Bahçeli’nin Türkiye-Rusya-Çin çağrısı ne anlama geliyor? CHP’nin yeni yasama dönemindeki direniş stratejisi ne? Sansürler, yasaklar ve ifade özgürlüğü tartışmaları gündemi nasıl şekillendiriyor? Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.
Bahçeli’nin Türkiye-Rusya-Çin çağrısı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Dünyaya meydan okuyan ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek ‘TRÇ’ ittifakının inşa ve ihya edilmesidir. TRÇ ittifakının da; Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir. Çaresizlik, ümitsizlik ve çözümsüzlük kuraklıktır, durgunluktur, eylem ve düşünce boyutuyla içe kapanmaktır. Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti yeni yüzyılda çaresizliği reddetmiş, çözümsüzlüğü dışlamış, ümitsizliği elinin tersiyle itmiştir” dedi.
CHP’nin direnişi
Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) siyasetçilerine, kurultaylarına, il ve ilçe kongrelerine dair yargı süreçleri eylül ayı boyunca sürüyor. 38. Olağan Kurultay ile 21. Olağanüstü Kurultay’ın iptali istemiyle açılan davalar devam ederken, bir yandan da İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu hâkim karşısına çıktı.
Eski Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş ve bazı delegelerin açtığı, CHP’nin 4-5 Kasım 2023 tarihlerinde gerçekleşen 38. Olağan Kurultayı ile 6 Nisan 2025’teki 21. Olağanüstü Kurultayı’nın iptaline ilişkin dava, 15 Eylül’de Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görüldü. Bu duruşmadan erteleme kararı çıktı, duruşma 24 Ekim‘e bırakıldı.
Sansürler ve yasaklar…
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, şarkıcı Mabel Matiz’in “Perpişan” isimli şarkısının engellenmesi talebiyle mahkemeye başvurdu.
Bakanlık kamu düzeni ve genel sağlığa aykırılık gerekçesiyle şikayetçi oldu.
DHA’nın haberine göre Bakanlığın mahkemeye sunduğu dilekçede, şarkının içeriğinin aile kurumuna zarar verebileceği, çocukların ve gençlerin zihinsel gelişimini olumsuz etkileyebileceği, kamu düzenini bozabileceği ve toplumda infiale yol açabileceği ifade edildi.
Vatandaşların CİMER üzerinden yaptıkları başvurularda, şarkı sözlerinin “Türk ailesinin örf ve adetlerine aykırı” olduğu yönünde şikayetlerde bulundukları kaydedildi.
Dilekçede ayrıca, kararın uygulanması için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumuna (BTK) gönderilmesinin istendiği belirtildi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Kemal, konuşacak epey bir malzeme var, ama en tazesiyle başlayalım. Açıkçası, ben bu sabah bir yere gittiğim için kaçırmışım, Devlet Bahçeli’nin ‘’TRÇ,’’ yani Türkiye-Rusya- Çin ittifakı önerisi özellikle İsrail’e karşı, değil mi? Erdoğan da New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na gitmek üzere şu sıralarda ve kucağında bir ‘’TRÇ ittifakıyla gidiyor.’’ Erdoğan her ne kadar beklediğini hâlâ tam alamasa da Trump yönetimiyle iyi işler yapma derdinde. Geçenlerde Özgür Özel, Erdoğan’ın İstanbul’da, Dolmabahçe’de Trump’ın oğluyla buluştuğu söyledi ki bugün birtakım kaynaklar da bunu doğrulamışlar. Ama o konuda hâlâ resmi bir açıklama yapılmadı. Şimdi böyle bir ortamda, bir kere, Türkiye, Rusya ve Çin’le nasıl birleşir, niye birleşir? Rusya ve Çin, Türkiye ile birleşip Filistin için kolları nasıl sıvar? Bunlar çok uluslararası ilişkiler, Ortadoğu gerçekleriyle bağdaşan şeyler değil. Bir diğer yönüyle de Türkiye NATO üyesi ve şu anda NATO üyesi ülkelerin neredeyse tamamı, Rusya’yla sorunlu. Bir diğer yönden, ABD de en önemli hasım olarak Çin’i görüyor. Bir kere, böyle bir ortamda Türkiye’nin bir blok değiştirmesi mümkün değil. Blok değiştirince ne olacak, onu anlamak da mümkün değil. Bunu, öylesine edilmiş bir laf diyerek üzerinde fazla konuşmadan kapatalım mı, ne dersin?
