Geçen yazımda, Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te başlattığı Kürt Açılımı projesini İkinci Tanzimat olarak tanımladım ve Birinci Tanzimat’ın (1839) Hıristiyan-Müslüman eşitliğini niçin sağlamayı başaramadığının nedenleri üzerinde düşünmeden İkinci Tanzimatın akıbetinin anlaşılamayacağını iler sürdüm.
Elbette birincisi başarısız oldu diye ikincisi de başarısız olacaktır, diye bir şey söylemiyorum. “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü yanlıştır; tarihi hiçbir zaman tekerrür etmez. Her tarihi olay emsalsizdir, kendine mahsustur. Benim amacım iki süreç arasındaki yapısal benzerliklere dikkat çekmek ve insanları düşünmeye davet etmektir.
İkinci Tanzimat’ın önünde iki büyük engel var. Birincisi, siyasi irade yokluğudur. Açılım, siyasetin değil, güvenlik bürokrasisinin projesidir. İkincisi, özellikle “imtiyazlı” Türkler olarak tanımladığım bir kitle nezdinde somut ifadesini bulan açılıma toplumsal destek eksikliğidir.
Birinci büyük engel: Siyasi irade yokluğu
Açılımda siyasi irade yokluğu kendisini altı temel konuda açıkça göstermektedir.
Birincisi, siyasi irade, işini gücünü bırakmış CHP ile uğraşmaktadır. Siyasi irade için, CHP’yi dağıtmak ve yok etmek, Kürt açılımından daha önemli duruyor. Oysa sıradan ortalama akıl, Kürt-Türk eşitliği gibi muazzam bir adım için ‘ulusal birliğin’ sağlanmasının şart olduğunu görür. Her şeyi ile CHP’yi dağıtmaya odaklanmanın tek anlamı vardır: Kürt açılımı siyasi iradenin başka öncelikler uğruna vaz geçebileceği bir husustur.
İkincisi, siyasi iradenin kullandığı dildir. Süreçte kullanılan dilin niteliği siyasi iradenin Kürt açılımındaki tavrının en açık göstergesidir. Şüphesiz bunu herkes görüyor ve yazıyor ama bu henüz bir ilke düzeyine çıkarılmadı.Altını kalın çizelim: kavga dili ile açılım olmaz. Kavga etmek için kullanılan kelimeler artık söz olma özelliğini kaybeder, klişelere dönüşür. Klişelerin dilimize sızma derecesi, konuşmadan ne kadar vazgeçtiğimizin ölçüsüdür.Ve şiddet araçlarını kullanmaya ne kadar hazır olduğumuzu gösterir. Kimse hayale kapılmasın, siyasi iradenin kullandığı dil savaşın dilidir ve toplumun en çok ihtiyaç duyduğu şeyi “sözü” öldürmektedir. Söz olmazsa açılım olmaz!
Üçüncüsü, siyasi irade Kürt açılımı için sıradan sayılabilecek tek bir adım bile atmıyor. Eğer açılımının arkasında kuvvetli bir siyasi irade olsaydı, yapılacak ilk iş Selahattin Demirtaş başta olmak üzere siyasi tutukluları serbest bırakmaktı. Zaten bu insanların çoğu, hukuka aykırı olarak tutulmaktadırlar ve sıradan bir idari kararla konu halledilebilirdi. Bahçeli’nin çıkışından bu yana neredeyse bir yıl geçmiş olmasına rağmen Demirtaş veya diğer tutukluların içerde tutulmalarının verdiği mesaj açıktır: siyasi irade Kürt açılımına istekli değildir.
Dördüncüsü, hukuksuzluğun kol gezmesi ve hukuk devleti inşası yolunda tek bir adım bile atılmıyor oluşudur. Bahçeli’nin İkinci Tanzimat Fermanında açık olarak ilan ettiği gibi, Kürt-Türk eşitliği ancak yeni bir hukuk sistemi üzerinde yükselir. Ve şu anda bu yoktur. Oysa Kurum ve kurallarıyla işleyen bir hukuk devletiniz yoksa, Kürt meselesini çözemezsiniz. Bu konuda o kadar çok yazıldı ki uzatmaya gerek görmüyorum.
