İsmail Fatih Ceylan, İttihatçı paşaların Mondros Mütarekesi sonrası İstanbul’dan gizlice kaçışını ve Enver Paşa’nın sürgünde yaşadığı çalkantılı süreci anlatıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin cephesinde art arda yaşanan yenilgiler ve İngilizlerin önünde sürekli geri çekilişler yaşanırken Bulgaristan 29 Eylül 1918’de Birinci Dünya Harbi’nden çekildiğini açıklamış, Almanya, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan’ın sosyal, ekonomik ve askeri güçlerinin tükenmesi İttifak Devletleri’nin savaşa devam etmelerine imkân kalmamıştı.
Bu gelişmeler Osmanlı’da hükümet krizine neden oldu. İttihat ve Terakki Partisi’nin Meclisteki çoğunluğuna rağmen, Talât, Enver ve Cemal Paşalar iktidardan uzaklaştırıldılar. 14 Ekim 1918’de Mareşal Ahmet İzzet Paşa Hükümeti kuruldu.
İsmail Fatih Ceylan yazdı: İttihatçı paşalar nasıl kaçtı?
19 Eylül 1918’den 26 Ekim 1918 tarihine kadar geçen ve takriben 40 gün devam eden düşman önünde geri çekilme süresince ordunun büyük bir kısmı imha edilmiş, 75.000 esir verilirken 360 top, 800’den fazla makineli tüfek, 200 kamyon, 44 otomobil, 89 lokomotif, 468 yük ve yolcu vagonu zayiatı olmuştu. Mekke, Medine, Kudüs, Gazze, Bağdat, Beyrut, Şam, Halep gibi şehirler elden gitmişti.
Çekilmeler sürerken 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı.
Birinci Dünya Savaşı yenilgisi, İttihat ve Terakki’nin yenilgisiydi. Talât Paşa kabinesinin istifası ile birlikte iktidarı bırakmak zorunda kalan İttihatçılar bir çeşit panik içinde kalmışlardı. Hürriyet kahramanı, 1908’de Meşrutiyeti ilan eden, Sultan Abdülhamit’i tahttan indiren, Enver Paşa ve İttihatçılar, şimdi ülkeyi maceraya sürüklemekle, Osmanlı’yı batırmakla suçlanıyordu.
Mondros Mütarekesi’nin müzakerelerinin devam ettiği 1918 yılının ekim ayının son günlerinde tartışılan konuların başında, İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun ülke içinde kalıp kalamayacakları konusu geliyordu.
Bir görüşe göre, gizlice kaçarcasına, hatta kanunları bile bir tarafa iterek ayrılmalarında, sadece şahıslarının değil, bir zamanlar temsil ettikleri devletin haysiyeti de söz konusu idi. İkinci görüşe göre ise, ne pahasına olursa olsun vatan terk edilmeyerek tarih ve kanun önünde hesap verilmeliydi.
Enver Paşa, memlekette kalmaları durumunda can güvenliği hususunda endişe taşıyordu. Bu endişe, İttihat ve Terakki’nin diğer üyeleri tarafından da paylaşılıyordu. Cemal Paşa da, can güvenliği hakkındaki endişelerini dile getirdi. Hicaz’daki sert tutumu, Araplara şiddet uygulaması, 300 kadar Arap aşiret reisini idam ettirmesi sonucu Araplar İngilizlerin yanına geçmek zorunda kaldı suçlamaları vardı. Cemal Paşa, buhranlı ve tehlikeli zamanlarda bulunduğu makamların kendisine yüklediği ağır vazifeler dolayısıyla, bazen şiddetli ve kati hareketlere mecbur kaldığını söylüyordu. Şimdi birçok düşman kazanmıştı, halk kendisine öfkeliydi. Her an biri kendisine bir şeyler yapabilirdi. Bu yüzden muhafız sıfatıyla karargâhında bulundurduğu otuz kadar seçme eri aynı maksatla evinde ve çevresinde bulunması gerektiğini ifade ediyordu.
Paşalar sokak feneri direklerine asılacaklar
Paşalar grubunun kaçışlarının ikinci sebebi ise, mütarekenin imzalanmasından sonra İstanbul’un, özellikle Beyoğlu kesiminde, azınlıkların işgalci kumandan, subay ve erlerle kol kola yaptıkları taşkınlıklardı. İstanbul henüz işgal edilmeden, işgalci rolünü benimseyen bu iç-dış unsurlar birleşimi boğucu bir intikam ortamı meydana getirmişti. Görüldükleri yerde vurulacakları, linç edilecekleri, Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları gibi söylentiler ayyuka çıkmıştı. Eylemlerin gelişmesi, İttihatçıların nasıl bir hırpalanmaya uğrayacaklarının habercisi gibiydi.
Kaçışın bir diğer sebebi ise; İttihat ve Terakki’nin ana gövdesi olan Enver, Cemal ve Talât paşaların ülke içerisinde kalmaları durumunda İtilaf Devletleri tarafından daha ağır şartların dayatılacağı korkusu taşınmasıydı.
Son bir sebep ise, Hürriyet ve İtilafçıların, İttihat ve Terakki idaresi altında mağdur olduklarını düşünmeleri ve bunun intikamını alabilmek için fırsat kollamalarıydı. Savaş ve tehcir suçlusu olarak İttihatçılardan hesap sormaya kalkışılma ihtimaliydi. Bu hesabın sorulacağı isimlerin başta gelenleri ise Enver, Cemal ve Talât paşalar olacaktı.
Merkez-i Umumi’de yapılan ve kaçışa karar verilen toplantıdan sonra karşılaşılan ilk mesele, kimlerin yurtdışına çıkacakları ile ilgili listenin oluşturulması idi. Bu listede şu isimler vardı: Enver, Cemal ve Talât paşalar ile birlikte Beyrut eski valisi Azmi Bey, Eski Polis Müdürü Bedri Bey, Dr. Nazım, Dr. Bahattin Şakir, Dr. Rüsuhi Bey ve umumi katiplerden Mithat Şükrü Bey. Mithat Şükrü Bey daha sonra listeden çıkarıldı.
Artık kaçışa karar verilmiş ve kimlerin gideceği belli olmuştu. Kaçış, 2-3 Kasım 1918 gecesi gerçekleşti. Onların nasıl kaçtığına dair gazetelerde çeşitli rivayetler yazıldı.
Her üç paşa da, gitmeden önce Sadrazam İzzet Paşa’ya birer mektup bıraktılar. Enver Paşa tarafından kaleme alınan mektup diğerlerinden farklıydı. Talât ve Cemal paşaların mektuplarına nispetle daha resmi ve soğuk bir ifadeyle yazılmış olan bu mektubun İzzet Paşa’ya yazıldığına dair bir ifade bulunmuyordu.
Talât ve Cemal Paşaların mektuplarında, yurtdışına çıkıştan sonra nereye gidileceği belirtilmemiş iken Enver Paşa, Kafkasya’ya gideceğini ve orada bir İslâm İstiklâlinin ortaya çıkmasına yardım edeceğini açıkça söylüyordu. Yine Enver Paşa’nın mektubunda, Talât Paşa’nın mektubunda olduğu gibi maddi servetini izah etme veya Cemal Paşa’nın mektubunda olduğu gibi ailesi ile ilgili bazı isteklerde bulunma satırları yer almamıştı.
Paşaların bırakmış oldukları mektuplar, İstanbul basını tarafından büyük bir kızgınlıkla değerlendirildi. Özellikle Cemal ve Talât paşaların, ilk fırsatta dönerek açık alınla hesap vermeye hazır olduklarını yazmaları, basındaki İttihatçılara olan kızgınlığı daha da arttırmıştı.
Paşaların kaçtıklarının kesinleşmesi üzerine, basının birinci derecede bu işten sorumlu tuttuğu makam, İzzet Paşa Hükümeti idi. Genel kanaat, bu hükümetin, paşaların kaçışlarını kolaylaştırdıkları ve gerekli tedbirleri almadıkları yolunda idi. Aslında başta Enver, Cemal ve Talât paşalar olmak üzere İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun ülkeyi terk etmesini önleyecek bir kuvvet, o an için Osmanlı Devleti’nde mevcut değildi.
Kaçışı organize eden Alman subay
Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na sokan ve yenilginin baş sorumlusu olarak görülen Enver, Talât ve Cemal paşaların İstanbul’dan kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer’di. Yüzbaşı Baltzer Kasım 1933’de “Orientrundschau” adlı dergide bu organizeyi “Dünya Savaşı’nın üç büyük Türkü, Talât, Enver ve Cemal Paşa’nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918’den bir anı” başlığı altında yayınlandı.
Bu yazısında, savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul’da “Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları” yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul’daki Alman Akdeniz Filosu Karargâhı’nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirtiyor ve sonraki gelişmeleri aşama aşama anlatıyor:
“1 Kasım 1918’de, İstanbul’da Alman Akdeniz Filosu Karargâhı’nda Türkiye’nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargâhın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum.”
Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü’nden denize açıldıklarını, önce Moda İskelesi’nde parolayı sorduklarında “Enver” cevabını aldıktan sonra Talât Paşa’yı, eski İstanbul Valisi Bedri Bey’i ve beş kişiyi aldıklarını, ardından Arnavutköy’den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa’yı, son olarak da Boyacıköy’den Cemal Paşa’yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini ayrıntılarıyla açıklıyor.
Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını yazan Yzb. Baltzer, konuklarını eskiden Rusların Karadeniz Filosu’na ait olan ve birkaç haftadır Alman bayrağı altında görev yapan R-1 torpidosunun “geniş ve ferah kaptan kamarası”na bıraktıktan sonra, Tarabya’da oturan askeri rahibin evinde kalan gemi kaptanı Yüzbaşı Alfred Kagerah’ı çağırmaya gittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
“Şimdi Almanya’nın başpiskoposu olan Rahip Müller bu gece yarısı ziyareti karşısında epey şaşırdı. Biraz sonra kaptanı gemisine götürdüm ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol’a götürüp, karaya çıkarma emrini ilettim.
Geminin kaptan kamarasındaki yuvarlak masa etrafında toplanmış, sessizce oturan Türk konuklarımızın ellerini sıktım. Bu kişiler kendilerini belirsiz bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Fakat bir zamanlar Türkiye’nin en güçlü üç kişisinin sonunun, bir kaç yıl sonra yabancı diyarlarda feci bir şekilde olacağını kimse bilemezdi.”
Fransız hayranlığını yıkan Fransız General
Paşalar yurtdışına çıktıktan sonra 13 Kasım 1918’de galip devletlerin 60 kadar gemiden oluşan filoları Marmara’dan süzülerek Dolmabahçe önlerine ve Boğaz’a doğru ilerlediler. Artık Çanakkale’den rahatça geçmişler, İstanbul’a gelmişlerdi.
Düşmanın İstanbul’a girişi sadece denizden değil, karadan da gerçekleşmişti. Fransızlar da Trakya üzerinden General Franchet d’Esperey komutasında İstanbul’a geldi. Fransız General Franchet d’Esperey’in ilk icraatı Dolmabahçe Sarayı’nın boşaltılmasını istemek oldu. Ancak diğer galip kumandanlar buna karşı çıkınca, bu sefer Enver Paşa’nın Arnavutköy Kuruçeşme’deki yalısını istedi. Yalıyı hemen işgal ettiler ve Enver Paşa’nın eşi Naciye Sultan’dan 24 saat içinde yalıyı boşaltıp çıkmalarını istediler. Yanlarında erkek olmayan Naciye Sultan ve kızı Mahpeyker kimseden yardım alamadan yalıdan ayrıldı ve Talât Paşa’nın Sultanahmet’teki konağına sığınmak zorunda kaldı.
Enver Paşa’nın yalısına yerleşen Fransız Komutan Franchet d’Esperey, diğer galip devletlerin subayları gibi İstanbul Beyoğlu’ndaki Rum ve Ermeni azınlıklarla vakit geçirmeyi seviyordu. O günlerde eski Romalı imparatorları gibi beyaz atına binip gösterişli bir merasim yapma hevesine kapıldı ve bunu gerçekleştirdi.
Atının dizginlerini iki taraftan asker çekiyor, önünde mızıkalar çalıyordu. Ardında büyük üniformalı kumandanlar, subaylar, süvariler yürüyordu. On binlerce insan avuçları patlayasıya alkış tutmaktaydı. Beyoğlu binaları Fransız ve Yunan bayraklarından görünmüyordu. Alkış, hurra sesleri yeri göğü inletmişti.
Ancak onun bu hareketi, Osmanlı’da belki yüz yıldır yerleşmiş olan Fransa hayranlığını yerle bir etti. Osmanlı aydınları, subaylar, memurlar, Jön Türkler ve İttihatçılar için Batı demek o yıllarda Fransa demekti. Türk yazar ve şairlerinin en büyük özelliği Fransızcayı bilmekti. Yazılarında, romanlarında mutlaka Fransızca cümleler kurarlardı. Onların örnek aldıkları, üstad bildikleri Fransız edebiyatçılarıydı.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Osmanlı idarecilerinde, subaylarda ve aydınlarındaki bu hayranlık aşk derecesindeydi. Fransa demek sanat, medeniyet demekti. Zarafet, kültür, sanat, edebiyat, dil, terbiye sadece Fransa’da vardı. Okul kitaplarında Osmanlı padişahlarından çok Fransız ihtilalinden bahsedilir, Osmanlı tarihinden çok Fransız tarihi anlatılırdı. Hürriyet, vatan sevgisi Fransa demekti. Yenilikçi hareketler, Tanzimat, yeni ordu, kurulan cemiyetler, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat Terakki hep Fransa’dan ilham almıştı.
İşte böylesine sevdalı oldukları Fransızlar İstanbul’daydı ama bu Fransızlar hiç de hayal ettikleri gibi değildi. İstanbul halkına davranışları, küçümsemeleri, aşağılamaları, hakaretleri Fransız hayranı yazarları, aydınları, askerleri büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Bunların başında gelen, yazılarında mutlaka Fransızca cümleler kurmakla ünlü Sami Paşazade Sezai, İclal isimli eserinde o günü büyük bir teessüfle anar. “General Franchet d’Esperey İstanbul’un ortasındayken, kendini sanki Afrika’da zencilerin arasında sanıyordu.”
Fransız General, Osmanlı’daki Fransız hayranlığını derinden sarsmıştı.
İsmail Fatih Ceylan yazdı: İttihatçı paşalar nasıl kaçtı?
Enver Paşa’nın Berlin’e giden trenden kaçması
Enver Paşa ve diğer İttihatçı arkadaşları 3 Kasım 1918 tarihinde Sivastopol’a ulaştılar. Buradaki Alman askerî yetkilileri misafirleri olan İttihatçı liderleri Berlin’e göndermek istiyordu. Enver Paşa’nın Kafkasya’ya gitmek arzusu, İtilaf devletleriyle bir kriz oluşturacağı gerekçesiyle kabul görmedi. Bir askeri tren onları alıp Berlin’e götürecekti ama yollar emniyetli değildi. O yüzden trenler geceleri duruyor, gündüzleri devam ediyordu. Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talât Paşa’nın ve diğerlerinin yolculuk ettiği tren de ilk ara istasyonda geceyi geçirmek için mola verdi.
Sabah olup tren hareket ettiğinde Enver Paşa görünmedi. Kompartımanında kendisi de, eşyaları da yoktu. Bütün vagonlar arandı, istasyon ve çevresine bakıldı ama bulunamadı. Enver Paşa gecenin karanlığında paltosunu, bavulunu alıp kimseyle vedalaşmadan kayıplara karışmıştı.
Trenden habersiz ayrılan Enver Paşa, Kırım’ın bir kıyı kasabasına gelmişti. Burada bir tekne kiralayıp denize açıldı. Enver Paşa tekne sahibinden kendisini Kafkaslara ulaştırmasını istemişti. Kıyıdan oldukça uzaklaştıklarında deniz kabardı, büyük bir fırtına patlak verdi. Sağanak yağmurlar bardaktan boşanırken tekne güç belâ Kırım sahillerinde ilerledi. Üç gün üç gece sonra tekne karaya vurduğunda kendinden geçmişlerdi. Onları gören köylüler kucaklarında taşıyıp bir eve getirdiler.
İtilaf Devletleri’nin, Kafkasya’daki Osmanlı birliklerini etkisiz hale getirip kumanda heyetini de dağıttıklarını öğrenen 38 yaşındaki Enver Paşa, bir süre sonra iyileşip bu sefer zorlu bir tren yolculuğundan sonra Nisan 1919’da Berlin’e ulaştı. Almanya’ya gelişini Talat ve Cemal Paşa’lardan başka kimse bilmiyordu.
İngiliz gazeteleri onun Kafkasya’da, Kürdistan’da, Türkistan’da olduğuna dair haber yaparken Enver Paşa, bir ziraatçı kılığında Almanya’nın Babelsberg kasabasında kalıyordu. Almanya’da yeniden teşkilâtlanmaya çalışan İttihat ve Terakki’nin faaliyetlerinin içine girdi.
Enver Paşa, savaş kaybedilince düşmanın Anadolu’da dahil olmak üzere vatanı işgal edeceğini tahmin edebiliyordu. Böyle bir işgale karşı Güney Kafkasya’da, 1918 yılı başlarından itibaren yapmış olduğu askerî yığınağı kullanarak savaşın “ikinci safhasını” başlatmak ve bu askerî birlikler ile Milli Mücadeleyi başarıya ulaştırmayı hedeflemişti.
Ancak gerek İtilaf Devletleri, gerek İstanbul basını üç paşa aleyhinde bir hava estiriyorlardı. Düne kadar Enver Paşa’yı “Hürriyet Kahramanı” görenler, şimdi ülkeyi batıran kişi olarak gösteriyorlardı. Üstelik bunu yapanların çoğu Enver Paşa’nın eski dostları, onun sayesinde makam mevki sahibi olanlardı.
Enver Paşa ve arkadaşları İmparatorluğu bitirmişler, koca memleketi mahvedip kaçmışlardı. Sarıkamış’ta 90 bin kişi hiç yoktan yere donarak ölmüştü. Balkan şehirleri, Mekke, Medine, Şam, Bağdat, Halep, Kudüs, Gazze, Kudüs gibi şehirler onların yüzünden elden gitmişti.
Enver Paşa ve ittihatçı arkadaşlarının amacı en kısa zamanda tekrar vatanlarına geri dönmekti. Ama onlar yurt dışında iken İstanbul’da gıyaben yargılanıp idama mahkûm edilmişlerdi. Yine de Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadele’nin her safhası ile ilgilenmişler ve katkı sağlamak istiyorlardı. Fakat Milli Mücadele lideri Mustafa Kemal ve etrafındakiler özellikle Enver Paşa’nın ülkeye girmesini istemiyordu.
Enver Paşa Moskova’da
Rusya’da yaşanan Kızıl Ordu ve Beyaz Ordu iç savaşı sonunda kazanan taraf Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte, Enver Paşa önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istiyordu. Enver Paşa Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919 ile Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkmış, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmişti. Burada Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin ve Lenin’le görüştü. 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de gerçekleşen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ı temsilen katıldı. Ancak Sovyetlerin Türkiye ve başka Müslüman ülkelerdeki milliyetçi hareketleri gerçekten desteklemediği izlenimi alarak Ekim 1920’de Berlin’e döndü. 15 Mart 1921’de Talât Paşa’nın Ermenilerce öldürülmesinden sonra İttihat ve Terakki’nin başlıca önderi durumuna geldi.
1921’de tekrar Moskova’ya giden Enver Paşa, Ankara Hükümeti’nin Moskova’ya gönderdiği Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk delegeleriyle görüştü. Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine katılmak istediyse de kabul edilmedi. TBMM’de bulunan bazı eski İttihatçılar, onun Mustafa Kemal Paşa’nın yerini almasını istiyorlardı. Temmuz 1921’de Batum’da bir İttihat ve Terakki kongresi topladı. 30 Temmuz’da Ankara’ya Yunan saldırısı başlayınca Anadolu’ya girmeyi umut etmeye başladı.
İttihatçılara Türkiye’ye giriş yasağı
Enver Paşa’ya göre, Milli Mücadele’yi yapan halkın oluşturduğu birliklerdi. Mustafa Kemal ise Vahdettin’in görevlendirmesiyle mücadelenin başına geçmiş ama kendisi o zamana kadar savaşa bizzat katılmayan birisiydi. Yunanlıların Ankara’ya kadar gelmesine sebep olmuştu, halk Enver Paşa gibi savaşacak bir lider arıyordu. Amacı milli mücadeleyi bölmek değil, katkıda bulunmaktı.
İsmail Fatih Ceylan yazdı: İttihatçı paşalar nasıl kaçtı?
1921 yılında Mustafa Kemal ve Enver Paşa arasında yaşanan gerilim sonucu yurtdışında olan İttihatçılara Türkiye’ye giriş yasağı kondu. Akabinde Enver Paşa ve sair İttihatçılar için tutuklama kararı çıkartıldı. Enver Paşa, Mustafa Kemal’e yazdığı bir mektupta ona olan sert tutumunu şu sözlerle ifade etti:
”Şimdi sen, ben başta olmak üzere arkadaşların memlekete gelmemesini istiyorsun değil mi? Sebep de güya bizim gelmemizle memlekette bir ikilik çıkacak diyorsun, öyle mi? Hariçte kalmanın maksad-ı umumimiz olan başta Türkiye olmak üzere kurtarmaya çalıştığımız İslâm âlemi için faidesiz olduğunu hissettiğimiz anda memlekete gideceğiz. İşte, bu kadar!”
Yurtdışında, Sovyetlerle kurduğu ilişkilerle Millî Mücadele’ye destek sağlamaya çalışan Enver Paşa’dan, Sakarya Savaşı sonrasına kadar, “Anadolu’ya gelir” diye korkulmuştu.
Bu savaşın Türk Ordusunun zaferi ile sonuçlanmasına kadar, Sovyetler de Enver Paşa’yı önemli bir muhatap olarak değerlendirmiş ve ilişkilerini öyle sürdürmüştü.
O zamana kadar yaşanan başarısızlıklar ve Yunan Ordusunun Sakarya boylarına dayanması, asker ve halk arasında, hatta Büyük Millet Meclisi’nde Enver Paşa’nın Anadolu’ya gireceği, Millî Mücadele’nin başına geçeceği beklenti ve söylentilerini yoğunlaştırmıştı. Enver Paşa, savaş yenilgisine ve eleştirilere rağmen, hâlâ gözü pek bir kahraman olarak biliniyordu.
Enver Paşa’nın fikri Anadolu’ya dönmek değil, Millî Mücadele’ye dışarıdan yardım etmekti ancak, Yunan ordusunun Ankara’ya yaklaşması onun da düşüncelerini değiştirmişti. Eğer Türk ordusu Sakarya önünde yenilirse, Millî Mücadele yürütülemiyor demekti ve ne pahasına olursa olsun müdahale etmek gerekecekti.
Batum’da Sakarya Savaşı’nın sonucunu bekledi
Enver Paşa, Sakarya Savaşı öncesinde gizlice Batum’a gelir ve bir kenara çekilmiş 1030 numaralı bir vagonda savaşın sonucunu beklerken, yenilgi halinde Anadolu’ya gireceğini de açıkça beyan etti. Savaş Türk askerinin zaferi ile sonuçlanınca, Enver Paşa da, Türkistan’a doğru çizmiş olduğu hedefe yürümeye karar verdi.
1 Mayıs 1922 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesi Enver Paşa’nın Kafkasya’dan Trabzon’a geçme hazırlığı içinde olduğu, Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Enver Paşa’ya destek verdiği ve Trabzon’daki Enver Paşa yandaşlarının örgütlenmelerini Küçük Talât Paşa ile Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın sağladığı konusunda dedikoduların olduğunu yazmaktaydı.
Eylül ayında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi kazanılınca, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız hale geldi. Enver Paşa bu aşamadan sonra yanında Teşkilât-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla birlikte Bakü’den Buhara’ya geçti.
Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermekti. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişti ancak 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşeviklere karşı giriştiği bir çatışmada öldürülerek şehid edildi.
Ruslar mevzii işgal ettikleri vakit Enver Paşa’yı cesedinden tanıyamadılar. Zira üstünde bir asker kıyafeti vardı ve sakalı bir karıştan fazla uzamıştı. Cenazeyi olduğu yerde bıraktılar. Enver Paşa’nın cenazesi dört gün boyunca ortada kaldı. Daha sonra oraya gelen Ruslar (cesedi) civarda bir yere gömdüler ve ölen adamın Enver Paşa olduğunu, ele geçirdikleri kabilelerden öğrendikten sonra teşhis edebildiler.