Kemal Can: Bu galiba ikinci bir S-400 vakası gibi de düşünülebilir aslında. Yani S-400 hadisesi, nasıl NATO’dan kopmanın, kanat değiştirmenin ya da o zamanlar çok tartışıldığı gibi blok değiştirmenin, eksen kaymasının başlangıcı olmadıysa, bir tür bir pazarlığın parçası hâlinde, Türkiye’nin büyük bir mali zararla kapattığı bir hadise oldu. S-400’ler şu anda nerede ve ne işe yarıyor, bunu kimse bilmiyor, ama böyle bir hadise yaşadık hatırlarsan.
Ruşen Çakır: Biliyorsun Milli Savunma Bakanlığı son haftalık toplantıda o konuyla ilgili olarak, “S-400’ler hâlâ envanterimizde,” dedi ama.
Kemal Can: Evet. ‘’‘Rusya geri istiyor,’’’ haberleri çıktığı için ona cevaben yaptılar. Ama şimdi bu hadisede de senin işaret ettiğin, Trump’ın oğluyla o görüşmeyle neredeyse eşzamanlı olarak, Devlet Bahçeli’den böyle bir açıklama geldi. Ve orada birkaç nokta var. Bahçeli, bir Çin, Rusya ve Türkiye ittifakından bahsediyor. Ama altını çizerek, “İttifak bu üçlüyle sınırlı kalmalı,” diyor. Yani Avrasyacıların başka ülkeleri de dâhil eden, daha önce yine Erdoğan’ın, Hindistan’ın, bazı Türkî Cumhuriyetlerin dâhil olduğu, İran’ın da zaman zaman içine girmesinden bahsedildiği, daha geniş bir anti-Batı bloktan bahsetmiyor. Özellikle daha sınırlı bir üçlü ittifaktan bahsettiğini, tekrar cümlesinde işaret ediyor. Şimdi bu, senin de biraz önce söylediğin gibi, bugünden yarına hemen olacak bir şey değil ve Türkiye’nin birdenbire bütün yörüngesini, bütün ticari ve savunma ilişkilerini yeniden tanzim edeceği bir yeni strateji ortaya koyması çok gerçekçi değil. Peki, niye bu sürekli gündeme geliyor? Belki siz önümüzdeki hafta Ömer Taşpınar’la da konuşursunuz Transatlantik’te. Ömer Taşpınar, sıklıkla, bir Avrasyacı damar olduğunu iddia ediyor. Ben pek öyle düşünmüyorum. Avrasyacılık meselesinin özellikle devlet katında ve iktidar sözcüleri tarafından, Batı Dünyası ve Amerika ile ilişkilerde bir pazarlık kozu olarak değerlendirildiğini, Türkiye’nin, neredeyse kuruluşundan itibaren, hatta kuruluşunun öncesinden itibaren başlayan, yüzünü Batı’ya dönmüş, bütün iktisadi, siyasi ve askeri stratejilerini Batı’nın yörüngesinde tanzim etmiş bir ülkenin, -ki zaten bunun en çarpıcı örneği NATO üyeliği- birdenbire, “Biz vazgeçtik. Şimdi dönüyoruz. Bu İsrail ve Amerika çok acayip davranıyor. Dolayısıyla biz artık Rusya ve Çin’le devam edeceğiz” demesinin çok gerçekçi bir tarafı yok.
Ama bunun gündeme getirilmesi, üstelik böyle kritik bir zamanda gündeme getirilmesi… Kritik zaman, birkaç tane unsurla üst üste geliyor. Birincisi Trump’ın oğluyla görüşme. İkincisi, Erdoğan’ın Amerika’ya gitmesinin arifesinde, kısa bir süre önce Çin’deki bir toplantıya katılmış olması, Suriye’deki gelişmeler, eş-Şara’nın Amerika seferi… Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, bu kartın, yeni pazarlık arayışlarında önemli bir unsur olarak devreye sokulduğunu ama bu sefer iktidarın başka bir kanadından, Devlet Bahçeli’nin temsil ettiği kanaldan yürüdüğünü anlıyoruz. Ve oradan dile getiriliyor. Yani Erdoğan dile getirmiyor bunu. Hatırlarsan, Erdoğan’ın daha önce de Şanghay Beşlisi’ne girmekten bahsettiği konuşmaları vardı. Ama şimdi Bahçeli bunu ifade ediyor. Bunun iç politika açısından çok lüzumlu tarafları var. Suriye’de olup biten ve özellikle Kürt meselesinde sürdürülen süreçle ilgili tartışmalarda, iktidarın milliyetçi kanadının bir problemi var. Amerika rotasında bir stratejinin uygulayıcısı hâline geldiği eleştirisini fazlasıyla üstüne çekmiş durumda. Bir, buna cevap tarafı var. İkincisi, bu Avrasyacılık meselesini, İsrail ve Amerikan karşıtlığını muhalefetin alanında bırakmamak gibi bir ihtiyaç da var. İktidar, zaman zaman böyle hamasi İsrail nutuklarıyla, ya da bazen gösterileriyle, tabir yerindeyse imajını düzeltmeye çalışıyor. Ama aslında çok yapısal olarak İsrail’le karşı karşıya gelmekten kaçındığını ve İsrail’e ilişkin yapabileceklerinin çok azını yaptığını herkes biliyor.
Ama şimdi bu meseleyi sadece iç politikada bir imaj tazeleme meselesi olarak görüp çok da önemli olmadığını düşünmenin pek isabetli olmadığı kanaatindeyim. O da şu: Şu anda asıl kritik mesele, bölgede, yani Suriye merkezli, ama daha geniş bir çevrede ve İran’ı da içine alan bir zeminde çok ciddi bir bölgesel yeni tanzim faaliyetinin var olması. Bu faaliyetin içerisinde Türkiye’nin rolü, geçtiğimiz iki yıl içerisinde çok farklı tartışmalara konu oldu. Önce, Türkiye’nin inisiyatifinin çok arttığı, özellikle Şara’nın Şam’a girişi ile birlikte etkisi çok konuşuldu. Peşinden bu süreçle, açılımla, özellikle Kürtlerin hem Suriye’de hem Irak’ta, yani bütün bölgedeki etkisinin Türkiye ile ilişkisi bağlamında yeniden düşünülmesi meselesi gündeme geldi. İsrail’le gerilim ortaya çıktı ve daha kritik bir şey olan, İran’ın bölgedeki etkinliğinin azaltılması karşısında, bu yeni etkinlik boşluğunu ya da ‘’İran’ın boşaltacağı alanı kim ne kadar dolduracak?’’ tartışması çok önemli bir mesele hâline geldi. Bu konuda İsrail’in fütursuz, bazen Amerika’yı bile zorlayacak ölçüde atak davrandığını da görüyoruz. Dolayısıyla ben, bu açıklamanın sadece iç politikada, ‘’Bu çözüm sürecinden başımız dertte. Biraz da milliyetçilerin gönlünü hoş tutalım. Avrasyacılığa da bir selam verelim,’’ diye yorumlanarak geçilebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Zaten Avrasyacılığın, ortaya çıkışından itibaren çok sahici, dile getirenlerin bir ideolojik sürükleyicilik ya da politik bir tutarlılık beklediği bir mesele olarak gündemde olmadığını, çok gerçekçi bir perspektif olmadığını da düşünüyorum. Ama bu, şu anda bir pazarlık kozu olarak yeniden masaya konulmuş durumda ve burada, aktörün Bahçeli olmasıyla, şimdi pek çok kişi, ‘’Bahçeli koçbaşı oluyor,’’ ‘‘Erdoğan’ın söylemek istemediklerini Bahçeli yapıyor,’’ ‘’rol paylaşımı,’’ yorumlarını yapılabilir. Ama ben pek öyle görmüyorum. Erdoğan’ın Amerika’yla aradığı zemin, yani çözüm sürecinin kendisinden sağlayabileceği çözüm imkânları yerine, Amerika’dan teke tek ilişkilerle sağlayabileceklerine yüzünü döndürmüş olmasına bir cevap olarak da yorumlanabilir. Dolayısıyla bundan sonraki süreci, “Şimdi biz bu lafı bir kenara koyabilir miyiz, koyamaz mıyız?” tartışmasını, Erdoğan’ın bundan sonraki adımlarından anlayabileceğiz diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Kemal, CHP’yi de biraz konuşalım artık. Aslında CHP konuşmaktan da yoruluyor insan. Her ne kadar Bayrampaşa Belediye Başkanı tutuklandıysa da, sanki biraz yumuşadı gibi ortalık. Bu pazar Olağanüstü Kurultay olacak, ama pek bir şey beklenmiyor. Geçen Olağanüstü Kurultay’da liste çıkaran Oğuz Kaan Salıcı, bu sefer hiçbir şekilde liste çıkarmayacağını açıkladı. Başkaları yapar mı? Bu da pek beklenmiyor anladığım kadarıyla. Tek adayla, böyle ‘’bir aç, kapa’’ derler ya, toplanacaklar, oy verecekler, bitecek. Esas husus, yılsonuna kadar yapılması beklenen Olağan Kurultay’da. Bir de, bu arada tabii ilginç bir şey oluyor. Sürekli birileri itiraz ediyor. Biliyorsun, en son, kanunsuzluk gerekçesiyle, Olağanüstü Kurultay’a itiraz Yüksek Seçim Kurulu’na geldi. Yüksek Seçim Kurulu da bu itirazı reddetti. Daha önce de gelen başka itirazlar reddedilmişti. Şu anda sanki işler CHP’nin lehine gibi. Ama hâlâ, yaklaşık 35 gün sonra yapılacak olan duruşmada ne çıkacağını bilmiyoruz. Çünkü o, siyasi atmosfere bağlı olacak.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Bugün İzmir’de Tunç Soyer’in duruşması var. Sadece Tunç Soyer değil, il başkanı ve çok sayıda kişi yargılanıyor. Duruşma henüz sonuçlanmadı, devam ediyor. Oradan tahliyeler bekleniyor. Ama öte yandan, kent uzlaşısı davasından sadece bir tahliye çıktı. Hatırlarsan, Bahçeli’nin, Ahmet Türk ve Ahmet Özer konusunda, yani bu kayyum atanan yerler konusunda bir açıklaması vardı. O, bir nevi, kayyum meselesi defterinin kapatılması çağrısıydı ve kent uzlaşısı da doğrudan onunla ilgili bir olay. Ama bir kişi dışında diğer tutukluluklar devam ediyor. Süreçle de iç içe geçen bir şey bu tabii. Bir yanıyla da sürekli bir ayak frende. Böyle bir garip bir durum var. CHP şimdi nefes aldı gibi, ama yarın öbür gün yeni bir belediye operasyonu olur mu? Mesela yarın Cumartesi, klasik Cumartesi operasyonları günü. Pekâlâ yeni bir belediye operasyonu olabilir. Bu arada Bayrampaşa’da pazar günü seçim olacak. Orada da belediye meclis üyeleri konusunda çok ilginç numaralar dönüyor. İktidar her yönüyle CHP’yi elinden geldiği kadar kıskaca almaya da devam ediyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, CHP, 2 Eylül’ü büyük ölçüde atlatmış gibi sanki. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: 2 Eylül’de, yargı eliyle İstanbul örgütüne yapılan darbe sonrasında verilen ilk tepkileri hatırla, Kemal. ‘’Tekrar o rekabetçi otoriteryanizmden bilmem neye geçiliyor, şu oluyor, bu oluyor’’ derken, bir baktık hiçbir şey çıkmadı. Gürsel Tekin’in hâlini görüyorsun; sosyal medyada takip ediyorum, ona uzatılan mikrofon sayısı giderek azalıyor. İlk başlarda neredeyse yirmi, otuz mikrofon varken, birkaç gün önce mikrofon sayısı dörde, beşe düştü. En son bir tanesini gördüm, ikiye düşmüş. Orada tabii şöyle de bir husus var. İlk başta hamle edenlerin büyük bir kısmı iktidar medyasıydı, biliyorsun. Onlar, her konuşmasını her hareketini canlı verdiler, ama şimdi onlar da sanki artık oradan bir şey çıkmayacağı düşüncesiyle hareket ediyorlar. Şu hâliyle CHP nispeten biraz nefes almış gibi gözüküyor, ama yine her an bir şey olabilir sanki. Ne dersin?
