13 Eylül, Roald Dahl’ın doğum günü. Dahl, benim gözümde deli bir hikâye anlatıcısı. Anlatıları ve üslubu, duruşumu ve kimliğimi etkiliyor. Bu yüzden doğum ve ölüm günlerini fırsat bilerek onu hatırlamayı seviyorum. Özellikle dokumaya çalıştığım bir barış etiği var; bu alanla ilgili tüm çalışmalarımı “Barış Çemberi” adı altında topluyorum. Dahl, bu çembere ilham olan isimlerden biri. Onun eserlerindeki rahatsız edici duruşu ve ters köşe eden oyunbazlığı barışçıl bir katkı olarak okumaya sunuyorum.
Barışçıl olmak, ağzımızın tadı bozulmasın türünden bir uyumluluk değildir; uyuz olma sorumluluğunu alabilme cesaretiyle ilgilidir. Dahl’ın cüretkârlığı, kuralları ve beklentileri hiçe sayan oluş hali, buna örnek.
Çocuk edebiyatının en çok okunan yazarlarından biri olan Dahl’a yalnızca “eğlenceli” demek haksızlık olur. Eğlendirirken rahatsız da eder. Tüm o eğlenceli hikayelerdeki kahramanları sıradan ve dirençlidir: Charlie’nin yoksulluğu, Matilda’nın zekâsı, Yaman Tilki’nin kurnazlığı… Güçsüzlüğe rağmen ayakta kalma, direnme duygusu hepsinde vardır. Bu resimler benim için çok tanıdık, çünkü mücadele hikayelerine baktığımızda gerçek hayatta ve kurmacada benzer bir görüntü var, kim mücadele ediyorsa, hep saraya karşı Keloğlan gibi; güçsüz ama dağ gibi dimdik duracak kadar dirençli. Kimi hapiste, kimi işinden edilmiş, kimi mülteci ama hâlâ direniyor. Öyle görüyorum ki, sorunlar karşısında ayakta kalma direnci, mücadele etme gayreti, hukukun gerektirdiği usulleri aşan ve anlam dünyamızı kaplayan etik bir mesele. Bu sebeple yasaların dünyasında çözüm aramak kadar anlam dünyasında da çarpışmalıyız birbirimizle.
Anlam dünyamızda bir çarpışma yaratması dileğiyle Dahl’ın Yaman Tilki —ya da Wes Anderson’un sinemaya uyarladığı Fantastik Bay Fox— eserini hatırlatmak istiyorum. Bu eserde Bay Tilki, bir delikte yaşayan, köşe yazarlığı yaparak hayatını sürdüren bir aile babasıdır. Ömrünün dolmaya yaklaştığını hissettiğinde bunalıma girer: “Bu hayatı ne için, ne olarak yaşadım?” Ölüm korkusuyla birlikte, bir tilki olarak, bir tilki gibi, onurlu ölme arzusu kaplar içini. Bu yüzden hakkı olanı almak ister: tavukları, kazları, hindileri… Kime karşı? Fabrika kurmuş çiftçilere, sermaye sahiplerine, kendi doğasına ve ailesine yer bırakmayan düzene.
Bir yanda yaman bir gariban tilki, diğer yanda üç açgözlü çiftçi… Tilki tavukları çaldıkça, çiftçiler hırsla doğayı talan eder. Ve ilk soru ile karşılaşırız, bu hikayedeki haydut kimdir? Tilki mi, yoksa yapısal açlığı görmezden gelen güçlüler mi? Bu eser, doğanın, açlığın ve hayatta kalma mücadelesinin içinde ahlakın kırılganlığını hatırlatır.
Eser, insan merkezciliğe bir eleştiri olarak da okunabilir. Nitekim insan ve doğa ayrımında, doğayı, yaban hayatı yok sayıcı bir algının yaygınlığını reddedemeyiz. Bununla beraber bütün insanların da kaynakları eşit bölüşmediğini hatırlayarak, aslında merkezde olan kim, merkezde olan hikayeyi nasıl belirliyor, düzeni nasıl kuruyor, kimi nasıl yok edilesi olarak addediyor diye sorabiliriz? Çünkü aktörler değişse de buradaki asıl mesele değişmiyor, birlikte yaşamanın etik sınırları ve mücadele verenlerin eşitsizliği.
Tilki’nin buhranı bana şunu düşündürüyor: Bizim doğamız ne, doğamıza uygun yaşama özgürlüğüne gerçekten sahip miyiz? Yoksa belirlenen rolü dikkatlice yerine getirerek mi yaşıyoruz? Tilki’nin “Eskiden kuş çalardım, artık gazeteciyim” sözü, günümüzde bırakın gazeteci olmayı, bir tweet atmanın bile devrimsel bir mücadele sayıldığı gerçeğini düşündürüyor. Bu durumda tilkiler delikte yaşamak zorunda oldukları için mi haydut, yoksa haklarını gasp eden güçlüler yüzünden mi? Yurttaşlar tweet attıkları için mi suçlu, yoksa yurttaşın eleştiri hakkını bile elinden alanlar mı suçlu?
