Tarık Çelenk yazdı: Cemaatler ve tarikatlar evrensel değer sunamazlar mı?

Geçenlerde önüme Dücane Cündioğlu’nun eski bir kısa video söyleşisi önüme düştü. Aslında konu uzun zamandır popüler; fakat ne yazık ki tartışmalar çoğu zaman gerçek muhataplarının dışında bir çevrimde dönüyor. Cündioğlu söyleşide dindar halk kitlelerinin önemli bir kısmının “korunmak” amacıyla cemaatlerin kapalı yapısını tercih ettiğini, bu yapıların dışına çıkmaya da pek hevesli olmadıklarını vurguluyordu. Bunu yaparken de kendilerine özgü kıyafet ve davranış biçimlerini benimsediklerini ekliyordu.

Cündioğlu’na göre cemaat mensupları için “öteki” ile ilişki kurma fikri boğucu bir deneyimdir; öteki yalnızca yabancı değil, çoğu zaman potansiyel düşmandır. Bu bakış, cemaatlerin insanlığa, evrensel değerlere ve yaşadıkları topluma katkı sunmalarını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Üstelik bu kapalı örgütlenme tarzı, cemaatleri zamanla hem servet hem de siyaset sahasında belirleyici bir güç konumuna taşımıştır. Cündioğlu’nun en çarpıcı tespiti ise, “öteki ile ilişki kuramama” halini göçebe toplulukların bir özelliği olarak görmesi ve “bu işin içinde biraz da göçebelik var” demesiydi.

Bu bakış açısı hem düşündürücü hem de cemaat mensupları için yaralayıcıdır. Doğal olarak mensuplar için bilişsel çelişki mekanizması devreye girecek, inkâr, içe kapanma, tersine yansıtma, tekfir ya da komplo üretme gibi savunma yöntemleriyle bu acı tespitlerin stresi azaltılmaya çalışılacaktır.

Ben şahsen bu tespitleri ciddiye alıyorum; çünkü uzun yıllardır bu meseleler üzerine kafa yormaktayım. Ancak bardağın dolu tarafını da tartışmak gerektiğini düşünüyorum.

İslam dünyasının krizi ve medrese çıkmazı

Yaklaşık 18. yüzyıldan bu yana, Bernard Lewis gibi müsteşriklerin de işaret ettiği üzere, bir “İslam medeniyeti krizi”nden söz etmek mümkündür. Bu kriz temelde siyasal odaklıdır; ancak beslenemeyen doktriner yetersizlikler sebebiyle giderek bir varoluş kaygısına, bir anksiyeteye dönüşmüştür. Bu durum, İslam toplumlarında “yüzleşme-yüzleşememe” gerilimini sürekli beslemiştir. Osmanlı’nın duraklama devrinde bile, yalnızca dini değil, bürokratik kurumlar da ötekini anlama çabasından yoksundu.

15.yüzyılda bir “İslam rönesansı”nın yaşanamamasının en temel nedeni, tek merkezli otorite ve din bilginlerinin hiçbir zaman siyasetten bağımsız olamamasıydı. İslam ve modernite ilişkisini yorumlayacak, akıl-vahiy-sezgi-sebep/sonuç denklemine dayalı yeni bir doktriner mimari kuracak bir medrese modeli ortaya çıkamadı. Darülfünun bir çıkış yolu olarak denendi, fakat köklü dönüşümü sağlayamadı. Bugün de hâlâ, felsefe ve bilimden yoksun, sadece dil, ezber ve klasik fıkıh-kelam kitaplarına dayanan medreseler cemaatlerin başlıca beslenme kaynağıdır. Bu kurumlar sürekli yeniden üretildi ama asla yenilenmedi. Çoğu kasaba ölçeğinde, spor ve sanatla bağsız, tek boyutlu yapılar olarak kaldı.

Cumhuriyet devrimleri ve yan etkileri

Cumhuriyet devrimleri gerekliydi; fakat ciddi yan etkileri oldu. 1940’ların ilkel pozitivist ve dayatmacı tarih-din anlayışına tepki olarak, medreselerin altyapısını taşıyan tarikatlar ve dindar halk, çocuklarını modern okullara göndermedi. “Gavur olma” korkusu belirleyiciydi. O dönemin zihniyetiyle Oxford’a bile gönderilseydi, yine aynı korku gerçekleşmiş sayılacaktı. Anadolu’nun zengin esnafı bile zorunlu eğitim dışında çocuklarını gayriresmi hocalara ve medreselere emanet ediyordu.

Devletin açtığı İmam Hatip Liseleri medreseler kadar tatmin edici olmadı; ilahiyat fakültelerine ise “teoloji” kimliği yüzünden mesafeli yaklaşıldı. Kentli karaktere sahip cemaatler, gençlerini felsefe ve sosyal bilimlerden uzak tutarak daha çok hukuk, iktisat ve mühendislik gibi alanlara yönlendirdi. “Gavur olmasınlar” diye yapılan bu tercihler, zamanla cemaatlerin devlete nüfuz etmesini kolaylaştırdı. Zenginleştiler, siyasette ağırlık kazandılar; fakat bakış açıları hep “medrese zihniyeti” olmaktan çıkmadı.

1980 sonrası yeni cemaat gerçeği

1980 darbesinden sonra cemaatler farklı bir anlam kazandı. Siyaseten önlerinin açılmasının yanı sıra toplumsal zeminde de genişlediler. Sağ-sol çatışmasının yorduğu, bireysellikten kaçan insanlar tarikatlarda huzur aramaya yöneldi. Bu yöneliş sadece siyasi ya da ekonomik nedenlere değil, aynı zamanda manevi arayışa da dayanıyordu. Ancak tarikatların çoğunda kentli bir estetik ve görgü eksikti. Göçebe bir mantaliteyle hareket ediyorlardı. Nitelikli insan kaynağı akışına rağmen dönüşemediler.

Artan ilgi, cemaat elitlerini sarstı; çoğu görgü ve entelektüel altyapıdan yoksundu. Son 20 yılın yönetiminin sunduğu rahatlığı ahlak ve erdem uyarısı için değerlendirebilselerdi yücelirlerdi; ne yazık ki bunu çıkar aracı olarak kullandılar. Mensuplar ise cemaat yönetimlerini adeta ahiret hayatlarının sigortası olarak gördüklerinden doğru-yanlış tercihlerinin arkasında olup riske etmediler.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Batı’daki cemaatlerle fark

Katolik ve Protestan dünyadaki cemaatler, bizdeki kadar “köylü” ve “göçebe” görünümünde değildir. Ortaçağ manastırları, Cizvit ve Dominiken tarikatları her zaman eğitim ve entelektüel dünya ile iç içe olmuşlardır. Batı’da cemaatler zamanla kültür ve bilgi üretiminde rol oynamış, aydınlanma ve sekülerleşme süreçlerini engelleyememiştir.

Bizde ise sorun, köylülüğü ve göçerliği dönüştürecek siyasal ve entelektüel iradenin ortaya çıkmamasıdır.

Medreselerin yenilenmesi ve evrensel ufuk

2020’lerin tarikatları, Cündioğlu’nun işaret ettiği sorunları yansıtmaktadır. En temel mesele, medreselerin yenilenememesidir. Bu kurumlar acilen felsefe, sosyal iletişim, spor, eleştiri ve pozitif bilimlere kapılarını açmalıdır. Elbette temel dini ilimler, edep ve ahlak konularındaki birikimleri de göz ardı edilmemelidir.

Hıristiyanlık ve Yahudilik’te teolojik radikalizm bazı noktalarda İslam’dakinden katıdır; fakat birkaç aşamada gerçekleşen aydınlanma ve sekülerleşmeye engel olmamıştır. Bizdeki temel problem, köylülüğü ve göçerliği aşacak bilgi üretimi ve siyasi iradenin niyet beyanında bulunmamasıdır.

Bugün cemaatlere ve tarikatlara yeni bir İbn Arabî, İbn Hazm ya da Esat Erbilî; siyasal iradeye ise Müslüman Sicilyalı II. Friedrich veya Uluğ Bey gibi ufku geniş, aklıyla sezgisini birleştirebilen öncüler gereklidir. İşte o zaman, ötekiyle ilişki kurabilen ve evrensel değerler üretebilen bir İslam düşüncesi yeniden doğabilir.

Belirttiğimiz gibi Cemaat ve tarikat mensuplarının evrensel bir mesaj sunabilmeleri için öncelikle kapalı yapılarından çıkarak ötekiyle gerçek bir temas kurmaları gerekir. Bu temas, sadece tebliğ mantığıyla değil, karşılıklı öğrenme ve birlikte var olma niyetiyle gerçekleşmelidir. Bunun için üç temel koşul öne çıkar: entelektüel yenilenme, ahlaki derinlik ve toplumsal sorumluluk. Entelektüel yenilenme, medreselerin felsefe, bilim, sanat ve eleştirel düşünceyle beslenmesini; ahlaki derinlik, cemaatlerin çıkar yerine erdemi öncelemesini; toplumsal sorumluluk ise ötekiyle ortak insani sorunlarda dayanışma göstermesini gerektirir. Bu koşullar gerçekleştiğinde, tarikat ve cemaatlerin mistik sezgileri ile toplumsal dayanışma pratikleri, ötekiyle aralarında köprü kurabilecek bir “evrensel değer dili”ne dönüşebilir.