Beşincisi, ki bu önceki nedenleri de açıklıyor, açılım konusunda tek bir tartışmanın bile sistemli olarak düzenlenmiyor ve teşvik edilmiyor olmasıdır. 1923’te kurulmuş Cumhuriyet’in temel kodlarını sorgulama anlamına gelen bir mesele, adeta “tartışılmasının asla istenmediği” bir kültürel ortama mahkûm ediliyor. Bir danışmanın ara sıra X hesabından yayınladığı bazı sınırlı bilgilerle belirlenmiş bir düşün atmosferinde yaşıyoruz. Oysa ülkenin en temel sorunu olan eşitlik meselesini ancak toplumu da sürece dahil ederek ve söz ile aşabilirsiniz.
Kamuoyu yoklamaları ile açılım yapılır mı?
Altıncısı, Kürt açılımında ‘Kamuoyu yoklamalarına’ biçilen roldür. Eğer aktarılanlar doğru ise ki doğru olmaması için hiçbir neden yok, siyasi iradenin atacağı adımlarda yaptırdığı kamuoyu yoklamaları önemli rol oynamaktadır. Bu durum, Kürt açılımında siyasi iradenin varlığına değil, siyasi körlüğün egemen olduğuna işaret ediyor.
Büyük tarihi adımları ve dönüşümleri kamuoyu yoklamaları ile yapamazsınız. İki önemli örnek vermek isterim: Willy Brandt’ın 1970 Aralığında Varşova’da diz çökmesi ve Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel’in 1997’de, Alman Parlamentosunda yaptığı bir konuşma ile ülkesinden 1945 sonrası sürülen Almanlar için özür dilemesi…
Alman ve Çek toplumları liderlerinin bu adımlarını yanlış bulmuş, desteklememişlerdi. İki lider eğer kamuoyu yoklaması yaptırsalardı bu adımları atmamaları gerekirdi. Oysa her ikisi de toplumlarındaki genel eğilime karşı hareket etmeyi tercih ettiler. Çünkü doğru olan buydu. Ve onların bu çıkışları bugün sorunlu geçmişe sahip toplumların barışmalarının en güçlü sembolleri oldu. Konu yeteri kadar açık değil mi?
Gerçekçi olalım: Cumhuriyet boyunca yaşanan acıları bir kenara bırakalım, sadece son 50 yılın savaş ortamında şekillenen ve “bebek katili” söylemleriyle zehirlenen bir kamuoyu gerçeği var karşımızda. Kürt–Türk eşitliği konusunda atılacak adımları bu zehirli atmosferde yapılacak kamuoyu yoklamalarına bağlamak, en hafif tabirle siyasi körlüktür. Veya “ben açılım istemiyorum” demenin başka bir ifadesidir.
Oysa, Kürt-Türk kardeşliği gibi bir sloganla yola çıkan bir siyasi önderliğin sorması gereken tek bir soru vardır ve bu da çok basittir: yaratılmasına doğrudan katkı sunduğumuz bu zehirli kültürel atmosferi dağıtmak ve değiştirmek için ne yapmamız gerekir?
Güvenlik bürokrasisi ve MHP’nin önündeki zor soru
O halde açılım denen şeyi en doğru biçimde şöyle tarif edilebiliriz: Türk Güvenlik Bürokrasisi, uluslararası gelişmelere bağlı olarak ülkenin “bölünmesi ve parçalanma” tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu görmüş ve bu gidişi durdurmanın ancak Kürt açılımı ile engellenebileceğine karar vermiştir. Bu konuda Öcalan ile görüşmüşler ve anlaşmışlardır.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Anlaşma, sadece ‘terörsüz Türkiye’ ile sınırlı değildir. Devlet Bahçeli’nin İkinci Tanzimat Fermanında ilan ettiği gibi nihai amaç, yeni bir anayasa ve yeni bir vatandaşlık tanımı ile Kürt-Türk eşitliğini sağlamak ve buna uygun gerekli sosyal, kültürel, siyasi reformları yapmaktır.
Güvenlik bürokrasisinin ana açmazı şuradadır: düşündüklerini hayata geçirmek için kuvvetli bir siyasi iradeye ihtiyaçları var. Ama şu anda olmayan bu siyasi iradedir. Erdoğan iktidarda olduğu sürece de bu siyasi irade olmayacaktır.