Eserde haydutların kim olduğu sorusunun yanında iki temel soru daha var. Birincisi, mücadele neden eşitsizdir? İkincisi, neden her şeyin sonunda yine birlikte yemek, dayanışmak ve paylaşmak kalır? Soruların cevaplarını birbirinden bağımsız düşünemiyorum. Çünkü düzeni bozan tilki mi yoksa güç sahipleri mi? Tavukların fabrikalaştırılması zaten bir düzen bozulması değil midir? Bu düzene itiraz eden Tilki, masum hayvanların hayatını tehlikeye atmakla suçlanır. Peki, bu düzende zaten masum hayvanların hayatı tehlikede değil midir? Güçlerin eşitsiz dağıtıldığı bir ortamda, herhangi bir kriz anında ortaya konacak mücadele kaçınılmaz biçimde eşitsizdir. Ve bu eşitsizlik denkleminde zaten zayıf olanın elinde dayanışmaktan ve örgütlenmekten başka ne olabilir ki?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Gerçek hayata dönersek: Yeryüzünün haydutları kimler? Biz kime haydut diyoruz? Kimin düzen bozmasından rahatsız oluyoruz? Hangi düzenin korunmasından yanayız? Gerçekte kim bir başkasının alanına zarar veriyor, gasp eden kim, savunan kim? Bu ayrımları neye göre yapıyoruz? Bir çatışma çıktığında öfkemizi kime yöneltiyoruz? Güçsüz olanı öfkesi haklı ama eylemi yanlış diyerek mi susturuyoruz; yoksa eşitsizliğin kendisine mi bakıyoruz?
Yaman Tilki’nin sordurduğu sorular bizlerin kişisel, toplumsal hayatlarında kolayca yerini buluyor. Öyle ki Dahl’ın kendisinin, hatta ölüsünün bile kişisel hayatında yer buluyor. Eee Yaman Tilki olmanın bedelleri vardır. Dahl, okurunu eğlendirmekle beraber rahatsız etmekten de hiç çekinmedi. Bu rahatsızlık sebepleri bazen onun politik görüşlerini ifade etmesinden bazen de bazı sıfat ve tanımlamaları kullanma biçiminden kaynaklandı. Eserleri sansür tartışmalarının odağı oldu. Bazı sıfatların ve renklerin kullanımına karşı alternatif pasajlar üretildi. Kitaplar hem “hassaslaştırılmış” hem de orijinal halleriyle yayımlandı. Çünkü tartışanlar ikiye ayrılmıştı, ayrımcı söylem üreten ifadelerin değiştirilerek incelikli hale getirilmesini savunanların yanında, eserin orijinal diline sadık kalınmasını, yargılamanın eserin yazıldığı dönemin algıları dahilinde yapılmasının ifade özgürlüğüne daha uygun olduğunu savunanlar vardı. Roald Dahl’ın söylemleri karşısında ortaya çıkan tartışma, kurmaca dünyanın tiplemeleriyle insanları dürten uslubu ile sınırlı kalmadı. Dahl’ın Filistin meselesi hakkında da net ve sert çıkışları oldu. İsrail politikalarını sertçe eleştirdi. Bu eleştirileri antisiyonizmin sınırlarını aşıp antisemitik söylemlerle karışmış olarak yorumlayanlar oldu. Hâlâ en çok sevilen hikâye anlatıcısı olarak anılsa bile müze ve ailesi de tartışmalardan geri duramadı ve ölümünden sonra gıyabında özür dilendi. Burada da açıkça bir güç eşitsizliği kendisini göstermekte.
Dahl’ın eğlendirdiği kadar rahatsız da eden bir figür olması, bana barış çalışırken ilham olma sebebi. Kimi zaman vicdanın sesi oldu, kimi zaman -tartışmalı bir şekilde- ayrımcı bir dile kaydı. Çocuklara yazarken bile mükemmellik sunmuyor; aksine eksikleri, haydutları, eşitsiz mücadeleleri önümüze koyuyor. Eşitsizliğe rağmen yine de dirençli kalan kahramanları destekliyor. Onun hikâyelerinden öğrendiğim şey: Barış, kusursuzluk değil, çözüme gitmekten vazgeçmeyen dayanışmadır. Yan yana durmamız gerektiği bazen unuturuz, Bay Tilki’nin dediği gibi bazı olaylar olur ve hatırlamak zorunda kalırız. “Bu üç kötü adam bize birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlattı” diyen Tilki, hepimize seslenir. En sonunda geriye kalan şey, kendimiz olmayarak sürdürdüğümüz bir yaşam mı olmalı, yoksa dayanışma ile kurduğumuz bir mücadele sofrası mı? Pek ala, en kızgın politik atmosferde dahi bir şekilde kendimiz olmayarak ve saklanarak yaşamak mümkün olabilir. Lakin güçsüzlüğümüze rağmen doğamıza uygun yaşamak, hakkımız olanı almak uğruna verdiğimiz bir mücadele sofrasında oturmak istemez miyiz? O mücadele bize uyuz olma sorumluluğu veyahut rahatsızlık verme cesareti gerektirse bile.
Bugün Dahl’ı anmak, yalnızca Matilda’nın zekâsını ya da Yaman Tilki’nin kurnazlığını kutlamak değil; onun bize bıraktığı rahatsız edici soruları da sahiplenmektir. Doğamız ne? Haydut kimdir? Kimi dışarıda bırakıyoruz? Kimlerle birlikte sofraya oturmak istiyoruz? O sofrayı kurmak için ne yapıyoruz? Öyle sanıyorum ki barış çok şeydir, biraz da Dahl’ın hikâyelerinde olduğu gibi, eksiklerimizle, çelişkilerimizle ve yanlışlarımızla yan yana durabilme kabulümüz, rahatsız etme cesaretimiz ve güçsüzlüğümüze rağmen mücadele etme direncimizdir. İyi ki doğdun Roald Dahl.