Türk ve Kürt ittifakının, Türkiye’nin geleceğini çok olumlu değiştireceği gerçeği, henüz tam kabul görmüş değil.
Böylesi bir kavrayış yoksunluğunun engelleri ve nedenleri var. En büyük engel, Saray’ın kendisidir.
İki nedenden dolayı Saray, engel teşkil etmektedir:
Birincisi, iktidar mantığıdır. Her iktidarın yasası, kendini korumak istemesidir. Bu nedenle Saray, kendi iktidarını koruduğu sürece, Kürt-Türk ittifakının demokratik birliği mümkün olmaz. Saray, ancak kendi iktidarını koruyacak bir şekilde Kürt sorununa ilgi gösterebilir. Bu da Kürtleri asla memnun etmez. Ayrıca demokratik bir gelişmeye de hiçbir şekilde katkı sağlamaz. Öncelikle bunu görmek gerekir.
Saray’ın Kürt sorunun çözümünü istiyormuş gibi yapması, bence hem zaman kazanma hem de otoriter pazarlık numaralarından biridir. Siyasal İslamcılar, takiyye konusunda ustadırlar. Üstelik Kuran’daki Nahl suresi takiyye için dinsel ve ideolojik bir destek sunmaktadır.
İkinci engel, Saray’ın dayandığı zihinsel yapıdır. Ümmet zihniyeti, eğitim alanını ve üniversiteleri çöle çevirdi. 400 sahte diplomadan bahsediliyor. Bu sadece açığa çıkanlar. Sahte diploma sayısının 5 veya 10 bin veya daha fazla olduğunu varsaymak için nedenler vardır.
AKP zihniyeti, Türkiye’nin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Saray iktidarı, Türkiye için vücudu zayıf düşüren bir kanser tümörü gibidir. Ekonomi, siyaset, yargı, eğitim, üniversiteler, sağlık alanı, emekliler ve memurlar bu tümörden zarar görüyorlar. Tedavi edilmesi gerekir.
Yazımın başında şuna dikkat çektim: Türk ve Kürt ittifakının hem Türkiye’nin hem de Ortadoğu’nun geleceğini çok olumlu değiştireceğine işaret ettim. Ancak Kürt sorununun çözümünde engellerden ve nedenlerden bahsettim.
Saray iktidarının engel olduğunu ve olacağını belirttim. İktidarını kaybetmekten korkan Saray, siyasal açıdan engeller çıkarıyor. Suriye’deki Kürtlere uyarılarda bulunmak, esas olarak iktidar korkusunun yarattığı yıkıcı bir politikadır.
Türk ve Kürt ittifakının potansiyel gücünü anlamayanlar
Türk ve Kürt ittifakının doğuracağı olumlu gelişmeleri anlamayan veya anlamak istemeyen politik örgütler, enteller ve kişiler var.
Kimileri, Kürt düşmanlığı nedeniyle gözleri körleştiği için Türk-Kürt ittifakının potansiyel gücünü göremiyor. Zafer Partisi ve İyi Parti, böylesi partilerdir. Gürültü çıkarmaktan başka marifetleri yok; yapıcı hiçbir önerileri yok. Ne var ki, böylesi partiler olumlu önerilerden yoksun olmalarına karşın, konjonktürel olarak belirli bir yükselme ivmesi yakalayabilirler. Ancak Türk-Kürt ittifakının ete kemiğe bürünmesiyle, böylesi partilerin süreç içinde toplumdaki etkilerini ve belirli desteklerini yitirmeleri mümkündür.
Kimileri, ulusalcılığın kıskacına kapılmışlar. Kendilerini Kemalist ve Atatürkçü sananlar, 19. yüzyıldan kalma köhne ideolojileriyle bir yere ulaşacaklarını sanıyorlar. Bu köhne ulusalcı ideolojiler hem Türkiye Cumhuriyetinin demokratikleşmesinin önüne engeller çıkarıyorlar hem de anti-demokratik Saray rejiminin ömrünü uzattığını göremiyorlar.
Gerçi Türk-Kürt gerilimi ve savaşı, köhnemiş ideolojiye belirli bir canlılık kazandırdı; ama köhne düşüncelerin uzun vadede gelecekleri yoktur. Dolayısıyla köhne ideolojilere saplananlar, Yeni Türkiye için öneriler sunamayan, çözüm gücü olmaktan çok, sorun yaratan tiplerdir. Sözcü TV ve gazetede birçok unsuru köhnemiş ideolojilerin temsilcileri olarak görmek mümkündür.
Kimi partiler de sınıf mücadelesini bahane ederek, Kürt sorunun çözümünü bilinmez bir tarihe erteleme derdindeler. Sınıf mücadelesi adına ulusal soruna önem vermemek, gizli bir şovenizmdir. Sınıf mücadelesini gerçekten düşünenler, sınıf mücadelesinin gelişmesini engelleyen milliyetçiliğe ve şovenizme karşı tavır almak zorundadır. Türk-Kürt çatışmasının olduğu yerde sosyalizm ve sınıf mücadelesi yeşeremez.
Demokratik ulus nedir?
Türk-Kürt ittifakının ete kemiğe bürünmesi için bize yol gösterecek, bir yol haritası ve politik bir proje gereklidir.
İşte demokratik ulus anlayışı, bize bir yol haritası ve politik bir proje sunmaktadır.
Demokratik ulus nedir ve neyi amaçlıyor?
Türkiye özelinde demokratik ulus şunu amaçlıyor: Aynı coğrafyada yaşayan farklı iki milliyet, birbiriyle eşit ve dayanışmacı bir yaşamı sürdürebilir ve böylesi bir yaşam mümkündür. İki kültür, birbirini zenginleştirerek daha gelişkin politik bir kültür yaratabilir.
Demokratik ulus meselesinin anlaşılması için bir analojiye başvurarak Ortaçağ’daki devlet ile modern çağdaki ulus devleti birbiriyle karşılaştıracağım.
Ortaçağ’da her devlet, belli bir dine dayanıyordu. Örneğin Hıristiyan dünyada Katolik kilisesi, toplumsal yaşamın her alanında, yani ekonomik, siyasal ve kültürel alanda söz sahibiydi. Dine dayanan devlet, her şeyi belirliyordu. Yani devlet, ekonomi, kültür ve dil alanında tekelci konumdaydı.
Bu durum, burjuva sınıfının gelişmesini engelliyordu. Avrupa’da burjuva sınıfının aydınları, kilisenin yönetimine ve Hristiyanlığa karşı yıllar süren bir mücadele yürüttüler:
18. yüzyıl burjuva aydınlanmasının üç kazanımı
Burjuva aydınlanmacılarının yürüttüğü mücadelenin üç büyük sonucu oldu:
Birincisi; akıl, kilisenin dinsel dogmatizminden kurtuldu, özgürleşti. Ancak bu sınırlı bir özgürleşmeydi.
Çünkü burjuvazi, dine karşı tam kararlı bir mücadele yürütemedi. Örneğin, 1789 Fransız Devrimi’nden 15 yıl sonra başa gelen Napolyon, din olmadan yoksulların yönetilemeyeceğini iddia ederek tekrar Roma Katolik Kilisesi ile bağlar kurdu.
Marx’ın bu konuda güzel bir sözü var: “Burjuva aydınlanması, aklımızı dinin dogmalarından kurtardı; fakat yoksulların kalbini inancın zincirlerine bağladı.”
İkincisi; din ve devlet birbirinden ayrıldı. Gerçi bu farklı ülkelerde farklı biçimler aldı. Fakat devlet ve dinin birbirinden ayrılması genel olarak üç önemli gelişmeye yol açtı:
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
a.) Din, kamusal ve politik alanın dışına atıldı. Dinin, devletin dünya işlerine karışması ve katılması engellendi.
b.) Devletin dini olmadı ve her devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi.
c.) Dinin politik araç olarak kullanılması genellikle engellendi.
Burjuva aydınlanmasının üçüncü başarısı şudur: Dinsel inanç, devlete yön veren bir doktrin yerine, özel alan olarak görülmeye başlandı.
Ulus ile devleti birleştirmenin sorunları
Fakat burjuva aydınlanması, dinin yerine ulusu, ulusal kimliği geçirerek ulus ile devleti birleştirdi. Etnik açıdan hemen hemen homojen olan toplumlarda ulus ve devletin birleşmesi sorun oluşturmaz. Fakat birçok milliyetin yaşadığı, etnik bakımdan heterojen ülkelerde, ulus ile devletin birleşmesi büyük sorunlar yaratır. Nihayet Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri uluslaşma krizinden kurtulmadı.
Heterojen olan Anadolu’ya, homojen bir etnik gruba dayanan klasik ulus-devlet gömleği giydirildi. Ancak gömlek dar geldi; dikişler ve düğmeler çözülmeye başladı.
Aslında yapılması gereken, İsviçre’de olduğu gibi, heterojen etnik gruptan oluşan bir ülkenin yapısına uygun politik biçim bulmaktı. Fakat bu yapılamadı. Bu eksikliğin bedelini Türkiye çok pahalı ödedi ve hâlâ ödemeye devam ediyor. Erdoğan, Kürtlere karşı savaşta 2 trilyon dolar harcandığını dile getirdi. Savaş, onbinlerce insanın yaşamına mal oldu.
İşte Demokratik Ulus Projesi, Türkiye halklarının ağır bedeller ödemesinin önüne geçecek politik bir projedir.
Burjuva aydınlanmacılar dini ve devleti birbirinden ayırmayı başardılar, ancak dinin yerine milli kimliği geçirerek başka tür sorunlara zemin hazırladılar.
Demokratik Ulus Projesi, devlet ile ulusu birbirinden ayırır; bir başka deyişle ulusal kimlik ile devletsel kimliği birbirinden ayırır. Demokratik Ulus projesi üç şeyi başarır.
Demokratik ulusun kazanımları nedir?
Birincisi: Aklımızı, milliyetçiliğin dogmalarından (“Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi…) kurtarır. Bu slogan, geçmişte Türk ulusu yaratmak için belki gerekliydi; fakat bugün hem gereksiz hem de zararlıdır.
Aynı coğrafyada yaşayan Kürtler karşısında “Bir Türk dünyaya bedeldir” demek, hem anlamsızdır hem de Türk-Kürt ittifakının ruhuna aykırıdır.
İkincisi: Demokratik Ulus projesi, ulus ile devleti, yani ulusal kimlik ile devletsel kimliği birbirinden ayırmayı öngörür.
Ulusal kimlik veya ulusal aidiyet, özünde dilsel ve kültürel bir bağdır.
Devletsel kimlik (vatandaşlık) veya devletsel aidiyet ise yasal, hukuki ve siyasi bir bağdır.
Dolayısıyla bu iki kimlik birbirinden farklıdır.
Ulus ile devletin birbirinden ayrılması üç önemli gelişmeye yol açar:
a.) Ulusal kimliğin duygusallığından kurtulmuş bir devlet, daha akılcı ve rasyonel olur. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti devletinin PKK’ya karşı yürüttüğü ve 2 trilyon doların harcandığı savaşın akılcı bir yanı yoktur. Tam tersine, Türkiye halkına maddi, insani ve ahlaki yoksullaşmadan başka bir şey getirmedi.
b.) Demokratik Ulus anlayışı, devletin milli kimlikler karşısında eşit mesafede durmasını gerektirir. Çünkü belli bir ulusal kimliğe dayanan devlet, diğer milli kimlikler üzerine baskı uygulamak ve onları dışlamak zorunda kalır.
c.) Demokratik Ulus anlayışının önemli bir sonucu, milli kimliğin politik araç olarak kullanılmasını engellemesidir. Çünkü ulusal kimliğin politik araç olarak kullanılması, aynı coğrafyada yaşayan milliyetler arasında gerginliği artırır.
Demokratik Ulus projesinin getireceği üçüncü başarı, ulusal kimliğin bireysel-kültürel alan olarak görülmesidir.
Neyi kast ediyorum? İnsanlar birey olarak “Ben Türküm, gurur duyuyorum” diyebilir. Fakat devlet, “Türklerin devletiyim” dediği zaman, bizim gibi heterojen etnik kimlikleri içeren Anadolu’da diğer etnik kimlikleri devletin dışına atmış olur. Bu ise toplumda daha büyük gerilimler yaratır.
Demokratik Ulus projesi, Türk-Kürt ittifakına önemli zihinsel zemin hazırlayan bir projedir.