Devlet Bahçeli, güvenlik bürokrasisinin sesidir. Ama hem azınlıkta bir parti olması hem de hareketinin ideolojik yapısı nedeniyle çarpacağı ‘doğal’ sınırları var. O halde güvenlik bürokrasisinin (ve onun sözcüsü gibi hareket eden MHP’nin) önünde çok ciddi bir iş duruyor. Kürt açılımını gerçekleştirecek bir siyasi iradenin yaratılması.
Altını çizmek isterim, güvenlik bürokrasisi de MHP de attıkları adımlarda çok ciddidirler. “Oyun oynuyorlar”, “Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için muhalefeti bölüyorlar” gibi itirazların fazla ciddiye alınır tarafı yoktur.
Güvenlik bürokrasisinin ve MHP’nin şu anki en büyük açmazı bu süreci Tayyip Erdoğan ile götürmek istemeleridir. Oysa Erdoğan ile Kürt açılımı olmaz! Bu ‘eşyanın tabiatına aykırı’ bir durum. Çünkü bu doğrultuda adım atmak hukuk devletini sağlamlaştırmak demektir ki bu da Erdoğan’ın sonunu getirecektir.
Peki yeni bir siyasi irade çıkacak mıdır? Çıkabilir de çıkmayabilir de… Aktörlerin tutumuna ve Kürt açılımındaki ısrarlarına bağlı. Aslında bu açılımı taşıyacak siyasi irade şekillenmiştir: CHP, MHP ve DEM ortaklığı. Bu koalisyon sağlanmazsa Kürt açılımının sonu hüsran olacaktır. Güvenlik bürokrasisi ve MHP, Erdoğan ile yola devam etmeye çalıştıkça Kürt açılımını daha fazla açmaza sokacaklardır. Belki kendileri de trenin kaçmakta olduğunun farkındadırlar!
Burada Birinci Tanzimatçılarla kıyaslama yapmak zorundayım. Onlar da Tanzimatı, insanları kandırmak için ilan etmediler. Veya ‘oyun’ oynamadılar, ciddi idiler ama öylesine ağır davrandılar ve öylesine devletin labirentlerine dalıp günlük ayak oyunları içinde kayboldular ki yaptıkları reformların bile hiçbir anlamı olmadı… Hıristiyan katliamlarına yol açan bir faktör de bu ayak sürümelerdi.
“İmtiyazlı” Türkler ve toplumsal destek sorunu
Açılımın önündeki önemli ikinci engel özellikle Türkler arasında açılıma desteğin zayıf olmasıdır. Kendilerini seküler ve Batılı olarak tanımlayan, benim “imtiyazlı Türkler” olarak adlandırdığım geniş bir çevre var. Kürt açılımına en büyük karşı çıkış bu çevrelerden geliyor. Muhalefetlerini ise, “Cumhuriyetin temel değerlerine dokundurtmayacağız” sloganı ile ifade ediyorlar.
Oysa, Kürt-Türk eşitliğinin önündeki en büyük engel, Cumhuriyetin en temel değerlerinden birisidir: bu Cumhuriyet, Kürt-Türk eşitsizliği üstüne kurulmuştur. Bu ülkede vatandaş eşitliğini sağlamak istiyorsanız Cumhuriyetin temel değerleri üzerine konuşmak zorundasınız.
Kendilerini laik ve Batıcı saysalar bile bu Türk çevreler, Birinci Tanzimat’ın bağnaz İslamcılarına benziyorlar. İslamcılar, 1839 öncesinin İslami toplum yapısı ve değerlerine sahip çıkarak, Hıristiyan Müslüman eşitliği girişimini, “İslam’ın temel değerlerine dokunmak” olarak tanımlamış ve karşı çıkmışlardı.
“İmtiyazlı Türk” çevreler de benzeri bir tutum içindeler. Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkıyor ve eşitsizliğin temellerinin bu Cumhuriyet’in kuruluşu ile atıldığını göremiyorlar. Ortada yapısal, sisteme içsel bir eşitsizlik olduğunu göremedikleri için de İsmet İnönü’de Turgut Özal’da ve Hikmet Çetin’de Kürtlük keşfederek bu ülkede eşitlik probleminin olmadığını savunmaya çalışıyorlar. Bu halleriyle, Birinci Tanzimatın Hıristiyan-Müslüman eşitliği girişimine karşı çıkan bağnaz İslamcıları hatırlatıyorlar.
“İmtiyazlı Türk” çevrelerin Kürt açılımı ile ilişkileri ve özellikle Lozan ile aşkları ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor.