17-20 Mart tarihlerinde birkaç toplantı için tesadüfen Brüksel’deydim. İkinci günümüzde İBB Başkanı İmamoğlu’nun üniversite diplomasi iptal edildi, ondan sonraki günde ise tutuklandı. Bir anda Türkiye Brüksel gündeminden düştü. Ben de doğrusu yapılanların neticesinde AB’nin Türkiye gündeminden iyice düştüğünü düşündüm zira ciddi bir şekilde AB değerlerine bağlı olan bir ülkede önemli bir siyasetçinin bu şekilde tutuklanması mümkün değildi. Gerçi daha sonra İstanbul’da katıldığım bir TÜSİAD toplantısında bütün konuşmacıların Gümrük Birliğinin güncellenmesi müzakerelerinin bir an önce başlamasını istediklerine şahit oldum ama iktidar tarafında AB ile ilişkilerin normalleştirilmesi konusunda fazla bir irade bulunduğunu söylemek mümkün değildi. İktidar ve onun yandaşları AB’nin ülkemizin silahlı gücüne ihtiyacı nedeniyle bu halimizle bile bizi idare edecekleri görüşünü savunmakta, muhalefet ise ülkemizde hızlanan demokrasi ve hukuktan uzaklaşma sürecine Avrupa ülkelerinin kayıtsız kalmasından duydukları memnuniyetsizliği dile getirmekteydi. Aslında AB’nin açıklama yapmak dışında bu konuda yapabileceği fazla bir şey yoktu. Katılma müzakereleri 10 yıldır durmuş ve Gümrük Birliğinin modernleştirilme çalışmaları da 10 yıl önce başlaması gerekirken yerinde saymaya devam etmişti. Ülkemiz ayrıca Avrupa Konseyinin denetim mekanizmasına uzun yıllardan sonra tekrar tabii tutulmak neticesinde kapının önüne doğru itilme durumundadır. Nihai adımın atılmaması muhtemelen Konseyden çıkmış bir Türkiye’de insan hakları sicilinin daha da bozulacağı endişesine bağlanabilir.

Derken geçtiğimiz günlerde dikkatimi çeken iki gelişme oldu. Birincisi AB Komisyonunun ülkemiz ve Güney Kore’ye silah sanayilerini güçlendirmek ve özellikle Ukrayna savaş gücünü desteklemek için oluşturulan SAFE programına davet ettiği haberi “Sözcü” gazetesinde manşet oldu. Hatta hemen AB iki yüzlülükle suçlanarak, üyeliğe kapıyı kapatmasına karşılık askeri gücümüze ihtiyaç duyduğu için bize döndüğü iddia ediliverdi. İkinci ilginç gelişme Dışişleri Bakanı Fidan’ın Roma’ya yaptığı çalışma ziyareti sırasında AB üyeliğinin stratejik hedefimiz olmaya devam ettiğini ve beklentilerinin “siyasi hesaplarla ön yargılı bir tutum takınmaması ve Türkiye-AB üyelik sürecini canlandıracak adımlar içeren bir vizyon geliştirmesi” olduğunu söyledi. Eski bir AB Komiseri ve Avrupa Parlamentosu eski Başkanı olan İtalyan karşıtı Antonio Tajani’nin bu konuda ne dediğine dair bilgilere bizim basında rastlamadım.
“Sözcü” gazetesindeki haberi ele alalım ilk önce. Haberi okuduktan sonra şaşırmadım desem yanlış olur. 27 Mayıs 2025 tarihinde kabul edilen ve Avrupa silah sanayiini güçlendirilmesine ve Ukrayna’nın Rusya’nın saldırılarına karşı mukavemetinin arttırılmasına yardımcı olmak için 150 milyar euroluk bir fon oluşturan SAFE AB Konsey yönetmeliği ilke olarak AB üyeleri dışındaki ülkelere de kapıyı aralamakta ancak bunu ikili bir anlaşma şartına bağlamaktadır. Birleşik Krallık bu konuda ilk adımı attığında Brexit’ten kalma balıkçılık sorunları başta olmak üzere kabarık bir hesapla karşılaşmıştır. Onunla yeni başlayan müzakerelerin oldukça zorlu geçtiği ve fondan pay almasının söz konusu olmayacağı basın haberlerinde belirtilmektedir. Türkiye’nin müracaat etmesi halinde Doğu Akdeniz, Ege ve Kıbrıs sorunları başta olmak üzere Birleşik Krallığınkinden daha da kabarık bir hesapla karşılaşması kaçınılmazdı. Üstelik de yönetmeliğe göre AB üyesi olmayan ülkelerin bu programa dahil edilmesi Birleşik Krallık örneğinin gösterdiği gibi birçok teknik ve parasal kısıtlamaya da tabi olacak. Bu nedenle “Sözcü”deki haberi okuyunca oldukça şaşırdım. Demek ki gerçekten AB bize ihtiyaç duyuyor ki yönetmelikte kısıtlamaları kenara itip Türkiye’yi davet ediyor dedim kendi kendime sevinerek.
Yazıyı okuduktan sonra internette kısa bir araştırma yaptım. Ne yazık ki gazetede çıkan haber gerçeği pek yansıtmamış. AB Komisyonu sözcüsünün yaptığı açıklamaya göre ülkemiz programa dahil olmak üzere sonradan öğrendiğime göre Haziran ayında müracaat etmiş, ancak bu müracaat şimdiki halde cevapsız kalmış. Belki bu yüzdendir ki iktidar yanlısı medya bu gelişmeye dikkat çekmek istememiş ve zafer naraları atmaktan çekinmiştir. Yani şimdiki halde silah sanayiimizin AB ile bütünleşmesine yol açacak yeni projelere ortak olması en azından devlet katında söz konusu değil. Belki şirketler bazında küçük ortalıklar kurulabilir ama öncelik AB silah sanayiini güçlendirmek olduğu için onun da sınırları yönetmeliğe göre epey dar. Zaten Ukrayna savaşı konusunda iki tarafı idare etme çizgisi sürdürüldükçe AB’nin savunma konusunda ülkemizi güvenilir bir ortak olarak görmesi oldukça zor. Yanılmayı çok isterim tabii. Zamanla konunun nasıl gelişeceğini hep birlikte göreceğiz.
Gelelim Dışişleri Bakanının açıklamasına. AB üyelik şartlarının ne olduğunu bilmemesi mümkün değil. En temel gereksinim demokrasi ve hukuk konusunda AB kriterlerine uyum sağlamak. Kopenhag’da yapılan bir zirvede kabul edildikleri için o şehrin adını taşıyan kriterlere ülkemizin 2004 yılına kadar yaptığı reformlar sayesinde yeterli ölçüde uyum sağladığı için katılma müzakereleri 2005 başlamıştı. O tarihten bugüne ülkemiz o kadar geriye gitti ki bugün olsa bu müzakerelerin başlatılması kararı katiyen alınmazdı. Üstelik AB kriterlerinden uzaklaşma hızımız her gün biraz daha artıyor. Dışişleri Bakanının bunun farkında olmamasına imkân yok tabii. Daha önce de vizelerin kalkması için 18 Mart 2016 tarihinde zamanın Başbakanı Davutoğlu tarafından verilen eksik kriterlerin üç ay içinde tamamlanacağı taahhütü kendisine hatırlatıldığında Sayın Fidan gerekli çalışmaların devam ettiği cevabını vermişti. Dokuz yılda tamamlanamayan çalışmaların nasıl yürütüldüğünü doğrusu merak ediyorum. Sanırım vize kuyruklarında perişan olan vatandaşlarımızım da bu soruyu sormaları doğal olur. Ancak doğruya doğru: hukuksuzluğunun bu ölçüde arttığı bir ortamda vize serbestisi, hatta kolaylığının konuşulması herhalde abes olacaktır.
Dolayısıyla maalesef AB ile ilişkiler konusunun yeniden gündeme gelmesi için gerekli ortamın mevcut olmadığını söylemek gerekir. Hatta ülkemiz son 20 yılda AB değerlerinden o kadar hızla uzaklaştı ki iktidar değişse bile 1-2 nesil geçmeden başta laiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi AB ülkeleri için vazgeçilmez olan ancak bizi yönetenlere çok yabancı gelen özellikler kalıcı bir şekilde benimsenmeden bütünleşme mümkün olmayacaktır.
AB üyeliği birkaç nesil geçmeden gerçekleşemeyecek ama bu demek değil ki bu konuda hiçbir yer yapılmamalı veya yapılamaz. Ülkemiz dış ticaretinin %40’ını AB ile yapmaktadır. Birleşik Krallık, Norveç ve İsviçre gibi AB üyesi olmayan ancak AB normlarından pek uzak olmayan Avrupa ülkelerini de dahil edersek bu rakam %50’yi bulacaktır.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
AB ile mevcut Gümrük Birliğinin çatısı 1960’lı yıllarda kurulmuş, kendisi de 31 Aralık 1995 tarihinde tamamlanmıştır. O tarihten bu yana hiçbir gelişme kaydetmemiştir. Tersine bazı dönemlerde mevcut kurallardan ciddi sapmalar meydana geldiği AB Komisyonunun yıllık raporlarında belirtilmektedir. Gerçi son yıllarda bu sapmalarda bir azalma olduğu da aynı raporlarda kaydedilmektedir.
Ancak dünya yerinde durmuyor. AB birçok başka ülkeyle kapsadıkları alanlar itibarıyla -tarım, hizmetler, kamu alımları- Gümrük Birliğinin ötesine giden anlaşmalar yapmaktadır. Biz ise on yıldır modernleşme müzakerelerinin başlaması için başarısız bir şekilde kapıları aşındırıyoruz. Bu arada birçok bölgede yapılan anlaşmalar yüzünden AB pazarında zemin kaybına uğruyoruz. Örneğin yakınlarda yürürlüğe girmesi beklenen AB-Mercosur anlaşmasıyla AB ile birçok Latin Amerika ülkesi arasında 700 milyon nüfuslu yeni bir ortak alan oluşacaktır. Latin Amerika ülkelerinin başta tarım ürünleri olmak üzere AB pazarında bizden daha avantajlı olması kaçınılmaz olacaktır.
Dokuz yıldır fiilen durmuş olan tam üyelik müzakerelerinin yeniden başlamasının mevcut iktidarın demokrasi ve hukuktan uzaklaşması nedeniyle mümkün olmadığını yukarıda belirtmiştim. Gümrük Birliğinin modernleşmesi için bu siyasi engellerin mevcut olduğunu söylemek doğru olmaz. Oradaki engel Kıbrıs’tır. Zannedilmesin ki Kıbrıs sorununun çözüme ulaşması beklenmektedir. Kıbrıs sorununun çözümlenmesi bu saatten sonra tam üyelik için şarttır. Gümrük Birliğinin modernleşme müzakerelerin başlaması şartı zamanında yazılı bir şekilde taahhüt ettiğimiz ve sonradan vazgeçtiğimiz şekilde mevcut Gümrük Birliğinin G. Kıbrıs’a da uygulanmasıdır. Zira Kıbrıs 2004 yılından bu yana AB üyesidir ve AB üyeleri arasında ayırımcı muamele yapılmasını kabul etmez. Bu da 1980’li yıllardan bu yana limanlarımıza girişi önlenen G. Kıbrıs bandıralı gemilere ve ayrıca 1990’lı yıllardan bu yana da G. Kıbrıs’a uğrayan üçüncü ülke bayraklı gemilere uygulanan yasakların kalkmasını gerektirmektedir. Bu yasaklar 1974 Kıbrıs harekâtından ve 1983 KKTC ilanından çok sonra yürürlüğe konmuş oldukları için kaldırılmaları GKRY’nin adanın tek meşru hükümeti olarak tarafımızdan tanınması anlamına gelmeyecektir. Bu küçük adımın atılması şüphesiz büyük ekonomik yararlar getirecek zira Gümrük Birliğinin modernleşme çalışmalarının başlaması çok ihtiyacımız olan yabancı sermayenin girişine yardımcı olacaktır. Ancak şimdiki halde ne iktidar ne de muhalefet tarafında bu konuda herhangi bir irade beyanına rastlamadım.
Kanaatimce ülkemiz ne zaman Batıya ve özellikle Avrupa’ya yaklaşmışsa demokrasisi ve hukuk düzeni de iyileştirmiştir. Tersi de maalesef varittir. Avrupa’dan uzaklaştıkça demokrasimiz ve hukuk sistemimiz de bundan zarar görüyor. Bu tabii ki tesadüf değildir.