Kemal Can: Evet, kuşkusuz. Geçenlerde, bu karar çıktıktan sonra yaptığımız yayında da konuşmuştuk. Şu anda o meşhur 15 Eylül duruşmasından çıkan erteleme, iktidarın bu zorlamadan vazgeçtiği anlamında yorumlanabilir mi, yorumlanamaz mı diye düşünürken, ben açıkçası iktidarın her türlü fırsatı, imkânı, hatta zorlamayı kullanarak bu baskıya devam edeceği kanaatindeyim. Tabii buradaki araçlar, buradaki yöntemler değişebilir. Yeni araçlar kullanabilir ya da senin dediğin gibi, belki tazelenebilir. Çünkü hatırlarsan, erteleme kararı çıktıktan hemen sonra, şimdi üst üste gelen ret kararlarını haber veren, o ret kararlarının CHP aleyhine olacağı, aslında belki de Olağanüstü Kurultay’ın iptal edilebileceği yolunda kulis haberleri de çıkmıştı. Ama üst üste, önce İlçe Seçim Kurulu, sonra İl Seçim Kurulu, şimdi de en son ve nihai olarak Yüksek Seçim Kurulu, Olağanüstü Kurultay’ın yapılmasında bir engel görmedi ve dolayısıyla o hat şimdilik kapanmış görünüyor. Ama hem belediyeler üzerinde yürütülen operasyonlar hem CHP üzerinde yürütülen operasyonlar hem transfer hamleleri hem birtakım belediyeleri ele geçirme atakları devam edecek bence.
Fakat burada önemli olan şu: Bu hamlelerin hepsinde, birden fazla amaç güdülüyordu. Bu amaçların bir tanesi, hepimizin bildiği gibi, CHP etrafındaki cendereyi giderek sıkmak, onu iyice zora sokmak, iş yapamaz hâle getirmek. Özellikle belediyelerini çalışamaz hâle getirmek ve baskıyı giderek arttırmak. İkinci beklenen sonuç ise CHP’nin içini karıştırmak. Çeşitli aktörlerin birbiriyle gerilimini büyütmek, CHP içerisinde bir iç karışıklık olduğu görüntüsünü yaratmak. Dolayısıyla, muhalefet kamuoyunda CHP’yi lokomotif parti olarak görme eğilimini kırmak diyebileceğimiz bir çaba var. İktidar bu konularda, tıpkı yolsuzluk soruşturmalarını bir yolsuzluk hikâyesine dönüştürüp kamuoyunda böyle bir algı yaratamadığı gibi, ‘’CHP içinde bir karışıklık var’’ görüntüsünü de yaratabilmiş değil. Bu konuda büyük çaba harcandı. Medya da seferber edildi. Ama şu andaki durum, CHP medyasında da çok görünen birtakım isimler, hâlâ bunu bir iç karışıklık gibi kullanmaya ya da böyle devam ettirmeye çalışsa bile, bu görüntü hem CHP kamuoyunda hem de CHP Genel Merkezi’nde karşılık bulmadı. Mesela sen Gürsel Tekin örneğini veriyorsun, aslında ona Kılıçdaroğlu’nu da ekleyebiliriz. Bu partinin geleceğinde %10’luk bir ikbal umudu varsa, iktidarın bu operasyonları yüzünden %1’in altına düşmüş durumda. Yani CHP’nin içini karıştırmak için kullandığı argümanlar ve kullandığı aktörler, operasyonun başarısızlığı yüzünden siyaseten de heder oluyor iktidarın elinde. O kanalları çalıştırarak yaratmak istediği etki de gündeme gelmiyor. Şu anda genel kamuoyunda da, CHP kamuoyunda da ne yolsuzluk meselesi diye bir gündem var ne de böyle bir kabul var. Hatta buna hiç bakmıyor bile kamuoyu. Yapılanın siyasi bir operasyon olduğunu gördü ve bu konuda kanaatini pekiştirdi. Ondan sonra yapılan her şey de bunu besler hâle geldi. İstediğiniz raporu çıkartın, istediğiniz insanı tutuklayın, istediğiniz itirafı yayınlayın, bu kanaati çok değiştiremiyorsunuz.
CHP’nin içindeki karışıklık meselesinde de aynı tablo ortaya çıktı. Ne kadar yerden hamle yapılırsa yapılsın, sonuç değişmiyor. CHP içerisinde bir iç karışıklık algısı ne genel kamuoyunda ne de CHP’de oluşuyor. Ama iktidar yine de bunlardan vazgeçmiyor. Niye vazgeçmiyor? Çünkü bunlar şöyle bir gündem kontrolü sağlıyor. İktidar medyası zaten öyle yapıyor da, CHP medyası da neredeyse iki üç aydır CHP’yi tartışır durumda bir kısır döngü içerisinde. Bu, bu anlamda işe yarıyor. Çünkü Gürsel Tekin bir siyasi gelecek sağlayamıyor ama, ‘Gürsel Tekin onu dedi, bunu dedi’ diye, bir nefret objesi olarak CHP kamuoyunda hâlâ çok fazla zihinleri de gündemi de meşgul ediyor. Yine aynı şekilde, ‘’Kılıçdaroğlu konuştu mu, konuşmadı mı? Konuşsa ne kadar iyi olur, aman konuşsun, lütfen konuşsun’’ meselesi bitmiyor. Hâlbuki şu anda senin söylediğin gibi, YSK ret konusunda en son noktayı koydu. Şimdi, teorik olarak Olağanüstü Kurultay da yapıldıktan sonra, o mutlak butlan davası da aslında zaten olmayan hukuki mesnedini iyice kaybetmiş olacak. Ayrıca Olağan Kongre süreci de sorunsuz biçimde işler ve ilerlerse, iddia edildiği gibi, iktidarın, CHP’nin başına istediği birisini yerleştirerek CHP’yi yönetme, CHP’yi istediği çizgiye çekme olasılığı bundan bir ay önceye göre daha yüksek değil. Daha gerilemiş durumda. Ama CHP’nin üzerindeki baskı ve cendere azaltılmıyor, nefes almasına izin verilmiyor. Bu yüzden, bunun bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.
İktidar burada haklılık kazanmakla ya da kamuoyunda kendisinin haklılığının büyümesiyle ilgilenmiyor. Rakibinin davranışlarını yönetmek ve onu mümkün olan en dar alanda tutmakla ilgileniyor. Çünkü asıl korumaya çalıştığı şey, üzerine gelebilecek değişim baskısını kendisinden uzakta tutmak. İktidar, değişim fikrini, partilerin değişmesi, aktörlerin değişmesi, isimlerin değişmesi gibi kendisinin ne kadar uzağında, değişim kavramını işleyen bir şey hâlinde tutabilirse, kendisine değmeyen bir problem hâline getirebilirse, o kadar zaman kazanacağını düşünüyor. O yüzden durum, kısa bir nefes alma payı olmakla birlikte, yeni dalgaların da olmayacağı anlamına gelmiyor diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet. Yeni dalgalar her an olabilir. Nasıl olsa İstanbul’da daha başka ilçeler de var, Türkiye’de başka iller de var. Aydın yırttı bu arada, ama bakalım. Bu arada, şu peş peşe gelen yasaklamalar arada kaynadı gitti. Mesela RTÜK, bazı platformlardaki birtakım filmleri yasakladı. Mabel Matiz meselesi önde. Manifest konusu aynen öyle. Her gün bir şey çıkıyor. Şimdi adını hatırlayamayacağım bir İranlı sanatçının…
Kemal Can: Evet, Mohsen Namjoo’nun turnesi iptal edildi.
