğini bizzat kendi örneği üzerinden gösteriyor.
Anvers’teyken bir toplantıda şöyle demiş:
“Modern Türkiye, Atatürk’ü Allah’a; geri kalan her şeyi de Atatürk’e borçludur.”
Kitapta dikkatimi çeken bir de anekdot anlatıyor.
Riyad Büyükelçisi’yken Macaristan Büyükelçiliği’nde bir yemeğe katılmış.
Lübnanlı biri söz alıp, Osmanlı’nın bugün hayatta olduğu takdirde ne kadar “süper süper bir güç” olacağını anlatmış:
“Suudi Arabistan’ın, Libya’nın, Cezayir’in, Körfez ülkelerinin ve Irak’ın petrolü; Yugoslavya’nın kalifiye iş gücü, Mısır’ın büyük nüfusu, Türkiye’nin jeo-stratejik konumu, Yunanistan’ın derin filozofları nasıl da güçlü bir devlet oluştururlardı.”
Tabii bu Osmanlı övgüsü karşısında herkesin gözü Türkiye’nin Büyükelçisi’ne dönmüş.
Yaşar Yakış, “Osmanlı dönemi artık kapanmıştır” demiş ve şöyle devam etmiş:
“Şimdi, vaktiyle Osmanlı’yı teşkil eden ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik ve siyasi işbirliğini güçlendirme zamanıdır.”
Lübnanlı yemekten sonra yanına gelip Osmanlı hülyasını yineleyince Büyükelçi Yakış benzer bir cevap vermiş:
“Osmanlı Devleti tarihi ömrünü tamamlamıştır. Hiçbir Türk yetkilinin ağzından yeni-Osmanlıcılığı ima eden bir söz çıkmamalıdır. Bu korku yaratır. İrredantist duyguları kabartır. Onun için sen istersen söylemeye devam et, ama ben yeni-Osmanlıcılık teorilerini savunursam bu, eski Osmanlı coğrafyasında hassasiyet yaratır.”