Ruşen Çakır: Yani sürekli bir müdahale var. Yıllar önce kitaplar poşete giriyordu hatırlarsın. Müstehcen kitaplar poşette satılacak diye kıyamet kopmuştu. Yani sonuçta oldu ama insanlar tartışıyordu, ediyordu, “Böyle olur mu?” diyordu. Şimdi peş peşe bir yerlerden bir şeyler geliyor. O şarkı sözüne erişim engeli, bu bilmem neye engel. Zaten medya üzerine yapılanlar ayrı tabii. Şimdi çok alâkasız gibi gelebilir, buna çok benzemiyor; ama bizim bir haberle ilgili erişim engeli kararı aldırmış birileri. O engel kararı şöyle oluyor: Birisi başvuruyor. Bize sormuyorlar, savunma falan istemiyorlar. Birisi başvuruyor ve oradaki kişi hemen erişim engeli veriyor. Ama onların da birtakım usulleri var; erişim engeli ayrı, kaldırma ayrı. Dün birisi beni telefonlar arayıp, “Size mail yolladık. Erişim engeli kararı alındı. Kaldırdınız mı?” diye sordu. Artık nasıl bir küstahlıksa, hiç sana sormuyor bile. Bu, biz gazetecilerin başına yıllardır gelen bir husus. Şimdi sanatçıların başına gelenler; müstehcenlik şu bu nedeniyle konserlerin iptali. Mesela Mabel Matiz’in şarkısının sözleri kamu güvenliğini tehdit ediyormuş. Hakikaten nasıl yapıyor, nasıl beceriyor bunu?
Seninle yayından önce kültürel hegemonyayı konuştuk. Şimdi bunları engelliyorlar da yerine başka bir şeyler mi koyuyorlar? Ya da iktidar kanallarında sabah programlarında çıkan aileler, evlilik dışı ilişkiler filan, onlar çok mu uygun kamu düzenine? Allah için, ben Mabel Matiz’in şarkı sözlerine baktım, hiç de böyle, “Hop, ne oluyoruz?” filan demedim. Ama iktidar kanallarındaki sabah programlarında yapılanlar, konuşulanlar her gün sosyal medyada önümüze düşüyor. O ona bilmem ne diyor, bu buna bilmem ne diyor. Onun ondan çocuğu var. Onların hiçbir şeyi rahatsız etmiyor da bunlar nasıl ediyor? Bir standardı da yok bunun. Ama bu yapılanla, mesela Mabel Matiz meselesinde kesinlikle çok güçlü bir şekilde bir homofobi boyutu var. Zaten iktidar bu LGBT+ meselesini ideolojik bir argüman gibi kullanıyor. Ama sadece bundan ibaret değil. İktidarın değişik organları, mesela bir tanesi Aile Bakanlığı, yarın öbür gün başka bir bakanlık. Hatta İçişleri Bakanlığı girdi devreye biliyorsun. Hepsi bir yerden, durumdan vazife çıkartıp müdahale ediyor. Sonra ne oluyor? Onları yasaklıyorlar. Ama en fazla yasaklamış oluyorlar. Tabii bu çok büyük mağduriyetler yaratıyor. Bunlar çok utanç verici şeyler. Diğer taraftan, hani kendilerinin bir üretimi var da, ‘onu izlemeyin, onun yerine bunu izleyin,’ dedikleri bir şey de yok.
Kemal Can: Evet. O kültürel hegemonya meselesinde, kendisi bir kültürel hegemonya kuracak bir arz üreterek sağlamıyor. Aslında bunu medyada da yaşadık. Önce ana akım medyayı ele geçirdi. Ama ana akım medya ele geçirildiğinde artık ana akım özelliğini kaybetmişti ve öyle kullanabilir olmaktan çıkmıştı. Kültürel hegemonya meselesinde de öyle. Kendisi bir alternatif arz yaratarak, ona bir avantaj sağlayarak, diğerini zorlayarak, bir şeyi bir şeyin yerine geçirmiyor. Sadece o kazanılmış birtakım alanlarda küçücük, özgürlük diyebileceğimiz, fikir özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi küçük adacıkların hepsinin, zapturapt altına alınması, kontrol altına alınması ve izne tabi kılınması, kimsenin, kendiliğinden böyle bir özgürlük alanına sahip olmadığı duygusunun yerleştirilmesi üzerinden gidiyor. Tıpkı, daha önce vesayet kaynağı olduğu iddiasıyla bazı kurum ve kavramları imha edip, yerine bir şey koymayarak bir tahribat yaratmasının benzerini, şimdi de şöyle yaratıyor aslında. Çok küçük vakalar gibi görülüyor bunlar. Hatta, “Bu mudur derdiniz? O kadar büyük meseleler var. Demokrasi elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, siz ‘şarkı sözü’ diyorsunuz. Siz ‘dizi senaryosu’ diyorsunuz. ‘Film festivali’ diyorsunuz. Cumhuriyet elden giderken, derdinize bakın” denebilecek küçüklükte, ama tabir yerindeyse, böyle küçük küçük altını oyarak, her türlü alana sızarak bu özgürlükleri birer birer insanların elinden almaya başladığınızda, yerine bir kültürel hegemonya kuramıyorsunuz, ama karşısında oluşabilecek direnci de zayıflatarak, senin söylediğin gibi, eskiden her biri kendi başına bir gündem başlığı olacak, bir itiraz vesilesi olabilecek şeyleri normalleştirmeye başlıyor. Neredeyse her gün böyle bir şey oluyor ve bir süre sonra bunlar işin normali hâline geliyor. Hatta bu iş Türkiye’de o kadar çok yapılıyor ki artık küresel ölçekte de bir örnek vaka hâline gelmiş durumda. Mesela şimdi Trump da öğrendiklerini Amerika’da uygulamaya çalışıyor. Lisans iptalleri, lisans kontrolü, birtakım programların kaldırılması, birtakım talk show’ların durdurulması, birtakım sanatsal faaliyetlerin yasaklanması gibi hamleleri yapabileceğini düşünüyor. Sanıyorum bu konuda ilham aldığı yerlerden biri de Türkiye’dir.
Ruşen Çakır: Evet. Türkiye’den çok fena bir şekilde ilham alıyor. Bu arada bir yandan seni dinlerken şunu buldum. Erdoğan 2017’de Ensar Vakfı’nın Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Her türlü iktidar olduk, ama kültürel alanda iktidar olamadık,” demişti. Fahrettin Altun o zaman İletişim Başkanı mıydı, yoksa başka bir pozisyonda mıydı hatırlamıyorum, ama iktidarda önemli bir pozisyondaydı. Hatırlayacaksın, Beyoğlu’nda bir kitapçıda dolaşırken ‘’çok satanlar’’ fotoğrafını paylaşıp, “kültürel hegemonyayı kıramadık” demişti. Ama orada çok ciddi bir sorun var. Yani kültürel hegemonyayı kırmak ya da kültürel iktidar olabilmek için ortada bir kültür üretimi olması lazım. O kültür üretimi de sadece din, iman diyerek olmuyor. Mesela devletin o kadar para akıttığı birtakım diziler, filmler var ama bir şey olmuyor. Yani bunlar parayla, şununla bununla olacak işler değil.
Evet Kemal, toparlayalım ve dükkânı kapatalım. Var mı atladığımız bir şey?
Kemal Can: Yok, dükkânı kapatmayalım ama meseleyi toparlayalım.
Ruşen Çakır: Evet, evet. Haftaya Bakış’ı burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.